Oedipus Karmaşası (XVI): Narkisos'tan Oedipus'a (II)
Erdoğan Özmen

Bu yazı dizisi boyunca ifade etmeye çalıştığım tezi bir kez daha vurgulamam gerekirse: Freud’u diğer büyük dahilerle aynı sıraya yerleştirmekte hiçbir tereddüt yaşamıyorsak eğer, benzersiz bir keşif, bilinçdışının keşfi nedeniyledir bu. Oedipus karmaşası da söz konusu keşfin esasını dile getiren ve özetleyen merkezi çekirdektir. Freud’un bu çekirdeği “Kral Oedipus” trajedisindeki tema ile eşitlemesi, ona indirgemesi -adı üstünde işte- indirgemeci bir jest olmuştur. Sophocles’in trajedisindeki temayı, söz konusu apaçıklığı ve kesinliği içinde, sadece Oedipus karmaşasının belirli bir görünümü/dışavurumu olarak kavramalıyız demek ki. Yani Freud, -deyim yerindeyse eğer- hayatlarımızı hikayeleştirmenin/anlatmanın imkansızlığı karşısında geri çekilerek, bireyin ruhsal gelişiminde Oedipus karmaşasının merkezi rolüne ve o rolün/konumun insani deneyimin en temel bünyevi/yapısal unsuru oluşuna ilişkin geliştirdiği içgörüyü zaman zaman ıskalamış, bunun yerine bildik ödipal anlatıyı ikame ederek bunun kolaycılığına teslim olmuştur (ileride, daima ısrar eden bu ikircikli tutumun somut örneklerinden de söz etme şansımız olacak). Zihinsel süreçlerimizin sapmalar, çökme ve kırılmalar, gelgit ve tekrarlar, çizgisel zamansallığı temelden iptal eden sonradan tamamlanma ve geri dönüşlerden oluşan yapısı herhangi bir bütünlüklü hikayenin zeminini daha oracıkta ortadan kaldırmaktadır çünkü. Bu anlamda psikoterapinin/psikanalizin amacı da bölük pörçük, dağınık, tutarsız hayat deneyimlerini tutarlı bir bütün/anlatı halinde düzenlemek değildir. Tam da zaten o tutarsızlığı, çelişkili birliği görünmez kılmak üzere ortaya çıkan ve temel işlevi kendimizi kandırmak olan mevcut hayat hikayelerini çözümlemeye tabi tutmaktır. 

Bir diğer mesele, Freud’un Oedipus karmaşasının temel dinamiklerini rastlantısal/olumsal faktörler bağlamında kavramaya çalışmasıdır: Erkek çocuğun ödipal dönemini başlatan ve/ya ödipal karmaşayı aktüalize eden şeyi, çocuğun ebeveynden kaynaklanan kastrasyon tehdidini algılamasına eşitlemesi bunun ifadesidir örneğin. Nitekim, böylesine temel bir noktayı şans faktörüne tabi kılmanının ortaya çıkardığı güçlüğü fark eden Freud, bunu -daha önce de söz etmiş olduğumuz gibi- “Totem ve Tabu”nun ilksel babasına, kastrasyon tehdidini/korkusunu ete kemiğe büründüren genetik mirasımıza atıf yaparak aşmaya çalışmıştır. Daha ayrıntılı olarak ele alacağımız üzere, Lacan’ın psikanalitik teoriye en önemli katkısı bu çerçevede, Freudçu Oedipus karmaşasının yeni bir temele yerleştirilmesiyle gerçekleşir: Ödipal sahne çocuğun dille kurduğu ilişkiye tabi kılınarak, bu ilişki uyarınca yeniden tanımlanacaktır.

***

Dünyaya geldiğimizde en temel deneyimimiz içsel ihtiyaçlarımızın sonucu olan acı ve gerilimin daimi mevcudiyeti, ve hazzın yokluğudur. İlk örnekleri açlık ve susuzluk olan o ihtiyaçları bir talebe dönüştürerek ifade etme kapasitesinden, yani dilden yoksun olduğumuz, dahası o ihtiyaçların acı yüklü duyumlarını bile henüz lokalize edemediğimiz/işaretleyemediğimiz bu saf çaresizlik/muhtaçlık halini kat ederek ilerlemek zorundayızdır. Henüz benlik (self) ile nesne (bakım veren anne ve/ya kısmi nesne olarak meme) ve onların zihinsel temsilleri arasındaki ayrımın yapılamadığı ve varlığın sınırlarının çizilemediği bir dönemdir bu. Bebekle meme ya da özneyle nesne arasında bir farkın olmadığı ve bir daha bu haliyle asla deneyimlenemeyecek olan bu ilksel durum, sadece söz konusu ihtiyaçların varlığı ve bunların tatmininden ibarettir. Hakim duygusal tonun kendi üstüne kapanan, kendini sınırlayan hazdan ibaret olduğu bu birincil narsisizm durumunda ihtiyaç tatminine yönelik ilişki de -buna bir nesne ilişkisi denebilirse tabi- o ölçüde aralıklı/dalgalı -demek ihtiyaç anında beliren-, ihtiyacın tatminiyle birlikte ortadan kalkan, ve o ölçüde tutkulu ve yoğun bir ilişki olacaktır. Diğer bir deyişle, anne ya da meme, yalnızca ihtiyaçları tatmin etme kapasitesi uyarınca algılanacak, var olacaktır. Kendi bağımsız varlığı olan bir bütünlük değildir söz konusu olan. İhtiyacı tatmin eden nesnenin (anne/meme) çocuğun kendi benliğinin ihtiyaç-giderici bir uzantısı gibi algılandığı, bir özne-nesne sınırı varsa bile bunun zaten istikrarsız olduğu, dahası zaten hiçbir şeyi hiçbir şeyden ayırmadığı, deyim yerindeyse bir dış-varoluşa sahip o sınırın ancak anne-bebek simbiyotik bütününü çember içine aldığı bir dönemdir bu. Yani Freud’a “bir nesnenin bulunması aslında onun yeniden-bulunmasıdır” dedirten dönem: Burada basitçe gizillik (latency) dönemi sonrası nesne seçimlerinin daima çocuğun ilk nesne (meme) seçimini tekrar ettiğini kast eder Freud. Bir zamanlar tatmin sağlayan bir nesne (anne memesi) olmuş, sonra bu nesne kaybedilmiş ve sonra da her yeni nesnede bu kayıp nesne aranır/bulunur olmuştur.

Bruce Fink Lacan’ın bu ifadeye ilişkin yorumunu aktarırken; metnin bir tür Talmudic okumasını yaptığını, yani açık anlamından ziyade metnin harfine daha fazla önem atfettiğini söyler:

“Eğer nesne asla bulunmuyorsa, bu belki de onun tabiatı itibariyle asıl olarak fantazmatik bir nesne oluşundandır. Hatırlanan bir tatmin deneyimine karşılık gelmiyordur yani. İlk planda böyle bir nesne asla olmamıştır: “Kayıp nesne” asla olmamıştır. O yalnızca olgudan sonra kayıp olarak kurulur, yani özne onu fantazi ya da rüya yaşamının dışında herhangi bir yerde bulamaz..Nesne daima-zaten kayıp olarak görülebilir….
…Nesne bir kez kurulduktan (yani çocuğu henüz ötekilerle anlaşılır biçimde konuşamıyor olmasına rağmen, simgeselleştirildikten) sonra, çocuk memeyi bir daha asla ilk deneyimlediği gibi yeniden bulamaz: kendi dudaklarından, dilinden ve ağzından veya kendi benliğinden ayrı olmayan bir şey olarak bulamaz. Nesne bir kez kurulduktan sonra, bebekle meme ya da özneyle nesne arasında bir farkın olmadığı o “ilksel durum” bir daha yeniden-deneyimlenemez (çünkü özne, yalnızca eksik meme bir nesne olarak kurulduğunda, bu nesneyle ilişki olarak varlık kazanır); ve böylece o ilk anda alınmış olan tatmin de bir daha tekrarlanamaz. Bir tür masumiyet ebediyyen yitirilmiştir, ve bundan sonra bulunacak olan gerçek (actual) memeler de asla tam o olamaz.”[1]

Demek nesne aslında bulunmuyor da ancak yeniden-bulunabiliyorsa, meme ilk tatmin deneyimi sırasında henüz bir nesne olarak (yani çocuğun bedeninin bir parçası olmayan ayrı bir varlık olarak) tesis edilmiş değildir. Ancak olgudan sonra, yani yokluğunda; anne namevcut iken ilk tatmin deneyimini tekrar etmeye yönelik sayısız nafile girişimden sonra bir nesne olarak kurulur.

***

Söz konusu bu ilksel durumu -birincil narsisizm durumunu- kat ederek ödipal sahneye yerleşmek, anneye yönelik yeni bir libidinal bağ -genital libido- tarafından yönetilen bir süreç olacaktır. Oedipus-öncesi libidinal örgütlenmeye karşı gelişen yeni bir libidodur bu. Bu, sadece babanın yasağıyla (“annenden uzak dur yoksa onu keserim”) değil, aynı zamanda çocuğun ruhsal ekonomisindeki bariz bir değişimle de tetiklenir.

[1] Bruce Fink; The Lacanian Subject, Princeton Uni. Press, 1995, s. 94.