Oedipus Karmaşası (XVIII): Narkissos'tan Oedipus'a (III)
Erdoğan Özmen

İnsan kendi içindeki tutarsızlığı, bölünmüşlüğü, parçalanmışlığı maskelemek ve/ya da telafi etmek için kendine bütünlüklü hayat hikayeleri oluşturur diyorduk. Aynı zamanda kendini kandırmaya matuf hikayelerdir bunlar. Kendini kandırmanın ustasıdır insan. İnsanın iç dünyasının hakikatinin semptomlarda, rüyalarda, yerinden edilmiş kelimelerde, yersiz ve apansız ifadelerde, tökezlediğimiz yerde, acının ısrar edişinde, demek o tutarlı hikayenin dengesini ve tutarlılığını bozan, huzurunu kaçıran jestlerde dile gelmesi bu yüzdendir.

Ama ruhsal dünyada her şey kayıt altına alınıyor, hiçbir şey silinmiyor ve yok olmuyor. Büyüdükçe, olgunlaşdıkça edindiğimiz tüm işlev ve kapasitelerle en ilkel/ilksel olanlar yan yana bulunmaya devam ediyor. Sadece yeni ve sonradan gelenler öncekileri yeni bir yazıma tabi tutuyor, onları yeniden yapılandırıyor. Bu geri dönüşlülüğü (retroactivity), yani insanın zamanının çizgisel/kronolojik bir yörüngeden kurtarılıp aynı zamanda ileri geri hareket eden bir kipe yerleştirilmesini belki de psikanalizin en önemli kavramı/keşfi saymalıyız. Müthiş bir keşiftir bu, insanın imkân ve çarelerini sınırsız bir düzleme taşır. En karanlık zamanlarda bile umudun daima var ve orada olduğunu duyurmaya devam eder. Bir de, bu yüzden o soru hiç yabana atılmamalı demek ki: Büyüme/olgunlaşma dediğimiz şey ne ki aslında?

Bilinçdışında zaman kavramı bu yüzden yoktur. Freud’un büyük bir heyecanla başvurduğu arkeoloji metaforunu da bu çerçevede kavramalıyız demek ki. Ruhsal hayatın derinliklerine, bilinçdışı bastırılmış içeriklere arkeolojik bir kazı yapıyormuşçasına ulaşmak olarak filan değil, hemen her ruhsal işlevde önceki tüm unsurların da varlığını sürdürüyor olması anlamında. Alternatif bir zamansal sekanstır artık söz konusu olan: Daha önce meydana gelmiş olan bir şey -travmatik bir deneyim örneğin- kendi anlamına onu izleyen şey sayesinde kavuşabilir ancak. Geçmişin anlamı yalnızca virtüeldir ve bu yüzden daima ancak yeniden yazılabilir. Psikanalizin kaba maddeci yorumlarına göre, güya tüm hakikatimizin ve kaderimizin kararlaştırıldığı o uzak ülkede demek ki, çoktan demirlemiş, orada sabitlenmiş değişmez anlamlar aramak, bu amaçla geçmişi merak etmek ve incelemek boşunadır.

***

Narsisizm ya da “kendi imgesine duyulan aşk”, demek ki ayna ile ilintili olarak ya da ayna karşısındaki hallerimiz olarak kavranabilir ancak. Aynadan başlar narsisizm, aynadaki imgeyi sıkıca yakalama çabasından, aynadaki imge karşısındaki sevinçli çığlıktan, aynada kıskıvrak yakalanma, ayna ile büyülenme, aynaya düşmekten: Çok geniş bir yelpazeden söz ediyoruz demek ki: Bir yanda yavrusunu usanmadan aynalayan anne, onun parlayan gözleri ve hiç karşılıksız bırakmayan gülüşlerinde yansıyan sevinç - imgenin kurucu/oluşturucu işlevi onun sayesinde gerçeklik kazanıyor, kendi ayna imgemizi onun sayesinde içselleştiriyoruz-, ama diğer yanda da nefessiz bırakan, aşırı-koruyucu ebeveynin baştan çıkarıcı ve klostrofobik/ boğucu aynalama jestleri, melankolinin pençesindeyken iyice ıssızlaşan evlerdeki sinir edici aynalardan yansıyan imgemiz….

Tam olarak yetersiz ve erken doğumuzdan sonra, sonradan geliştireceğimiz kapasite ve yeteneklerimizden tümüyle mahrumken, mutlak anlamda aciz ve bağımlıyken, yine de gerçekleştirdiğimiz harikulade bir jestin yeridir narsisizm. Bir hiçken neredeyse, bir hiçken bile, yapabildiğimiz bir atılımın, kendimizin ötesine geçebilmenin yeri. İlk büyük paradoksudur bu insanın. Bir bütünlük ve eşgüdüm hali/duygusundan yoksun, demek bölük pörçük bir benlik (self) deneyimine sahipken aynadaki imge sayesinde kendimizi ilk kez bütün/tam bir varlık olarak görür/deneyimleriz. İnsanın libidosunun tümüyle kendine yatırıldığı/tahsis edildiği birincil narsisizm durumu: Freud’a göre, kendiliğinden gerçekleşen, bir tür “hardwired (donanımla bütünleşik) animal narsisizm”dir bu.[1] Lacan’a göreyse, söz konusu ideal imgenin içselleştirilmesi kendiliğinden gerçekleşen bir süreç değildir. Bunun için ebeveynin “Sen busun!” diyen onaylayıcı ve işaret edici jesti gereklidir.

Narkissos’un trajedisinin nedenidir bu. Eşsiz bir dayanak, imkân, fırsat sağlayan narsisistik momentin nasıl yıkıcı ve ölümcül olabileceğinin hikayesidir. Kendi ayna imgesi tarafından büyülenmiş/tutsak edilmiş, hipnotize ve paralize olmuş halde elinden gelen sadece bakışını sürdürmeye çalışmak. Kendi ve sadece serap ve kurgu özelliğine indirgenmiş/düşmüş kendi imgesinden ibaret bir kapana kısılmış halde ölümcül serüvenine devam ediyor.

“Belki de Narkissos’un sorunu, kendi olarak ve kendinden fazla sevdiği bu imgeyi kendi içine alamamasıdır. Ayna evresindeki çocuğun Parental Ötekinin yardımıyla yapabildiği biçimde o imgeyi içe yansıtamaması, içselleştirememesidir. Narkissos vakasında vuku bulan şey, sevilen imgenin dışarıda, kendinin dışında kalmasıdır.”[2]

Selfie çağında, yani sözün düştüğü ve böylece boşalan yeri imgenin/imajın istila ettiği bir zamanda ne kadar dertlensek yeridir. Politik eylemin imkânsız bir alana, sahteliğin, gösterişçiliğin ve yapaylığın yerine dönüşmesini, sahiciliğini kaybetmesini çoktan kanıksadık bile.


[1] Bruce Fink, Lacan on Love, Polity Press, 2016, s. 56.

[2] A.g.y., s. 76.