Muhafazakârları Kurtarmak
Polat S. Alpman

Türkiye’deki muhafazakârlığın ya da muhafazakâr olarak tanımlanan kesimlerin özgürlük bahsindeki samimiyetleri ve ciddiyetleri kadar ilgileri ve dikkatleri, bu meseleyi politik mücadelenin merkezi haline getirenler için özel bir önem teşkil ediyor. Özgürlük gibi, nihayetinde hukuki olan bir tartışmayı birçok veçhesinde tartışmak mümkün olsa da, Türkiye sağı açısından bu mesele, özgür olmanın değil, kimin ve kimlerin özgür olmaması gerektiğiyle ilgili bir meseledir. Bu nedenle özgürlük bahsinin öznesi hâlihazırda yaşamakta olan insanlar ve kişi hak ve hürriyetleri ile değil, kolektif kimliklerle ilgili ve sıklıkla bir tehdidin ve tehlikenin zımni ifadesi olarak hissedilip dile getirilir.

Özgürlük bahsinin kolektif kimliklerle ilgili bir mesele olarak kavranmasının ve bunu kişi hak ve hürriyetlerinden daha çok toplumdaki kimliklerle ilgili bir mesele olarak ele alınmasının ilk örneklerinden biri Alevi Çalıştayları sürecindeki tartışmalarda da kendini gösterdi. O dönemdeki hükümetin kendine dert ettiği soru Aleviliğin tanımlanmasıydı. Alevilik bir kez tanımlanabilirse önlerindeki devlet engeli kaldırılacak ve onlar da Türkiye’nin mümtaz vatandaşları arasına karışabilecekti. Hükümet açısından bu tanımlama gayreti bir sonuç vermedi. Yine de bir rapor yayınlandı ve hükümetin Alevi toplumuna ilişkin kanaatlerinin ve beklentilerinin herhangi bir yenilik içermediği, Alevi toplumunu “çok boyutlu bir güvenlik sorununun birer parçası olarak” görmeye devam ettiği, Sünni kesimlere yönelik izahat dilinin benimsendiği ve devletle Alevi toplumu arasında yeni bir dil ve jest inşası içermediği, dahası Alevilerin sorunlarına ilişkin tarihsel meselelerin devlet eliyle yeniden yazılmak istendiği göze çarpıyordu [1].

Benzer örnekler, Türkiye toplumunun diğer kesimleri için de verilebilir. Tanınma talebindeki herhangi bir kolektif kimliğin karşısına siyasal egemenliğin kudretiyle çıkmak, onu tanınmaya değer görmemek popülist otokrasilere özgü ve onlarla sınırlı bir yönetim tekniği değil. Buradaki tuhaf durum, özgürlük taleplerinin farklılığına ve çeşitliliğine verilen cevapların tekdüzeliğinden kaynaklanıyor. Bu tekdüzelik ise özgürlüğü tesis eden özne olarak kendini işaret etmek, bunun dışındaki talepleri ise suçlu hale getirmek olarak özetlenebilir.

Popülist otokrasiler özgürlük taleplerini başıbozukluk ve nümayiş meselesi olarak sunmadıkları her durumda özgürlüğün temsilcisi ve sağlayıcısı olarak kendilerini göstermek konusunda sahici bir maharet sergiliyorlar. Türkiye özelinde bu maharetin muhafazakârlar nezdinde bir karşılığının olması, özgürlük meselesini kavrayışlarındaki özcülük kadar iktidar tarafından hacir altına alınmış olmaktan kaynaklanan bir süreci ürünü olarak yorumlanabilir.

Türkiye’nin en reformcu, en âlâ, en özgürlükçü, en demokratik yönetimi olduğunu iddia eden hükümetin yapıp ettiklerini ve söyledikleri ile söylemediklerini kısa bir tarihsel aralıkta izleyen herhangi biri, Türkiye’nin dünyanın özgür ülkelerinden biri olup olmadığı konusunda kolaylıkla karar verebilir. Bunun için özel bir açıklamaya ya da ispat gayretine gerek yok. Öyleyse muhafazakâr kesimlerin özgürlük meselesiyle ilgili tutumlarının, davranışlarının ve duygularının arkasındaki motivasyonları anlamak için bakılması gereken yer Türkiye’deki devletin dönüşümü ile muhafazakâr kesimler arasındaki ilişki olsa gerek.

Semboller üzerinden siyaset yapmanın özel bir maharet gerektirmediği muhakkak. Ancak sembollerin etki gücünün sınırlı ve zamana karşı dayanıksız olduğu düşünüldüğünde, bu sembollerin siyasetin aracı haline getirilmek kadar enerjisinin sürekliliğini sağlamak için yapılan hamleler her zaman aynı sonucu vermez. Kutuplaşma siyaseti, semboller sayesinde uygulanan çok yönlü şiddetin enerji korunumu için bir teknik olarak uygulanıyor.

Türkiye’deki muhafazakârlığın ya da muhafazakâr olarak tanımlanan kesimlerin farklılıklarını dışarda tutan ve siyasal alanda benzemeye zorlayan siyaset tekniğinin işe yaramasını sağlayan şeylerden birinin kutuplaşma olduğu sıklıkla ifade edildi. Kutuplaşmanın siyasal alandaki tercihlerden daha çok sosyo-kültürel ve ekonomik alanda yoğunlaşması, bunun siyasal alanda karşılık bulmasını kolaylaştırıyor. Her kesimin kendi içine kapandığı ve bunu bir siyasal maharet, mevcut ve sahici siyasal pratik gibi icra ettiği bir mücadele alanında özgürlükle ilgili bir tartışmanın siyasal iktidar tarafından çerçevesi çizilen bir tartışma haline gelmesi kaçınılmaz. Bu nedenle hükümetin “Türkiye’ye özgürlük bizimle geldi” [2] diyebilmesi bir şaşkınlığın değil, özgürlüğü bazı kolektif kimliklerin tanınması ve muhafazakâr olarak tanımlanan geniş kesimlerin yaşam deseninin kitleselleştirilmesi, savunulması olarak sunabilmesinin bir sonucu.

Muhafazakârların yeni seçkin kimlik olarak tesis edilmesi ve özgürlüklerin devlet eliyle verilmiş olmasının ilanı, muhafazakâr kesimlerin kendilerini özgür hissedip hissetmedikleri ile birlikte düşünülmelidir. İktidarın cebri kullanmak konusundaki keyfiliği, muhafazakârlar tarafından coşkulu bir alkış tufanıyla karşılansa da bu kesimin yekpare olmadığı, kendi içerisinde farklı grupların ve taleplerin bulunduğu ve özgürlüklerinin devlet karşısında pek bir işe yaramadığı hissine sahip olanların az olmadığı öne sürülebilir. Onları, Türkiye’de kendilerini özgür hissetmeyen kesimlerden ayıran husus ise taleplerini dile getirebilecekleri sesin, siyaset erbapları tarafından ele geçirilmiş olmasıdır. Bu nedenle iktidarın kutuplaştırma stratejisine mesafeli olup bürokrasinin bütün cebrine rağmen kişi hak ve hürriyetlerini savunanlar özgür olmadıklarında bile kendilerine alan açmayı başarabilirken muhafazakâr kesimlerin önemli bir kısmı devlet korkusunu içselleştirmenin konforunu tercih ediyor.

Öyle ki, Türkiye’de adalet sisteminin çürüdüğü, hukuk düzeninin ortadan kalktığı gibi eleştiriler karşısındaki muhafazakâr kesimlerdeki savunmacı pozisyon ya da sessizlik, hatta mahcup, tedirgin ve kısık sesli eleştiriler, bu kesimlerin yaşadığı baskıyı iktidar olmakla da telafi edemediğini, bu kez -ve yine iktidar tarafından- kendi kimlikleriyle hacir altına alındıklarını ve kimliklerinin kendileri için bir cendereye dönüştüğünü gösteriyor. Muhafazakâr olmak sayesinde elde ettiği imtiyazlar için itaat etmekten başka bir çıkar yol bulamayanların bu kimliğe ölesiye sarılmaları kimlikle değil, mevcut siyasal-iktisat tekniğiyle ilişkili olarak düşünüldüğünde Türkiye’deki betonarme hale gelen muhafazakârlık -kelimenin gerçek anlamıyla- yıkıcı hale gelmiyor mu?



[1] Raporun tamamı için bkz. Alevi Çalıştayları: Nihai Rapor, Devlet Bakanlığı, 2010, kısa link: https://goo.gl/Typ7kx

[2] “Erdoğan CHP'yi eleştirdi: ‘Türkiye'ye özgürlük bizimle geldi’ dedi!”, AHaber, 11.05.2018, kısa link: https://goo.gl/Q6NqX1