Murat Özyaşar: Coğrafya ve Tarih Geriliminde Hikâye (IV)
Derviş Aydın Akkoç
“Tanrılar insanı yarattıkları zaman onun payına ölümü tahsis ettiler.”
(Gılgamış Destanı’ndan)

“Ayna Çarpması” öyküsündeki karakter yıllar sonra dönecektir, bir vakitler yaşadığı “mahalleye.” Mekâna ilişkin ayrıntılar silinmiş, bulanık bir hâl almıştır. Sonraki öykülerde de bir görünüp bir kaybolacak, “top oynanan” tozlu bir “arsa” zikredilir sadece; berberdeki ayna karşısında gerçekleşen hatırlama fasıllarında. Ama çocukluğa ve gençliğe ilişkin kimi negatif anılar hâlâ sıcaktır. Bastırılmış, dışa akıtılamamış, öznesini tahrip eden yıllanmış öfkeler yatışmamıştır. Aksine öfke sırasını bekliyordur sanki açığa çıkmanın. İçinde çocukluğun geçtiği, kaba saba bir şiddetle yüklü “ev”, belli ki epey zaman önce terk edilmiştir. Oğlan eve dönecektir ama. Bedenin zorunlu geri dönüşüyle –“anne çok hasta”– hafızanın geriye sarması arasında bir paralellik vardır tabii.

Hafızanın pimi bir berber dükkânında, ayna karşısında görülen “yüz”le çekilir. Ayna özneyi şimdiki zamandan koparıp alır, geçmişe fırlatır. Ayna çarpmasının, ayna tarafından çarpılmanın “dalma” seansları şeklinde cereyan eden ilk vurucu etkisiyle, hiçbir surette geri dönülmek istenmeyen mekânlara ve zamanlara ilişkin görüntüler sökün eder. Bir sahne olarak ayna ve onda görülen yüz; kırık kesik imajlardan, yaralayıcı imgelerden, külçeleşmiş, dibe çökmüş duygulardan yana bereketlidir. Unutuşa bırakılmış ama bir şekilde hafızada muhafaza edilmiş anılar özneyi –Özyaşar’da sıkça geçen, Metin Kaygalak şiirinden imbiklenmiş– bir “kuyu”nun dibine çeker gibi aşağı çeker. Hafızanın kuyusuna “dalma” –buna belki “yuvarlanma” demek daha uygun olacaktır– süreciyle bedenin koltuktaki konumunun değişimi arasında doğrudan bir bağlantı bulunmaktadır. Gerek hafızanın gerek bedenin aşağı çekilme –öyküde “koltuktan kayma” şeklinde gerçekleşen– hareketinde, öznenin hafızasının yanı sıra, ondan çok daha güçlü bir başka kuvvet iş başındadır. Karanlık, çıkışsız ve ıslak bir delik olarak hafıza “kuyusu”: Çağıran, yutan, özneyi emen annenin hafızasıdır. Annenin solan ama hâlâ baskın hafızası oğlun hafızasını adeta bir mıknatıs gibi kendi merkezinde kurulmuş bir koordinata çekiyordur. Oğlan karşı koyuyordur ama boşuna:

“Ora. Çocukluğuma. Başımda okunan dualara, boynuma kesilen gümüş paralara... Üç numara tıraşıma, trahomlu gözlerime, sahasında hep kaleci olduğum o arsaya. Hele hele on yedi yaşıma hiç mi hiç dönmek istemiyorum.”[1]

***

Burada biraz duralım. Şunun için: Daha ilk öykünün ilk cümlelerinde ayrıntılı bir liste çıkarılmıştır; eleştiri faaliyetinin başlangıç noktalarına, olası güzergâhlarına ve elbette sınırlarına olduğu kadar söylem alanlarına da (Oidipus kompleksi, devlet, çocukluk...) işaret eden; bir çeşit tırabzan işlevi gören bir liste bu. Berber salonuna (Atılgan’ın C’sinden yapılan jest nakillerine de) dönmek kaydıyla bu liste şu açıdan önemli: listedeki başlıklar Özyaşar’ın estetik-politik üretimindeki söylem merkezlerini oluşturmakta. Öte yandan, bu başlıklar, yazarın kendinden öncekiler tarafından zaten (çokça) işlenmiş başlıklardır da. Bu durumda yazarın önünde, aslında “ham madde” olarak, daha önce bahsi açılmamış herhangi bir mesele yok, aksine yazarın karşısında söz konusu başlıklar uyarınca yaratılmış ürün (edebi yapıt) ve söylem çokluğu var. Özyaşar “boynuma kesilen gümüş paralar”da olduğu üzere, bu geniş başlıklara “lokal” ve tikel ilavelerde bulunarak, demek çokça işlenmiş ama açık uçlu problemlerin konumunu değiştirerek, kendi çizgisini yaratma yoluna gider. Yazma faaliyetine mührünü basan huzursuzluk da tam olarak bu fasılda açığa çıkar: başlıklardan, hatta “bölge”ye özgü kimi kurtarıcı ışımalardan ziyade öncekilerin baş belası ağırlığı, gölgeleri, nüfuzu da devrededir... Bu nüfuzla kurulan netameli ilişki öncekilere yavan bir “selam çakma” ilişkisi değildir. Bu itibarla, estetik üretimin bir gözü coğrafyaya, çeper ve kıyılara bakıyor, anlamlarını arayan “olay”ları taşıyacak cümleler çatıyorsa; diğer gözü de yanında yöresinde gölgelerin belli başlı köşelerini tuttukları başka bir yere bakıyordur. Murat Özyaşar “coğrafya” ve “kimlik” gibi kodlara sığınıp bu merkezden uzaklaşmak, öncekilerin de işlediği meselelere karşı, şu aralar suyu çıkmış Deleuzecü kaçış taktikleri geliştirmek ve nihayet çatışmasız, elektriksiz, kılçıksız bir egzotik tavır almaktansa; dilin ve söylemin merkezine daha da yaklaşma arzusundadır.[2]

Ama arzunun hedefine yaklaşması için güçlü bir isteğe, ağzına bir parmak bal çalınmasına ihtiyacı vardır. Bu istek her zaman hazır ve nazır değildir, üstelik istek bazı zayıflar; hele de az biraz hareket edilmişse. İlk kitapta Özyaşar’da da görülür bu istek kaybı, arzu sendeler... Bahis konusu arzu doğrultusunda yol almaya çalışırken, geçmişten problem devralıp bu problemlerle kendi konumuna göre boğuşurken; bazen sürtünmesiz, gerilimsiz, akademik eleştiride “metinler arasılık” addedilen (“selam çakma”) sorunsuz ilişkinin cezbine kapılır... Aradan geçen on küsur yılı hesaba katarak söylemek gerekirse: Bu hususta Özyaşar’ın gafil avlandığı, yani kendi kurduğu cümlelere kendisinin inanmakta zorlandığı, bu zorlanmadan ötürü de sanki müsamereye, bir izci toplaşmasına çıkıyormuş izlenimi verdiği anlar vardır, özellikle ilk kitapta. Sözgelimi Ayna Çarpması’ndaki “Gece Silgisi” adlı öykünün metinler arasılık uyarınca yem atan Yoklama Defteri kısmı: Her ne kadar sevimli görünse de kitaptaki en sönük, fazladan ve zayıf parçadır. Ama neyse ki, yazarın zaafını kendi metinleri, metinlerin dokusunu oluşturan kendi cümleleri telafi edecektir. (Bu meseleyi daha sonra tartışmayı umuyorum.)

***

Madem “Ayna Çarpması” öyküsünde yönlendirici ama “tuzak ve fak”larla riskli bir liste var, o halde yazarlık uğraşının sıkıntılarını ve protokollerini, dil-çevre-merkez ilişkisini ve sair parametreleri bu tırabzana tutunarak tartışmak mümkün. Bu minvalde, ilkin hem Ayna Çarpması hem Sarı Kahkaha’da, karakterler dönmek istemese de yazarın dönmek durumunda kaldığı “çocukluk” meselesini tezgaha çekmek; “hele hele” diyerek çok daha şiddetle uzaklaşılmak istenen ilk gençlik evresineyse (“on yedi yaş”a) daha sonra bakmak niyetindeyim...


[1] Murat Özyaşar, Ayna Çarpması, İstanbul: Doğan Yayıncılık, 2008, s. 14.

[2] Bu hususta spekülatif bir soru: Dilin kıyısını ona yaklaştıkça uzaklaşan, belirsizleşen, sözden sese, anlamlı birimlerden uğultulara doğru yer değiştiren, bir başka ifadeyle, dilin çeperini onun odağında, çekirdeğinde gören; estetik-politik açıdan bu hareketli merkeze yönelen tutumun roman formundaki yetkin karşılığı Ayhan Geçgin ise, öykü formundaki karşılığı da Özyaşar’dır denebilir mi?