Trump'tan Önce Berlusconi Vardı
Ahmet İnsel

Trump bu gidişle görevden alınan ilk ABD başkanı mı olacak? Kasım ayında Kongre’de Cumhuriyetçilerin çoğunluğu kaybetmesi durumunda, başkanın görevden alınması sürecinin başlaması mümkün. Sonuç alması zor ve uzun olan bu görevden alma prosedürü başlarsa, Trump da Nixon gibi istifa ederek, tarihe bu kara lekeyle geçmek istemeyebilir. Ama kendisine yöneltilecek ve giderek belirginleşen suç iddiaları, başkanlıktan istifa etse de, yargının elinden kurtulmasına pek imkân verecek gibi değil. Bu nedenle Trump’ın sonuna kadar direnmesi, hatta ikinci kez seçilmek için elinden ne gelirse yapması bekleniyor. “Beni görevden alırsanız, ekonomi altüst olur” tehdidini savurması, tam da Trump’a yakışan bir tavır oldu. 

Yargıyı denetimi altına alamamış popülist otoriter liderlerle, yargıyı bütünüyle denetimi altına almış otoriter liderler arasındaki en büyük fark bu. Trump vakasının öncesinde, benzer bir durum İtalya’da Berlusconi iktidarında yaşandı. Aralık 1994’te ilk kez başbakan olan ve İtalya’da en uzun süre başbakan olma rekorunu halen elinde tutan Berlusconi de, yargıçların çok uzun bir mücadelesi sonucunda, 2013’te vergi kaçakçılığından ceza alıp, seçilme hakkını yitirdi. Senato üyeliği düştü. İtalyan yargıçlarıyla Berlusconi arasındaki mücadele 1980’lerde başlamıştı, ancak ve kısmen yirmi beş yıl sonra sonuçlandı.

Berlusconi vakasını hafife almamak lazım. Birçok açıdan Trump’ın popülizminin, otoriterliğinin ve anti-konformist gericiliğinin öncüsüydü sabık Il Cavaliere.[1] Her şeyden önce, Trump gibi milyarder olması başlı başına üzerinde düşünülmeye değer bir olgu. Silvio Berlusconi 1994’te başbakan olduğunda İtalya’nın en zengin kişisiydi! Trump ABD’nin en zengini değil. Hatta gerçek servetinin söylendiği kadar yüksek olmadığı da iddia ediliyor. Ama dolar milyarderi olduğu şüphesiz. İş dünyasından gelen, daha önce herhangi bir siyasal yönetim görevinde bulunmayan bu dolar milyarderlerinin, gelişmiş iki Batı demokrasisinde bir anda seçimle yönetimin başına gelmiş olmaları, her iki ülkede de bir ilk. Başbakan veya başkan olunca, ekonomik faaliyetlerinden ellerini ayaklarını çekmemeleri de yeni bir olgu. Bunar gelişmiş demokrasi olarak tanımlanan ülkelerde yakın zamana kadar pek rastlanan bir durum değildi.

İkilinin servetlerinin kaynağını oluşturan faaliyetler de benziyor: İnşaat ve gayrimenkul yatırımları. Babasının uzun yıllar çalıştığı Rasini Bankası’nın, Berlusconi’nin inşaat işine girerken mali destek verdiği biliniyor. Rasini Bankası 1980’lerde kara para aklama davalarının hedefi olmuştu. Bankanın Cosa Nostra’nın paralarını aklayan bankalardan biri olduğu iddia edilmişti. Nitekim, bu kara para aklama davalarında itirafçı olanlardan birinin iddialarının izini süren sorgu hâkimleri, 2001’de Berlusconi’nin holdingi Fininvest’in 1980’lerde mafyanın yirmi milyar liret parasını kullanarak televizyon kanallarına sahip olup olmadığını araştırmışlardı. On sekiz ay süren soruşturma sonunda, Berlusconi’nin birçok şirketinin kuruluşunda aracılık eden bir finans şirketinin bütün evrakının ortadan kaybolduğunu sorgu hâkimleri keşfetti. Berlusconi başbakan olarak sorgu hâkimlerinin karşısına çıktı çıkmasına ama susma hakkını kullanıp, başbakanlığa döndü. 

Berlusconi, 1980’lerde yerel televizyonları satın alarak, on yıl içinde Mediasat bünyesinde İtalya’nın en büyük özel medya grubunu kurdu. Bu yükselişi sırasında en büyük yardımcısı, İtalyan Sosyalist Partisi’nin lideri, birçok koalisyon hükümetinin üyesi veya başbakanı Bettino Craxi idi. 1984’te Başbakan Craxi, Berslusconi’nin yasadışı konumda olan televizyon kanallarının mahkeme tarafından kapatılmasını engelledi. 1990’da Fininvest’in medya ve reklam alanındaki tekelinin mahkemeler tarafından bozulmasını engelleyen yasayı çıkaran gene Craxi hükümeti idi. 

İtalya’da 1992-1994 arasında bütün siyasal partileri altüst eden Temiz Eller Operasyonu’nun birinci şüphelisi olan Bettino Craxi’yi kurumsallaşmış yolsuzluğun simgesi olarak tanımlamak mümkün. Craxi, 1993’te yolsuzluk suçundan 27 yıl hapis cezası aldı. Cezasının kesinleşmesi öncesinde, yurtdışına çıkış yasağı gelmeden, 1994’te Tunus’a kaçtı ve 2000’de Tunus’ta öldü. Ama kızı Berlusconi’nin partisinden milletvekili seçildi ve dördüncü Berlusconi hükümetinde görev bile aldı. Craxi, Berlusconi’nin ikinci evliliğinin şahidi ve kızının vaftiz babasıydı.

Berlusconi’nin İtalya’da kurumsallaşmış yolsuzluk ağı içinde önemli bir yeri hep oldu. Bir yandan siyasetle mafyanın buluştuğu P2 Mason locasına 1978’de üye olurken, diğer yandan “sosyalist” Craxi ile dostluğunu sürdürüp, aynı zamanda İtalyan faşist hareketinin uzantısı İtalyan Sosyal Hareket Partisi’ne (MSI) yakın durdu. 1986’da Milan A.C. kulübünü satın alırken, bunu siyasete girişin hazırlığı olarak tasarlamıştı. Daha sonra Temiz Eller Operasyonu’na dönüşen “Tangentopoli” yolsuzluk operasyonunda Craxi hakkında ondan fazla yolsuzluk suçlamasıyla soruşturma açılmasına rağmen, Berlusconi bu operasyondan kurtuldu. Temiz Eller operasyonu İtalyan siyasal alanını tarumar ettiği sırada, 1994’de Forza İtalia partisini kurdu ve kurduktan iki ay sonra yapılan seçimlerde mecliste çoğunluğu kazanıp, başbakan oldu. Bu ilk başbakanlığı dokuz ay sürdü ama Berlusconi’nin 2001-2006 ve 2008-2011 arasında yeniden başbakan olmasının yolunu açtı. Berlusconi halen İtalya’da en uzun süre başbakanlık yapmış kişi olma sıfatını koruyor. 2013’te en sonunda hakkında vergi kaçakçılığı suçundan verilen ceza kesinleşince, seçilme hakkını kaybetti ve senatörlüğü düştü.

Berlusconi, Trump’ın siyaset sahnesine çıkmasından yirmi beş yıl önce başlayan siyasî kariyerinde, bugün Trump’ın sergilediği siyasal tavırları İtalyan estetiği ve al-ver pazarlığı geleneği içinde sergiledi. Orta sınıfların, esnafın, küçük işletme sahiplerinin desteğini alan Berlusconi, ülkeyi şirket-devlet modeli içinde yönetmeyi vaat ediyordu. Hükümetin halka hizmet götürmek için var olduğunu, hizmet üretmenin de şirketlerin işi olduğunu vurgularken, devleti asalak bir memur ordusunun toplumu sömürdüğü bir örgüt olarak gören İtalyanlara özgü yaygın kanaati kışkırtacak her türlü fırsatı kullanmayı ihmal etmiyordu. Aynı zamanda, adı o zamanlar Kuzey Birliği olan, “Güneylilerin tembellik ve asalaklığını”, “Roma sömürgeciliği”ni teşhir eden bölgesel ırkçı partiyle (şimdi iktidar ortağı olan Liga) koalisyonlar kurmayı hiçbir zaman ihmal etmedi. Post-faşist MSI’yi ise, en sonunda, Forza Italia’yı 2009’da dönüştürerek kurduğu Özgürlük Halkı (PDL) partisi içine aldı.

Berlusconi’nin siyaseti bir pazarlama olarak görmesi ve şahsi servetini ve şirketlerini bu pazarlama işinin finansmanına (kamuoyu araştırmaları, kampanyalar) ve yönlendirmesine (televizyonlarda siyasal talk-showlar) hasretmesi, dünyada başlayan yeni bir çığırın öncüsüydü. 1990’larda başbakan iken, İtalya’da televizyon sektörü oligopol durumuna gelmişti. Bir yanda RAI bünyesinde üç devlet kanalı, diğer yanda Berlusconi’nin üç kanalı vardı. Devlet televizyonu İtalya’da iktidardan hiçbir zaman bağımsız olmadığı için, Berlusconi 2001’de ikinci kez başbakan olduğunda aslında fiilen bir televizyon tekeline sahipti. 2002’de Sınır Tanımayan Gazeteciler ilk basın özgürlüğü sıralamasını yayınladıklarında, İtalya AB içinde en kötü durumda görünüyordu. Dünyada da kırkıncı sıradaydı. O zamanlar sosyal medya bugünkü gibi gelişmemişti. Şimdi otoriter popülist liderler televizyon tekeli peşinde koşmanın yanında, sosyal medyayı da tekelleri altına almak için “yasak ve trol” ikilisini birlikte kullanıyorlar.

Trump, Berlusconi’ye siyaseti bütünüyle kutuplaşma üzerine kurması ve bu kutuplaşmayı da bir kişilik kültü üzerine oturtması açısından da benziyor. Berlusconi bir gün kendini “siyasetin İsa’sı” ilan etmekten çekinmemişti. Bu benzetmeyi, kötülük timsali yargıçların sürekli peşinde olduğunu ve onu İsa gibi çarmıha germek istediklerini ifade etmek için yapmıştı. Ne var ki, bir yandan aile, ahlâklı davranış gibi Katolik değerlerinin önde gelen savunuculuğuna soyunan Berlusconi, özel hayatındaki skandallarla, iş hayatında ardı arkası kesilmeyen yolsuzluk, vergi kaçakçılığı, yemin altında yalan söylemek, kara para aklamak gibi yüz kızartıcı suçlarla suçlanmaktan geri kalmadı. Bunlara rağmen, 1994’ten bu yana birçok kez İtalya’da seçimlerin galibi olarak çıkmayı başardı. 

Berlusconi’nin bütün bu handikaplarına rağmen İtalyan siyasetine baştan ayağa yeni bir şekil veren bir dönüşümün önde gelen figürü olmasının ardında, İtalyan seçmenlerinin önemli bir kısmının Berlusconi’nin şahsına, yaşamına, yaptıklarına değil, vaat ettiklerine önem veriyor olmaları yatıyordu. Yüksek vergi ve düşük kalitede kamu hizmeti ikilisine tepkiyi yöneten, yönlendiren Berlusconi, daha iyi bir kamu hizmeti getirmediği gibi, zenginlerin yararına uyguladığı vergi indirimleriyle İtalyan devlet bütçesinin daha da kötüleşmesini sağladı. Ama Berlusconi, bugün Trump gibi, kamuoyunu bilgilendirmede manipülasyon ustasıydı. Yargıyı denetim altına almak en büyük kaygısıydı. Otoriter, otokratik tepkiler sergilemekten geri kalmıyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa demokrasilerinde görülmemiş bir boyutta kendini kanunların üstünde görüyordu. Yargıya karşı açıkça bu boyutta bir bilek güreşini, 1945 sonrasında Batı Avrupa’da ilk kez Berlusconi başlatmıştı. Bugün Polonya’da, Macaristan’da otoriter muhafazakâr yönetimler de Berlusconi’nin teşebbüslerini daha başarılı biçimde hayata geçiriyorlar.

Berlusconi, onun televizyon kanallarında sergilenen kültürü benimsemiş sıradan İtalyanların lideriydi. Onların gözünde Il Cavaliere, yerleşik kuralları hiçe sayan, kadınları fetheden, giriştiği her işi başaran, kendi çabasıyla bu yerlere gelmiş, kısacası establishment’ı deviren, devre dışı bırakan, onların olmak istedikleri gibi biriydi. Sistemin tam içinden, göbeğinden gelip, sistem karşıtı bir söylem benimseyerek, tam kendi söylemek istediklerini dile getiriyordu. Berlusconi’nin entelektüel çevrelerde çok alaya alınan cehaleti, konuşmalarının vülgerliği, kendini beğenmişliği, aslında televizyonlarında yayımlanan sokak röportajlarındaki İtalyanları yansıtıyordu. Berlusconi vakasının sırrı esas burada yatıyor.   

Berlusconi, Trump’ın daha gelişmiş bir örneğini oluşturduğu, “rezil/namussuz” (populismo furfante) veya “haydut” popülizmin (rogue populism) Batı demokrasilerinde iktidara gelmiş ilk örneği idi. O zamanlar biraz folklorik bir analiz nesnesiydi. Şimdi dünyanın egemeni olan devletin başına onun bir benzeri gelince, iş bambaşka bir vahim çehre kazandı.



[1] 1977’de aldığı Ordine al merito del lavaro nişanının şövalye (cavaliere) rütbesine binaen, Berlusconi kendisine Il Cavaliere olarak hitap ettirmeye başladı. 2014’te vergi kaçakçılığından ceza yiyince, nişanının geri alınmasından önce, kendisi nişandan feragat etti.