Yüksek Yargı-Kuvvetler Ayrılığı
Barış Özkul

Cumhurbaşkanı Erdoğan, mevcut Anayasa’da idarenin icraatını denetlemek üzere kurulmuş Yüksek Yargı organı olarak tanımlanan Danıştay’a “Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle ilgili Danıştay'dan bunu soracak, oradan izin alacak, müsaade alacaksak o zaman ben bu makamda durmayayım, çekeyim gideyim...” diye çatarak Kuvvetler Ayrılığı ilkesine ve yargı bağımsızlığına ne kadar saygılı olduğunu bir kez daha gösterdi. Sınırsız yetki ve iktidar kullanımına dayalı Türk tipi başkanlık sisteminin mantığına uygun bir yakınmaydı aslında bu ve içinde bulunduğumuz dediğim-dedikçi otoriter-popülist liderler devrinde Yüksek Yargı denetiminden hoşlanmayan tek devlet başkanı Erdoğan değil. Trump, Amerika’da iktidarının önündeki en büyük engel olarak yargıçları görüyor; Polonya’da yüksek yargının yüzde kırkı bir gecede tasfiye edilirken Ulusal Yargı Konseyi’nin başına devlet başkanının istediği yargıç tayin edildi ilh.

Avrupa Birliği’nin yetkili komisyonları popülist liderlerin Yüksek Yargı’ya müdahalelerini Kuvvetler Ayrılığı ilkesinin ihlalini önlemek adına çeşitli vesilelerle protesto etse de, protestoyla falan üstesinden gelinemeyecek bir değişimin eşiğinde olduğumuzu gösteren işaretler çoğalıyor. Bu değişim ihtiyacını yaratan eğilimi sadece Erdoğan ve Trump gibi liderlerin varlığıyla (onların bireysel özellikleri veya mizaçlarıyla) açıklamak iki yüz yıldır yürürlükte olan mekanizmanın eksiklerini, yetersizliklerini görmezden gelmekle sonuçlanabilir.

Bildiğimiz anlamda “Kuvvetler Ayrılığı”, siyasal liberalizmin bir buluşu olarak, büyük ölçüde 18. yüzyıl siyaset felsefesinin ürünüdür. Descartes’tan aklın bağımsızlığı ilkesini miras alan Rousseau, bu ilkeyi devlet idaresinin ancak özgür/bağımsız bireylerden oluşan halkın özgür seçimi sonucunda belirlenebileceği şeklinde kurallaştırmıştır. Bu formül aynı zamanda monarşiden cumhuriyete geçişi karakterize eder  – monarşi geleneğe, cumhuriyet halkın özgür iradesine (“milli irade”ye) dayanır. Ama iktidarın genel iradeyi temsil etmekle kazandığı meşruiyet demokrasinin/cumhuriyetin gerekli koşulu olsa da yeterli koşulu değildir. İktidarın seçiliş biçiminin yanısıra uygulanış biçimi de meşru olmalıdır. Tam da bu noktada Montesquieu ve Kuvvetler Ayrılığı ilkesi devreye girmiş; bireysel özgürlükleri güvenceye alan bir yargı erki eliyle siyasal iktidarın sınırlandırılması demokrasinin önkoşulu haline getirilmiştir.

Türkiye’de iktidarın uygulanış biçiminin demokratik meşruiyeti ezelden beri pek kimsenin umurunda olmadığı gibi (Cumhuriyet'in kurucusu, Montesquieu’yü mecnun ilan etmişti) Kuvvetler Ayrılığı ilkesini görece yürürlükte olduğu dönemlerde bile etkisiz kılan bir zihniyet ortaklaşmasından söz etmek gerekir: Kuvvetler Ayrılığı’nın “bireysel özgürlükleri güvenceye alan bir yargı erki”nin varlığı durumunda etkili olabilecek bir mekanizma olduğunu belirtmiştik. Türkiye gibi anti-demokratik toplumlarda yargı mensupları zihniyet itibarıyla “evrensel hukuk ve akıl”dan önce devlete bağlı oldukları için siyasal iktidardan bağımsızlık, bireysel-siyasal özgürlükleri korumak anlamına gelmez (Kuvvetler Ayrılığı’nın kısmen yürürlükte olduğu 2000’lerin ortasında Yüksek Yargı’nın verdiği Hrant Dink kararlarını hatırlayalım). “Savcı” kelimesi “sav”dan, yargıç kelimesi “yargı”dan, yani bir akıl yürütme faaliyetinden türediği halde siyasî bir davayla karşılaşan bir Türkiyeli savcı veya yargıç için akıldan önce “devletin menfaatleri” ve devlet memuriyeti gelir.

Ama bunu söylemekle sınırlı bir durum tespitinde bulunmuş oluyoruz; Kuvvetler Ayrılığı’nın Türkiye'yi aşan bir küresel sorunun tezahürü olmasının uzun vadeli nedeni siyasal liberalizmin bireysel özgürlükleri “güvenceye alma”, “koruma” vurgusunun tarihin şu aşamasında kaynaklarını tüketmiş olmasında yatıyor. Güvenceye alma ve koruma ihtiyacı, velayet ve vesayet altında olan, “edilgin” bir bireye işaret eder. Siyasal liberalizmin bireysel özgürlük tasavvuru bu anlamda inşa edilecek veya içeriklendirilecek pozitif bir ufuk olmaktan çok korunup vasilik edilecek bir özel alanla sınırlıdır ve bireysel özgürlükleri salt güvenlik ihtiyacına indirgeyen bu tasavvur dahilinde Kuvvetler Ayrılığı, Türkiye gibi cemaat toplumlarında yerini kolaylıkla bir baba figürüne, bir tek adama bırakabilir.

Sağ-popülist moment, Kuvvetler Ayrılığı’yla birlikte geleneksel dünyanın başka birçok kurumunu da dibe vurdururken henüz yeni kurumlar ve bunları içeriklendirecek aktörler ortaya çıkmış değil. 1990’ların ikinci yarısında Amerika, Avrupa ve Türkiye’deki bazı sınırlı çevrelerde bir üslup olmaktan uzaklaşıp bir hakikat iddiasına dönüşen postmodernizm öncelikle bir anlam boşluğunu ifade ediyordu: Sovyetler yıkılmış, Soğuk Savaş sona ermişti. Marksizm’in, büyük anlatıların, derken Aydınlanma’nın sonunu ilan eden postmodernizm, Sovyetler’in ve reel-sosyalizmin yıkıntıları arasında başgösteren anlam ve değer buhranına yanıt olarak kimlikleri (öncelikle dinî kimlikleri) öne çıkartmaya koyuldu. 11 Eylül saldırısının ardından, hâlen içinde bulunduğumuz “sağ-popülist moment”i doğuran süreç başladı ve kimliklere ya da bireyi "devlet adına" güvence altına alıp edilginleştiren geleneksel kurumlara sarılarak yeni bir demokratik dünyanın inşa edilemeyeceği ortaya çıktı. 

Eski dünyanın kurumlarıyla sınırlı kalmadan yeni bir demokratik toplum sözleşmesi tahayyül etmek, devam eden sürece reaksiyon ve ret ilişkisinin ötesinde bir müdahalede bulunmak bugün popülizmle "içeriden" mücadelenin tek yolu gibi görünüyor.