Oedipus Karmaşası (XVI): Narkissos'tan Oedipus'a (I)
Erdoğan Özmen

Freud, 1896 yılında babasının ölümünün ardından kendi kendini analiz (self-analysis) olarak adlandırdığı çalışmaya girişir. Özellikle de kendi rüyalarının analizine yoğunlaşan zahmetli bir süreç olur bu. 1899 yılına kadar devam eden ve yeni bir bilimin en önemli kurucu uğrağı olacak olan bu içe-bakış çalışması, hem rüyaların ruhsal hayattaki önemi hem de çocuksu cinselliğin varlığı ve çok yönlü/biçimli tabiatının keşfiyle sonuçlanır. Nitekim 1900 yılında “Rüyaların Yorumu” yayınlanacaktır. Arkadaşı Fliess’e yazdığı mektupta, çocukluk döneminde libidosunun uyanışına ilişkin anılarından söz ederek şunları ekler; “Daha sonra, iki ila iki buçuk yaşlar arasında libidomun anneme yönelik bir canlanma/uyanış içinde olduğunu keşfettim. Bu, bütün bir geceyi birlikte geçirdiğimiz ve annemi çıplak halde görme fırsatımın olduğu Leipzig-Viyana arası bir yolculuk sırasındaydı.”(1897) Başka bir mektupta ise, annesine yönelik sevgi ve babasına yönelik kıskançlık hislerinden sözederek, bunları ilk kez, yani Oedipus Karmaşası kavramının formüle edilmesinden neredeyse on yıl önce “Kral Oedipus” trajedisi ile ilişkilendirir.

Üç ile altı yaş arasındaki kızların “İleride ben babamla evleneceğim, anneye ihtiyacımız olmayacak”, oğlanların ise “Ben annemle yaşayacağım, baba evden gidebilir” deyişlerine tanık olmayan yoktur. Freud’un ilk fark ettiği şey , söz konusu bu duygu ve tepkilerle Sophocles’in Kral Oedipus trajedisi arasındaki bağdır. Kısaca özetlersek: Kahinler, Thebai kralı Laius ve kraliçe Jocasta’ya doğacak oğullarının babasını öldüreceği ve annesiyle evleneceğini bildirirler. Dehşet verici kehanetin ardından, doğan oğul dağda ölüme terk edilir. Fakat çocuk bulunur ve Corinth kralı Polybus ve karısı kraliçe Merope tarafından büyütülür. Daha sonra, söz konusu kehanetten haberdar olan Oedipus, kehanetin gerçekleşmesini önlemek üzere şehri terk eder. Polybus ve Merope’nin biyolojik anne-babası olmadığından habersizdir. Yolda karşılaştığı tehditkar bir yaşlı adamı, Laius’u, gerçek babası olduğunu bilmeden öldürür. Daha sonra Sfenks’i alt eder ve ödül olarak Thebai kralı seçilir ve Laius’un dul karısı Jocasta ile evlenir. Laius’un katilini bulmayı amaçlayan bir soruşturmanın sonunda Laius ve Jocasta’nın çocuğu olduğunu ve kehaneti gerçekleştirmiş olduğunu öğrenir: Babasını öldürmüş ve annesiyle evlenmiştir. Bunun üzerine Jocasta kendini öldürür, Oedipus da baba katli ve ensest suçları nedeniyle kendi gözlerini kör eder.

Trajedi düzeyinde kalarak, birbirinin zıddıymış gibi görünen şu iki özelliği bir kez daha vurgulayalım: Bir yandan, Oedipus kaderin güçleri karşısında tamamen çaresiz, kaderine boyun eğmiş, kaderin karşısında iktidarını kaybetmiş bir kahramandır ve onu trajik yapan budur. Babasını öldürüp annesiyle evlenmeden önce, kehanet ona bu korkunç edimleri gerçekleştireceğini bildirir. Bu korkunç gelecekten sakınmak için elinden gelen herşeyi yapar. Ancak bu çabaları tam da kaçınılmaz kaderinin gerçekleşmesiyle sonuçlanır. Yapmış olduğu şeyi tam bir cehalet içinde yapar. Kader ağlarını çoktan örmüştür. Nitekim, Sophocles’in sonraki metninde, “Oedipus Kolonos’ta” geriye bakılarak demek ki, Oedipus’un eylemlerini istemeden/kast etmeden (bilinçdışı olarak) gerçekleştirmiş olduğu açıklığa kavuşturulur. Diğer yandan ama, bir de şu (“bastırılmış olanın gelecekten geri dönmesi meselesi) vardır. Zizek’e başvurarak söyleyelim:

“Özne geçmişten değiştirmek, müdahale etmek istediği bir sahneyle karşılaşır; geçmişe doğru bir yolculuğa çıkar, sahneye müdahale eder ve mesele “hiçbir şeyi değiştirememesi” değildir -aksine, geçmişten gelen sahne ancak onun müdahalesi sayesinde her zaman ne idiyse o olur: Yaptığı müdahale en baştan beri kapsanmış, dahil edilmiş durumdadır.

…Oidipus mitinde de aynı yapıyı görürüz: Oidipus’un babasına, oğlunun onu öldüreceği ve annesiyle evleneceği kehanetinde bulunulur ve kehanet tam da babanın ondan kaçma çabası sayesinde gerçekleşir (küçük oğlunu ormanda terk eder, bu yüzden Oidipus yirmi yıl sonra onunla karşılaştığında onu tanımaz ve öldürür…) Başka bir deyişle, kehanet, etkilediği insanlara iletilmesi ve o insanların ondan kaçmaya çabalaması sayesinde gerçekleşir: Kişi kaderini önceden bilir, ondan kaçmaya çalışır ve öngörülen kader kendini tam da bu çaba sayesinde gerçekleştirir. Kehanet olmasaydı, küçük Oidipus anababasıyla birlikte mutlu mutlu yaşayacak ve “Oidipus kompleksi” diye bir şey olmayacaktı…”

Freudçu Oedipus karmaşası, ebeveynlere yönelik ensestiyöz ve cinai itkilerin alevlendiği bir dönem olmaktan başka, Freud’un fallik olarak adlandırdığı evre ile iç içe giren, örtüşen bir niteliğe sahiptir: Yani böylece karmaşanın akıbetinin, cinsiyetler arasındaki farkın tesis edilmesinin aracı olarak penisin ve fallik tüm-güçlülüğün elde edilmesi meselesi etrafında hükme bağlanacağı ileri sürülmüş olur. Oedipus karmaşasının direk formunda (daha sonra, direk formun tamamlayıcısı olarak tersine çevrilmiş form da tanımlanacaktır), oğlanın ilk sevgi/aşk nesnesi annesidir. Oğlan ona tümüyle sahip olmak ister. Üç-dört yaş civarı, tümgüçlü libidinal ve agresif itkilerin baskısı altında (zaten her zaman ve her yerde baskı altında yaşanan bir hayatımız olduğu, hayatı gerilim koşulları altında yaşadığımız hakikatini hatırlayalım. Nitekim nevroz, psikoz ve sapkınlık da, o gerilim ve baskı koşullarını düzenlemenin, ruhsal enerji birikimini dağıtma ve boşaltmanın farklı patolojik tarzları/biçimleri değil midir?), ve o itkileri kapsamanın, onlara tahammül etmenin zorluklarıyla baş etmeye çalışırken, anneye yönelik sevgi/aşk hisleri onu (oğlanı) babayla bir rekabet içine sokar. Bu, babaya yönelik eşzamanlı bir nefret duygusu ve dolayısıyla babanın kastre edeceği -penisten yoksun bırakacağı- korkusu eşliğinde oğlanın geri çekilmesiyle sonuçlanır. Kastrasyon anksiyetesinin etkisiyle anneye yönelik tümgüçlü ensestiyöz isteklerini gerçekleştirme umudunu terk eden çocuk Oedipus karmaşasını aşarak gizillik (latency) dönemine girer.

İlk zamanlar kız çocukları için de benzer bir Oedipus karmaşası kavramı vardır Freud’un zihninde: Babasına sevgi/aşk besleyen kız çocuğu bu nedenle anneyle rekabete girer ve ondan nefret etmeye başlar. Ancak, sadece erkek genital organının bilgisine sahip ve dişi genital organların varlığından habersiz oluşu içini yoğun bir penis hasedi duygusuyla doldurur. Bu haset anneye nefretini daha da artırır. Çünkü anne onu organsız/eksik bırakmıştır. Bu kızgınlık ve hüsran eşliğinde anneden uzaklaşır ve bir çocuğa sahip olabileceği inancı/beklentisiyle babayla yakınlaşır. Simgesel düzeyde kurulan bu çocuk-penis eşdeğerliliği, kız çocuğunun Oedipus karmaşasının üstesinden gelebilmesinin koşulu olur. Sahip olmadığı penisi ikame/telafi edecek bir çocuk (penis eşdeğeri), penis hasetinden uzaklaşmasını mümkün kılar. Daha sonra Freud, kızların psikoseksüel gelişimlerinin oğlanlarınkinden farklı bir çizgi izlediğini düşünmeye başlar: Başlangıçta her ikisinin de sevgi/aşk nesnesi annedir. Sonra, oğlan anneye zaten bağlı olarak başladığı bu sürecin bir noktasında, ödipal durumun ortaya çıkmasıyla birlikte biricik aşk nesnesi olarak anneyle bir olmak, onunla evlenmek ister. Aynı biçimde anneye bağlı olarak hayata başlayan kız ise, ödipal dönemle birlikte sevgi/aşk nesnesini değiştirme, anneden vazgeçip babaya yönelme göreviyle yüz yüze kalır. Yeni sevgi/aşk nesnesi baba olur.

Oedipus karmaşası 5-6 yaş civarında çözülür. Görünümleri yavaş yavaş ortadan kalkar. Karmaşanın aşılmasıyla birlikte, ödipal durum bilinçten uzaklaşır ve çocuksu amnezi içinde hapsolur. Ancak, bireyin ruhsal yapısının temel örgütleyicisi/çekirdeği olarak bilinçdışındaki mevcudiyetini sürdürür. Diğer bir deyişle, kabul ve tahammül edilmesi bilinç için imkansız olan söz konusu ensestiyöz ve cinai itkilerin bastırılması gerekecektir. Gizillik döneminin başlamasıyla birlikte, bilinçte söz konusu itkilerin sadece belli belirsiz izleri kalacaktır. Ruhsal güçler bastırmayı sürdürmede yeterince başarılı olamadığında ise bastırılan geri dönecek ve örneğin ruhsal ve bedensel çeşitli semptomlarla birlikte bir ebeveyne aşırı düşkünlük/bağlanma, diğerine yoğun nefret/kızgınlık duyguları sökün edecektir.

[1] Slavoj Zizek, İdeolojinin Yüce Nesnesi, Çev. Tuncay Birkan, Metis, 2002, s. 72-3.