Virginia Woolf’un Evi
Barış Özkul

Virginia Woolf geçen hafta İngiltere ve Amerika’da bu kez eserleriyle değil ama “ev”iyle gündeme geldi; kocası Leonard’la birlikte 1915’te satın aldıkları “villa”, tarihî değeri “hesaba yazılarak”, 5 milyon dolara satışa çıkartılmış.

Villa, Richmond’taki Paradise Lane civarında ve orası 20. yüzyılın ilk yarısında Londra’nın (City’nin) epey dışında sayılırdı. Woolf çiftinin genç sayılabilecek yaşta Londra dışına taşınmalarının nedeni Virginia Woolf’un 1913’teki ilk başarısız intihar girişimi sonrasında akıl ettikleri “hava değişimi”ydi.

Woolf’lar 1915-1923 arasında Paradise Lane’de oturduktan sonra bugün Londra’nın merkezinde olan Tavistock Square’deki evlerine taşındılar - bu ev de 1941’de bir Alman zeplininin attığı bombayla yıkıldı ve savaştan sonra yerine hayli zevksiz bir otel dikildi (Hotel Tavistock). Woolf çifti, yayınevleri Hogarth Press’i kısa süre sonra buraya taşıdılar.  

Virginia Woolf bugün çoğunlukla romancı olarak hatırlanıyor ama 1920’lerin başında öncelikle “yayıncı” olarak bilinirdi ve Hogarth Press’te kocasıyla yaptıkları yayıncılık faaliyeti birçok önemli yazarın önünü açmıştır: Katherine Mansfield, T.S. Eliot, C. Day Lewis, Robert Graves, John Maynard Keynes, kitapları Hogarth Press'ten basılan yazarlardan bazılarıdır. Hogarth Press’ten ret cevabı alan talihsizler de vardır: Sözgelimi Woolf, "Sivilceli bir ergenin saçmalıkları" olarak tanımladığı Joyce’un Ulysess’inin kıymetini bilmemiş, belki bilmek istememiştir. Ama T.S. Eliot'ın başyapıtı "The Waste Land"’i okur okumaz çarpılmıştır. 

Bu magazinel ayrıntılar dışında Virginia Woolf nasıl bir romancıdır? Artık Woolf’un ve başka birçok modernistin ağır romanlarını “yakın okuma”ya pek yanaşmıyoruz - böyle zahmetli işlere ayıracak vaktimiz yok. Bu yazarları “akıllı telefonlarımıza” sığdıracak halimiz de yok. Joyce’a ya da Woolf’a papaz muamelesi yapmak, onları “kendilerine ait odalara” kilitlemek kolayımıza geliyor. 

***

Virginia Woolf “nasıl bir romancıydı?” sorusuna verilecek cevap Woolf’un “beslendiği” çevreden ayrı düşünülemez. Doğrusu, şanslı bir yazardı Virginia Woolf. Onu avantajlı kılan, bilgisini-görgüsünü sürekli arttıran bir arkadaş ve sevgili çevresine (kendisinin sevdiği kelimeyle “milieu”ye) sahipti. Erken yaşlarda Bloomsbury grubunun bir parçası olmuş ve grubun toplantılarına evsahipliği yapmıştı.

Bloomsbury toplantıları Virginia Woolf’un evinde, Woolf’un ağabeyi Toby Stephen tarafından başlatılmıştır: Gordon Square 46 numaradaki bu ev bugün hâlâ duruyor. Cambridge’te edindiği arkadaş çevresini Londra’ya taşıyan Toby Stephen haftada bir buluşup sanat, edebiyat ve politika konuşmak için Roger Fry, Duncan Grant, Maynard Keynes, Desmond McCarthy, Lytton Strachey, Clive Bell gibi isimleri ikna etmişti. 

Bu çevrede bulunmak Virginia Woolf’un “kulaktan dolma” bilgisini epey zenginleştirmiştir. Ama Virginia Woolf “kulak doldurmakla” kalmayıp sürekli okumuş ve okudukları arasında anlamlı bağlantılar kurmuştur. Özellikle İngiliz tarihi, edebiyatı ve felsefesine olan hâkimiyetini romanlarından izlemek mümkündür. Burada malumatfuruşluk riskini göze alarak Woolf’un bir romanına bu açıdan (onun köklü gelenek duygusunu sergilemek üzere) bakalım.

1928’de yayımlanan Orlando’da üç yüz yıl boyunca kılık kıyafet, cinsiyet, tarz ve üslup değiştiren bir karakterle karşılaşırız. Orlando androjen bir kimliğe sahiptir; tarihsel dönemler değiştikçe cinsiyeti de değişir. Aynı zamanda sanatçı öznelliğine ve duyarlığına sahiptir: İngiliz sanat ve düşünce geleneğinin üç yüzyılıyla diyaloğa girer, her yüzyılın egemen üslubuyla “konuşup” onu sorgular.

Orlando, Oak Tree (meşe ağacı) adlı bir otobiyografik şiir de yazar; üç yüzyıllık edebiyat tarihini bir sanatsal girişim olarak yeniden yazmaya koyulan bu şiir (tıpkı Joyce’un Ulyssess’te yapmaya çalıştığı gibi)  her devirde, edebi ve toplumsal iklimdeki her değişimle birlikte biçim ve içerik değiştirir: Elizabeth Çağı’nda “amorous and florid”, Jacobean dönemde “gloomy”, Restorasyon’dan sonra “sprightly and satiric” bir içeriğe kavuşur. Stilistik yapısı da durmadan değişmektedir; Orlando, bazen düzyazı bazen drama formunda yazar.

Her dönem kapanışında “meşe ağacının” altına döner Orlando; bu dönüş sanatın zamana dayanıklılığını, sürekliliğini temsil eder. Meşe de dayanıklı bir ağaçtır zaten ve okur, “meşe”nin İngiliz edebiyatındaki sınırsız çağrışımlarına gönderilecektir: Shakespeare’in As You Like It’indeki Orlando karakterini “found under a tree/like a dropped acorn” olarak buluruz; Wordsworth’un Tintern Abbey’i dönüş ritüeline “that Nature never did betray/The heart that loved her” dizeleriyle dâhil olur; Thomas Hardy’nin Far From the Madding Crowd’unda sadakati ve sürekliliği simgeleyen karakterin adı Gabriel Oak’tur. Woolf bunları birtakım örtük göndermelerle okura anımsatır; öyle ansızın geliveren bir ilhamla “içini döken” bir yazar değildir o; düşünüp taşınır, geleneği tartarak yazar ve okurdan da geleneğe dönmesini, başka metinlerle konuşmasını ister.

Sadece edebiyat değil felsefe tarihine de girer Woolf. John Locke’un An Essay Concerning Human Understanding’indeki “meşe” metaforu Woolf’un Orlando’sunun tarih içindeki sürekliğini tarif eder. Locke, Essay'de “madde” ve kimlik meselesi üzerine şöyle der: “The variation of great parcels of Matter alters not identity; an Oak growing from a Plant to a Tree, and then lop’pd is still the same Oak.” Özetle, bedensel-fiziksel bir değişimin illa bir şahsiyet değişikliğine yol açmak zorunda olmadığını vurgulamaktadır Locke; Orlando da “insanı kadın veya erkek yapanın çoğu zaman sadece kıyafetleri olduğu” görüşündedir. Locke’un meşe ağacının kesilip budanmasını anlatmak için kullandığı “lop” fiilini Orlando’nun cinsiyet değiştirirken uğradığı “kastrasyon”la beraber düşünmek ve bu ikisini İngiltere tarihinin özgül bir evresiyle bağlantılandırmak Virginia Woolf’un Locke’la epey verimli bir ilişki kurduğunun anlaşılması bakımından ilginçtir.

Orlando, I. Charles devrinde (1625-1649) Osmanlı’ya, İstanbul’a gider; I. Charles fiilen değilse bile metaforik olarak kastrasyona uğrayan; İç Savaş’ta kellesinden olan kraldır. Dolayısıyla Orlando’nun kralın erkeklik ve iktidar kriziyle eşzamanlı olarak İstanbul’a gidip orada cinsiyet değiştirmesi, kadın olması bir tesadüf değildir; İngiltere’deki erkeklik kaybı Doğu’ya kaçışla sonuçlanırken cinsiyetin de aslında siyasal ve toplumsal bir mesele olduğunu anlatmaktadır Virginia Woolf. Egzotik bir öteki olarak Doğu'nun "cinsel çağrışımlarını" da tam bu düzlemde dolaşıma sokar. Orlando’nun İngiltere’ye döndüğü tarih ise 1689’dur - şimdi artık İngiliz tahtında William ve Mary vardır. Ama Locke'a dönersek aynı yıl (1689) onun Essay’i de yayımlanacaktır; Locke’un bedensel değişimin illa bir kişilik değişimine yol açmadığını ileri sürdüğü tarihte İngiltere’ye geri dönen Orlando, cinsiyet değiştirdiği halde altta yatan sanatçı “kişiliği”ni koruduğunu gösterir. Böylece Virginia Woolf edebiyat ve felsefe tarihiyle adeta “oyun oynayarak” bir androjenlik savusuna ulaşır.  

Virginia Woolf’un çok okuduğunu, edebiyat ve felsefe tarihiyle, bir bütün olarak sanat geleneğiyle epey köklü bir ilişki kurduğunu söylemiştim. Orlando bu bakımdan bir turnusol kâğıdıdır - Locke ve meşe ağacı bu son derece karmaşık romanın sunduğu izleklerden sadece birisidir. Başka bir yerden bakılırsa; Sense and Sensibility’den Jane Eyre’a başka birçok metinle, Willoughby ve Rochester gibi felaket erkek karakterlerle alay ederek ilerleyen roman Orlando’yu en sonunda Marmaduke Bonthrop Shelmerdine diye biriyle, yani şair Percy Bysshe Shelley ile nişanlar.

Virginia Woolf’un villası, evi, odası bu paha biçilmez birikimi ve yeteneğinde aransa yeridir. Hiç kolay bir yazar değildi Virginia Woolf; melankolik, intihara meyilli ve çıtkırıldım yazar klişesine sığdırılacak birisi hiç değildi.