“Manen Ölüm”e Karşı Maneviyat Direnişi
Barış Özkul

İttihat ve Terakki, 1908’de iktidar olduğunda ilk etapta Abdülhamid döneminin Sait Paşa, Kamil Paşa gibi sadrazamlarıyla ittifak yapmak zorunda kalmış; Abdülhamid’i h’al etme riskini hemen göze alamamıştı. Ama 31 Mart badiresinden sonra Cemiyet, Abdülhamid rejimini hızla tasfiye ederken “Devr-i Hamidi”nin mağdurları olarak belirlediği bir grup insana (“mağdurin-i siyasiye”) çeşitli mükâfatlar dağıtmaya koyulmuştur.

İttihatçıların tasfiye harekâtı eski paşaların “apoletlerinin” sökülmesi gibi sembolik cezaların yanısıra mal ve mülkün haczi, emeklilik hakkının iptali, ülkenin çeşitli yerlerinde kalebentlik gibi sembolik sayılmayacak cezaları da içeriyordu; Meclis-i Mebusan’a “Devletin muzır mikroplardan temizlenmesini arz ve teklif eden” önergeler peş peşe veriliyordu. Bu önergelerden birinde Ergani Mebusu Niyazi’nin seçim mazbatasının Abdülhamid devrinde hafiyelik ettiği gerekçesiyle iptali talep edilir. Talebin kabulüne yönelik görüşmeler sırasında Ankara mebusu Talat Bey şöyle demiştir: “… Niyazi elli bin kişinin vekiliydi. Mebus sıfatını takınarak buraya geldiği halde kemal-i rezaletle çıkarıldı. Yani manen öldürüldü.”[1]   

İnsan kendi manevi sefaleti içinde kendini “öldürebilen” bir varlıktır; yani iradi bir “manevi ölüm”ün varlığından söz edilebilir ama birinin kendisini gönüllü olarak ölüme mahkûm etmesiyle başka birisi tarafından, mücadele edemediği bir iktidar odağı tarafından “manen öldürülmesi” arasında önemli bir fark vardır; dışarıdan dayatılmış “manevi ölüm” bir muktedir-köle, katil-kurban, avcı-av ilişkisi üzerinden özneyi muktedirin lehine kişiliksizleştiren bir iktidar teknolojisidir.

İttihatçılık, muhaliflerini sadece “manen” değil “madden” de öldürebilen bir çizgi, bir misyondu. Ermeni Kıyımı gibi büyük olayların yanında Bâb-ı Ali’yi basıp Nazım Paşa’yı katleden, Kamil Paşa’yı silah zoruyla istifa ettiren Enver Paşalar ve Yakup Cemiller; ensesine kurşun sıkılıp öldürülen Hasan Fehmiler, Ahmet Samimler İttihat ve Terakki devrinin olaylarıdır. 

Ama hiçbir iktidar sadece “maddi ölümler”le, katliamlarla kültürel ve siyasal hegemonyasını sürdüremez. Onun için Sovyet Rusya’da iktidarının doruğundaki Stalin, göstermelik mahkemeler kurdurup “eski yoldaşları”nı vatana ihanetle yargılamış ve güya onlara suçlarını itiraf ettirmiştir. Onun için Hitler, devlet aygıtını bütünüyle ele geçirdiği 1941’de bile Almanya’nın en ücra köşelerinde her gün görünmek, sesini her gün duyurmak, Alman halkına alternatifsiz olduğunu hissettirmek istemiştir. Sonuçta topluma söyleyecekleri söz, sundukları gelecek ufku tükendiğinde bu üç iktidar da (İttihatçılık-Nazizm-Stalinizm) tarihe karışmıştır. 

İttihatçılardan yüz küsur yıl sonra bugün Türkiye’de muhalefete kendini “manevi ölü” olarak hissettirmek üzere seferber olmuş bir iktidarla karşı karşıyayız: İşten ihraç, pasaport iptali, hapis cezası derken iktidarı desteklemeyen kalabalık bir kesimi otomatikman “terörizm”i desteklemekle, terörist olmakla itham edebilen koca bir propaganda aygıtı her gün çalışıyor ve toplumun yarısından ya AKP’li olması ya da “manen ölmesi” isteniyor. 

16 Nisan referandumunda toplumun yarısının bütün olumsuzluklara karşın direndiğini gördük. 24 Haziran seçimi de yürürlükteki “manen ölüm” cezasına, “manevi ölüler” yaratma projesine karşı yürütülen maneviyat mücadelesinin yeni bir evresi olacak. Toplumlar tek raundlu müsabakalardan ziyade uzun soluklu mücadeleler sonucunda değişirler ve 24 Haziran, seçimin birkaç puanla kazanılması veya kaybedilmesinden ziyade İttihatçılardan AKP’ye süreklilik arz ederek devrolan, “manevi ölüler” yaratmaya matuf iktidar mantığına karşı sivil-demokratik değerler etrafında birleşen, bu değerlere dayalı “maneviyat direnişini” kalıcı kılabilen ve onu tepkisel olmaktan çıkartıp bir ilkeler ittifakına dönüştürebilen bir eşik olduğu ölçüde önemli olacaktır.



[1] Aktaran Tarık Zafer Tunaya, Türkiye'de Siyasal Partiler Cilt 3: İttihat ve Terakki, Bir Çağın, Bir Kuşağın, Bir Partinin Tarihi, s. 471, İletişim Yayınları, 6. Baskı, 2015.