Zarife Biliz: Toz, Kül, Karınca, Şiir... (I)
Derviş Aydın Akkoç

Herhangi bir edebi metnin “başlangıç” ve “son” bulma anlarını, metin şu noktada başlar ve şu noktada biter gibi, kesin sınırlarla belirlemek çoğun tartışmaya açık bir meseledir. Bu tartışmada metnin son bulma sürecini askıya almak kaydıyla: Herhangi bir metne spesifik bir başlangıç anı tayin etmek mümkün müdür? Elbette bu soruya su götürmez bir cevap vermek, başlangıç meselesine dolayımlanan ve yeni problemler üreten kimi parametrelerden ötürü hiç kolay değil. Andrew Bennett ve Nicholas Royle’un ortak çalışmaları “başlangıç” meselesini eksene alan sorularla açılır: 

“Bir edebi metin nerede yahut ne zaman başlar? Bu soru, edebiyat eleştirisinde ve teorisinde bir dizi temel problemi de beraberinde getirir. Yazar bir parça kâğıdın üzerine ilk işaretleri çiziktirdiğinde, bilgisayara ilk kelimenin harflerini tuşladığında mı başlar metin? Yoksa bir hikâye ya da şiir hakkında beliren ilk düşünceyle mi, sözgelimi yazarın çocukluğunda mı başlar? Yahut da okur kitabı edindiğinde ya da başlığıyla mı başlar metin?”[1]

Çetin sorular bunlar zira tek tek sorulara verilecek olası cevaplar, muhatabını farklı ve muhtemelen birbirleriyle pek uyuşmayan başlangıç anlarına havale edecektir. Neyse ki, çoğaltılabilecek bu gibi netameli soruları bir noktada düğümleyen bir etmen var: Metin üretiminin öncesi ve sonrası. Ucu geriye doğru açık, belirsiz bir fasıl olarak üretimin öncesi, bir mayalanma, kuluçka evresi; sözgelimi yazarın “çocukluğu” yahut “gençliği”, aslında bir bütün olarak “deneyim” silsilesi, metin üretimine şu ya da bu şekilde sızar, hatta işlenecek “malzeme” temin ederek üretimin koşullarını oluşturur...

***

Ama bahis konusu olan üretim şiir olduğunda, şair kişinin deneyimlerinin etkisi de bir yere kadardır zira şiirin ölçütü, barometresi her defasında yine şiirin kendisidir: yazılmış, yazılacak ya da yazılmakta olan bir şiir, daha önce yazılmış başka şiirlerle gerilimli bir ilişki içindedir; müstakbel bir şiir de önünde sonunda bu gerilimden doğar ya da doğmadan ölür. Hayatta kalma ve ölme diyalektiğinin mekaniği uyarınca, edebi söylem alanında kendine has kalıcı bir yer edinme, yani çatışmalardan sağ çıkma mücadelesi estetik üretim sürecine mührünü basar. 

Zarife Biliz’in Yeryüzüne Dönerken başlığı altında toplanan şiirleri, şairin şiir üretiminin öncesine sirayet eden, özellikle Fazıl Hüsnü Dağlarca yahut Turgut Uyar gibi şairlerin etkilerinin tortular halinde diplere çekildiği, şairin kendi kayıp sesini bulduğu şiirlerden oluşan şahsiyetli bir kitap. Çeşitli mecralarda farklı zamanlarda yayımlanmış şiirler, ama nihayet bir “kitap”ta bir araya geliyor, bir “bütünlük” oluşturuyor ve okur karşısına çıkıyor. Bu itibarla da, yukarıdaki sorulardan birkaçını –karşımızdaki bir kitap olduğu için– sorabilme imkânı doğuyor: Zarife Biliz’in şiiri ne zaman ve nerede başlar? İlk şiir ya da kitabın “adı”yla mı? Şairin uzak geçmişindeki müphem bir istek ya da niyetle mi? Mümkün bunlar. 

Fakat başlıkla ilk şiir arasına konulmuş, elbette sonraki şiirlere de gölgesini düşüren, Kutsal Kitap’tan (Tevrat’tan) bir alıntı da var kitapta: “ ‘Ben toz ve külüm, bir hiçim’ dedi, ‘Ama seninle konuşma yürekliliğini göstereceğim.’” (Tekvin 18:27). Kitaba yüksel ihtimalle sonradan eklenmiş olsa da, muhtemel başlangıç anlarını, akabindeki hareketleri kendi yörüngesine çeken, üstelik şairin şiirle kurduğu sıkıntılı ilişkisini de ihbar eden, kısacası bir bağlama davet eden bir alıntı bu. Hz. İbrahim’in Tanrı’ya sarf ettiği sözler bunlar. Bir şiir kitabında ne işi var bu sözlerin? Bir çeşit merkez işlevi görüyor olabilir mi: şiirleri oluşturan dizelere, imge ve imaj kullanımlarına, motif ve kelime takımlarına da uzanan, duyumsama süreçlerini kendine çeken, zevki çoktan şekillendirmiş, metin üretimini ve onun çatışmalı dinamiklerini kendi etrafında kümelendiren bir merkez? Yüce bir otorite makamı olarak Tanrı karşısında konuşmak durumunda kalan bir peygamberin kendi kendini sıfırlama, hiçe çekme ama yine de bir yüreklilik göstererek konuşma ediminde bulunması ile şairin şiir yazma etkinliği arasında kurulacak bir bağlantı, fazla mı aşırı kaçacaktır? Şiir yazma hususunda peygamberane bir açmaz şaire de musallat olmuştur denebilir mi: Susma ve konuşma hallerini içeriden kat eden, kaygılı bir ruhsal varoluş... 

Şiirin alanına girmeden hemen önce, susmadan konuşmaya geçişte, yani bir sınır ihlalinin arifesinde şairin yakasına yapışan, onu tereddütler içinde bırakan bir yaratma sancısı, konuşmayla (yazmayla) başlayacak bir “açılma”, görünür olma süreci; bu sürece eşlik eden örtülü bir günah rejimi, “suçluluk duygusu” ekonomisi, büsbütün şiirin değilse bile en azından konuşan özne olarak şairin daha baştan “toz” ve “kül” haline gelmeye rıza göstermesi: Demek ortada bir strateji var, şairin enerjisini olduğu kadar şiiri de devindiren, sürgit kılan bir strateji. Bir yetersizliğe yaslanma, ondan beslenme, hatta onu sevme üzerine kurulu zayıf –marazi– bir strateji değil ama bu, daha ziyade büyük olan karşısında sonsuzca küçülerek, sözü ve şiirsel hareketi bu küçüklük içinden kotararak, icabında savrularak da olsa hayatta kalma stratejisi: Zarife Biliz’in şiirinin bekası bu küçülme, hiçe doğru çekilme, toz olma arzusuna bağlıdır. 

Ama duralım biraz: bir alıntının cezbine kapılarak (şairin oltasına taktığı yemi yutarak) yanlış sokaklara giriliyor, böylece şiirin menzilinden uzaklaşılıyor, yorumun sınırları mı zorlanıyor? Walter Benjamin “alıntı”lara karşı ikazda bulunur: “Çalışmalarımdaki alıntılar, yol kenarlarında bekleyip de silahla saldıran ve aylak kişiyi kanaatlerinden eden soyguncular gibidir.”[2] Mecazla düşünmenin ustalarından olan Walter Benjamin’in bu yargısını olumsuz içeriklerle değerlendirmek adettendir, oysa “alıntı”, her ne kadar silahla saldıran, şiddet uygulayan bir haydut olsa da, kurucu ve yönlendirici bir niteliğe sahip Benjamin’de: alıntılar öncelikle “aylak kişiyi” hedef alıyor, onu yorum ve eleştiri, mesnetsiz beğeniler ve “hakikat içerikleri” arasında bir tercih yapmaya zorluyor, kişiyi yolundan değil, yoldaki “kanaatler”inden ediyordur. Bununla birlikte, Walter Benjamin’den hareketle “alıntıların modern işlevinin keşfi” diyecektir Hannah Arendt, “ ‘geleceğe ışık tutmayı’ reddeden ve insan zihninin ‘karanlıkta gezinmesine’ izin veren bir geçmişin çaresizliğinden değil, bugünün çaresizliğinden ve onu yok etme isteğinden” doğmuştur.

Hannah Arendt’ten esinle: Zarife Biliz’in Kutsal Kitap’tan naklettiği söz konusu alıntı, teolojik bir geçmişin çaresizliğini, bu çaresizliğin faili olan bir peygamberin kilitlenme hallerini değil, öncelikle şiirin ve elbette şairin “bugünkü çaresizliğini” yansıtır, oraya işaret eder. Şiirin, şairin, daha genelde ise insanın dağılıp çözüldüğü bir zamansal aralıktan çıkış imkânını yoklama teşebbüsü olarak Zarife Biliz’in tavrı, şiirin şimdiki çaresizliğini, tutukluğunu, kekemeliğini gözler önüne serer.

Şair yaptığı alıntıda kendi konumunu da açık etmiştir aslında: şairin şiiri bugünün –piyasa kuvvetleri tarafından belirlenen– siyasal, toplumsal ve kültürel koşullarında toz ve kül olabilir, şair hiçlik girdabına çekilip silinebilir. Kişiyi umutsuzluğa sürükleyen, havlu atmaya iten güçlü bir ihtimaldir bu. Ama hal böyleyken bir cüret (“yüreklilik”) vardır: özneyi konuşmaya, kıymetten düşmüş kelimelere yeniden itibar kazandırmaya kışkırtan bir cüret. Zarife Biliz’in şiirinde bu cüret, “toz” zerresi kadar görünmez olan bir küçüklük biriminde işlerlik kazanır: “karınca”. “Kuşlardan öksüz kalmış bedevi” şiirinin kapanış dizelerinde görünür karınca: “Ne olmuş ben kaldıysam öksüz erken / Hem belki benim adım erken / Bir karınca ne kadar geç ya da erken kalabilirse / Ben de o kadar / O kadar işte.”[3]

***

Cüret, “Ben de o kadar işte / O kadar işte” dizelerinde olduğu üzere kırılgan bir kızgınlığı kuşanmıştır. Bu kırılgan kızgınlık, şiirin yoluna düşmüş “karınca”nın yakıtıdır. Bugünkü çaresizlik düzleminde konuşmak, şiir yazmak hususunda geç ya da erken de değildir artık, olası ayrımlar ortadan kalkmıştır. Tanrı, karşısındaki kıvranan özneyi dinlemiyor, işitmiyor da olabilir ama karınca adımlarıyla da olsa şiirsel hareket bir kez başlatılmıştır: toz ve kül bağlamını hesaptan düşmeden, karıncanın adımlarını takip ederek şiire geçelim...
[1] Andrew Bennet / Nicholas Royle, An Introduction to Literature, Criticism and Theory, New York: Routledge, 2009, s. 3. 

[2] Walter Benjamin’den aktaran: Hannah Arendt, “Walter Benjamin: 1892 – 1940”, Walter Benjamin Kitabı: Seçme Yazılar, (hazırlayan ve çeviren Tunç Tayanç), Ankara: Dipnot Yayınları, 2018, s. 58. 

[3] Zarife Biliz, Yeryüzüne Dönerken, İstanbul: Veyayınevi, 2018.