"Nefret Etmeyi Seviyorum, Bana Büyük bir Güç Veriyor"*
Erdoğan Özmen

İyice belli oldu artık. Güçlü adamlar, otoriter liderler dönemi devam edecek bir süre daha. Otokrasiyi, otoriter/totaliter rejimleri, otoriter popülizmi bir süre daha, o tek adamlardan hareketle konuşmayı sürdüreceğiz. Kazanç-kayıp hesapları yapacağız: Kazanınca o adamlar kazanmış olacak, onlar yenilince biz de galip gelmiş sayılacağız. Daha bir süre, bir takım adamlar gelip baskıcı, despotik, keyfi ve hukuksuz bir tek adam rejimi kuruyor, özgürlükleri kısıtlıyor, temel hakları askıya alıyor, kurumları ortadan kaldırıyor, toplumu istedikleri gibi şekillendiriyorlar, diye şikayet edeceğiz. Toplumdaki yozlaşma ve çürümeyi, ahlak, medeniyet ve insanlık kaidesi kaybını bu çerçevede ele almamız gerektiğini düşüneceğiz. 

Peki ama, bütün mesele Trump, Putin, Modi, Orban, Erdoğan gibi güçlü tek adamlar meselesi midir? Onların otoriter ve baskıcı yöntemleri, üstün karakter özellikleri, ikna ve bağ kurma teknikleri, siyasi dehaları mıdır mesele? Dolayısıyla onları geriletmeye, alt etmeye mi yöneltmeliyiz tüm dikkat ve enerjimizi? Böyle düşününce, en nihayetinde daha iyi ve makul başka bir takım adamları bulup çıkartmaya, onların peşine takılmaya fit olmuyor muyuz? Her seferinde aynı hüsran ve kızgınlık döngüsü olmayacak mı bizi bekleyen, kendi deneyimlerimizden bile öğrenmemekte böyle ısrar ettikçe? Kendimizi, özdeşleşmek için, aslında kendi zevkinin (jouissance) peşinde koşmaktan başka bir şey yapmayan ilksel/anal bir baba arayıp duran olgunlaşmamış çocuklar seviyesine mıhlayarak nasıl farklı bir hayat tasavvuru geliştirebiliriz ki?

***

Bugün ihtiyacımız olan, bu senaryoyu tam tersine çevirmek değil midir? O adamları, esasında toplumdaki yapısal rahatsızlıkların semptomlarından biri olarak kavramamız gerekmiyor mu? O otoriter/totaliter figürler, bir toplum olma halini aşındırıp duran, bir insan toplumu olarak kalmanın tüm referans ve çıpalarını ortadan kaldıran bünyevi parçalanma ve yıkıntının, çürüme ve dağılmanın temsilcisi (ve örtüsü) olmaktan başka ne ki aslında?

Bütün hikayeyi mesafeli ve soğuk (zaman zaman belirli bir duygusuzlukla malül olabilen) sınıf, sınıf ilişkileri, sınıflar arası güç dengeleri gibi kavramlara bire bir tercüme etmeyi önermek değil amacım. Ya da daha doğrusu aradaki dolayımları, kültürün oluşumlarını, ideolojinin işleyişlerini dikkate almaksızın yapılan (esasında en nihayetinde yapılması gereken) böylesi bir tercüme, tam da bu erkenciliği ve toptancılığı nedeniyle gücünü kaybedebiliyor.

Yine de ama, inanılmaz bir sefalet ve zenginlik üreterek işleyen, bütün konumları ve ilişkileri alt üst eden, hem madden hem manen yersiz yurtsuz bırakan kapitalist piyasadan söz etmeliyiz. Günümüzün küreselleşen dünyasında, sırf sermaye ve mallar sınırsızca dolaşsın, kar oranları düşmesin diye mevcut yapı ve kurumların, kural ve ilkelerin yok edildiği bu düzensizlik, güvencesizlik, belirsizlik ve hukuksuzluk halinden. Ürkütücü biçimde genişleyip açılan, sınırları silinen, yok olan bir dünyadayız çoktandır. Kendi sıradan hayatlarımız üzerinde bile herhangi bir etkide bulunma ve seçim yapabilme imkanımızın kalmadığı, yapıp etme kudretimizi ve öz-saygımızı yok eden bir dünya sahnesinde (kapitalizmin çölünde) gelecek duygusunu kaybetmiş savunmasız biçareleriz. En ilkel korku ve endişelerimizin tetiklenmesi, en ilkel fantazilerimize sığınmamız sebepsiz değil demek ki.

Demek herhangi bir sorumluluk üstlenme ve insiyatif alma kapasitemize inancımızı kaybetmişsek artık, daimi depresyon ve anksiyete atakları yüzünden böylesine güçsüz düşmüşsek, tümgüçlü/otoriter figürlere yapışmak, onlara sokulmak, onlarla özdeşim kurmak kaderimizdir. İhtiyacımız olan güvenlik ve korumayı sağlasınlar, beyhude çırpınışlarımız son bulsun, o yükten temelli kurtulalım beklentisiyle onları o güç ve imtiyazla donatanın kendimiz olduğunu fark bile edemediğimiz bir ruhsal iklim böylece kurulmuş olur. Zaten, belki de otoriter figürün açmazı da budur: Kendisine yansıtılan o tümgüçlü rolle özdeşleşmenin, onu üstlenmenin daimi basıncı altında yaşamak zorundadır. İhtişam ve kudretinin işaretlerini çoğaltmak istemesinin, büyük törenlerin ve debdebenin gerisinde, bu aşırılıkta bir görgüsüzlükten çok işte bu zorunluluk vardır. Birkaç on yıl önce herhangi bir iktidarı epeyce yıpratabilecek saraylar, lüks arabalar ya da acayip zenginleşme konularının bugün aynı iktidarı güçlendirmesinin hikmeti burada aranmalıdır: Otoriter figürün, zaten bizim onu görmek istediğimiz makamla özdeşleşme çabasında. Söz konusu figürün paranoya nöbetlerinin (Hitler’i düşünelim) bir sebebi de budur şu halde. Demek otoriter figürün gündelik hayatlarımıza kadar müdahil olmasını, herşeyi planlamasını, her yerde mevcut olmasını isteyen bizleriz aslında. Artık bundan böyle bir sorumluluk etiğinin, bir ahlakın özneleri olmamız da gerekmez. Zaten olamadığımız ve olamayacağımız o şey, yüz kızartıcı iktidarsızlığımız ve yetersizliğimiz kendi gözümüzde de doğrulanmış olur. Böylece en feci kabahatleri hiçbir suçluluk hissetmeden işleyebilir, korkunç bir zevkle harmanlanan korkunç şiddet eylemlerine girişebilir, her tür ihlalde bulunabiliriz.


Tekrar eden bir yansıtmalar ve içe almalar zinciridir bu. Tümgüçlü otoriter figür, yalnızca topluluğun tümgüçlülüğe/büyüklenmeciliğe yönelik inancının/beklentisinin/arzusunun ve bunun karşılanması talebinin yansıtılmasından/ürününden ibarettir. En nihayetinde, yarattığımız tümgüçlü figürü içimize alarak, bu psişik cannibalistik jestle çemberin tamamlanması için (ya da çemberin ilk hareketini başlatan) atılması gereken bir adım daha vardır. Soy faşist hareketlerin alameti farikası yahudi figürünün inşasıdır bu. Toplum, daima uzlaşmaz çıkarlarla, antagonist yarılmalarla cisimleşen asimile edilemez bir uzama, bir fazlalığa sahiptir. Toplumun kendini tutarlı bir bütün olarak kurması (tutarlılık yanılsaması) için o antagonizmaların bastırılması gerekir. İdeolojinin işlevi budur. Toplumdaki bütün aksaklık ve kötülüklerin yansıtılabileceği, kendi önceliklerini toplumun genel esenliğinin üstüne yerleştirdiği varsayılan günümüz yahudisi (kendi ideolojik sistemimizin tutarsızlığını gidermenin bir yolu olarak ideolojik yahudi figürü) katına epeydir eğitimli seçkinler, tuzu kuru tahsilliler, batılı değerlere göre yaşayan halktan kopuk aydınlar yerleştirilmiş durumda. Korkunç kapitalizm çölünde, bu vahşet kuşağında, mutlak çaresizlik zamanında, şirket-devletler çağında esasında kendi yetersizlik ve başarısızlıklarımızla baş etmenin yolu olarak icat ettiğimiz nefret nesnesi. Zaten ancak böylesi somut ve savunmasız bir nesne karşısındaki nefret bu denli ürkütücü ve zevkle yoğrulmuş olabilir. Hınçla dile gelen “nefret etmeyi seviyorum” ifadesinin gücü ve tutarlılığı, el mesafesindeki komşumuzu, yanıbaşımızdaki ötekini yoksunluk ve sefaletimizin faili konumuna yerleştirebilmemize bağlıdır.

Demek burada bir de, otoriter figürlerin cehalet, kaba sabalık ve hoyratlıklarının (Trump örneği, örneğin), derhal bir alay ve aşağılamanın konusuna dönüştürüverdiğimiz tüm o negatif özelliklerin, çoktan tam da özdeşleşilecek özellikler arasındaki yerini almış olması vardır.

Velhasıl, gözümüzü otoriter figürlere, onların yapıp ettiklerine değil, topluma, oradaki müşkülat ve açmazlara, müşterek zayıflık ve yetersizliklerimize çevirmek en hayırlı ilk adım olacaktır. Kendimize çevireceğiz bakışımızı. Tüm bu melanetleri toplumdaki çözülmenin semptomları olarak görerek başlayacağız. Olanları ince ince ve acele etmeden düşünmek ve anlamak için. Tarih sahnesine çıkmamız, sahici bir kardeşlik, eşitlik ve adalet sözleşmesiyle mümkün olacaksa şayet... Biz buna inanmaya hâlâ devam ediyorsak.



* Fethi Benslama, Ölüm Siyaseti, çev. Orçun Türkay, İletişim Yay. 2018, s.11 (Klinik çalışmaları sırasında görüştüğü radikal islamcı bir gencin sözlerini aktarır Benslama)