Gardaş Deriz Kankaya
Aksu Bora

Binali Yıldırım’ın AKP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adaylığı kesinleşmiş de seçim sloganı bile belli olmuş diyorlar: “Bir şehir ol, mesela İstanbul. Sonra de ki: Boğazım kuruyana kadar seveceğim seni”. Ben söyleyenlerin yalancısıyım. Ama tabii, Binali Bey’in bir sofrada uzaklara dalıp böyle içli bir takım dizeleri ezberden okuyuverdiğini, gözlerinin hafif nemlendiğini hayal edebiliyorum. Olur yani. “Boğazım kuruyana kadar” derken sadece sesi değil, içi bile titrer.

Erkeklerin akılla, kadınların ise duyguyla, erkeklerin kültürle, kadınların doğayla… özdeşleştirildikleri hakkında ne çok hikâye dinledik. Fazla tekrarlanan bütün hikâyeler gibi, bu da epey gevşedi, sündü, şeklini kaybetti. Rasyonel erkeklerin tarihin belli bir anında, belli bir coğrafyada geliştirilmiş bir fantezi olduklarını unuttuk neredeyse! Kaptan Onedin bile o kadar rasyonel değildi halbuki!

Ama kabul etmek gerekir ki, iş duygulara geldiğinde, erkeklerin işi bizden daha zor görünüyor. Bir yandan cinsiyetlere özgülenen duygu repertuarlarına baktığımızda bu böyle, bir yandan güçlü olma mecburiyeti bu repertuarı bile hakkıyla kullanmalarını engelliyor. Kadınların “zayıf cins” sayılmaları nedeniyle zayıflıkla ilişkilendirilen duyguları üstlenmeleri daha kolay. Mesela korku, mesela keder, kayıp… O kadar ki, bunlar kadınlığın ayrılmaz parçası gibi - korku filminde tirildeyerek kendini yanındaki erkeğin kucağına atmaklar falan… İyi anneliğin olmazsa olmaz koşulunun bitmez tükenmez bir endişe olması… Erkekse, öfkelenir. Endişeyi, yenilgiyi, korkuyu, kaybı… öfkeye sarıp sarmalaması gerekir. Erkekler ağlamaz. Ne yapsın adam? İşte, bayağı sınırlı bir duygu dünyası. Öfkeyle nereye kadar gidebilirsiniz sonuçta?

Duygu repertuarları, cinsiyetle olduğu kadar, içinde yaşanan toplulukla da ilgili görünüyor. Antropologların geçtiğimiz yüzyıldan beri uğraşıp durdukları bir meseledir bu: hangi kültürler ne tür duygu/kişilik yapıları üretirler? İşi o kadar büyütmeden, yanıbaşımızdaki erkeklerin erkeklik performanslarına bakarak bile bir şeyler söyleyebiliriz gibi geliyor bana. Dünyayı hangi kelimelerle kavradıkları, kendilerini hangi hikâyeler içine yerleştirdikleri, onların duygu yapılarını da biçimlendiriyor. Öfke bile aynı biçimde yaşanmıyor da çeşitleniyor gibi. Sınırlı duygu dünyasının nüansları diyelim biz ona.

Binali Bey’in yetiştiği geleneğin mesela öfkesi, bitmeyen bir mağduriyete, aslında galiba içerlemeye dayanır. “Yüzüstü çok süründün/Ayağa kalk Sakarya”daki gibi. İçerleme. Dünyanın onsuz dönüp durmasına, üniversite öğrencilerinin çimlerde yayılmasına, kadınların olur olmaz gülmesine… İçerliyor adam. Bitmeyen bir çile. Yoksa o da bilir İstanbul’u sevmeyi, gül koklamayı, şaka yapmayı. Bilmez mi? Ama işte, onca zaman öz vatanında parya olmuş, ne yapsın? Bu his zamanlar sahip olduğunu farz ettiği şeyi geri almayla ilgili fantezilerle birleşir, çoğalır, bendine sığmaz taşar. Yani pek içli bir içerleme değildir bu, intikamcıdır, öfkelidir, yakıp yıkar sonra da “bak ne yaptırdın bana” der. Öz yurdunda gariptir, bir de yakıp yıktı diye haksız mı çıksın yani?

Gözünü iktidara, iktidarın nimetlerine dikmiş birinin içerlemesi başka olur haliyle. Boşuna “nizam-ı âlem” falan gibi isimler yakıştırmıyorlar kendilerine. Onsuz dönüp duran dünyayı dize getirme fantezisi. 

“Garip” kelimesi müthiş zengindir biliyorsunuz, anlam yönünden elbette ama duygu yönünden de. Bambaşka duygular gelip yapışır, hepsini de bihakkın taşır garip. Öz yurdunda garipliğe yapışan içerleme, öfke, intikam arzusu, hınç, kendilerini evlerinde hissedebilirler burada. 

Ama başka duygu dizileri de orada evindedir; garip’te. Başka bir tür öfke, yenilmişlik, ümitsizlik, bambaşka bir özdeğer duygusu. Düzensiz dünyanın günahından şikâyet eden ama bir düzen verme ümidi olmayan, onu yakmaktan bahsedebilir mesela. “Sevip sevilmeyenlerin feryadıdır bu/Yakarsa dünyayı garipler yakar.” Onun gariplikten başka yurdu yoktur, öz vatan falan. Sevip sevilseydi, belki. Ama olmamış işte. Olmaz zaten, gariptir çünkü. Yakar dünyayı. Tabii. “Batsın bu dünya”dakinden ne kadar başka bir öfke bu, değil mi? Bütün o “ben ne yaptım kader sana” şikâyetlerinden falan…

Kendilerine gariplikten başka yurtlar bulabilenler de var tabii. İçinde ümidi barındıran yerler. Şimdi değil ama muhakkak bir gün. Biz görmesek de bizden sonrakiler… Yenilsek de haklıyız çünkü. Buradaki “biz”in ayırt edici bir önemi var sanıyorum - garip olmazsın eğer “biz”sen. Dünyayı yakmaktan bahsetmezsin. Bütün o marşların ve ağıtların duygu içeriğinin nasıl fakir olduğuna dikkat ettiniz mi? Bu başka bir yazının konusu olmalı sanırım. Zorlu bir mesele olarak.

Ahmet Kaya’nın yeri başkadır ama. Onda duygu içeriği müthiş zengindir. Tabii Yusuf Hayaloğlu şiirinin katkısıyla. Ahmet Kaya’nın karizması bana kalırsa bütün bu duygu yükünü taşıyabilmesindedir. Onca yoksulluktan sonra insanı içine çeken bir zenginlik. Öfke tabii ama neşe de (çok şükür!), umut, kayıp, sevgi, kırgınlık… İçerleme de. Bu kez başka bir içerleme ama. Annesi tarafından çok sevilmiş oğlan çocuğunun bir daha hiç öyle sevilmemeye içerlemesi gibi. Sevdiklerine. Umut bağladıklarına. Hayal kırıklığına uğratanlara. İçerleyip yakıp yıkma değil de küsme. “Sana yazdığım şarkıyı/sazımdan söker giderim”deki gibi. Ve şefkat. Erkekliğin duygu repertuarında pek ender görebildiğimiz türden şefkat. “Dudağında yarım bir sevdanın hüznü/aslan gibi göğsü türküler içinde”. Bahtiyar’ı erkeklerin yoldaşlarına yaktıkları ağıtlardan ayırt eden şey bu gibi gelir bana hep; şefkat. İntikam yemini değil, öfke bile değil. Şefkat ve keder. “Birileri ona ölmedin diyordu/Ölüm ilanında hüzünle gülüyordu”.

Erkeklerin bir türlü yanına yaklaşamadıkları bir duygu şefkatse (bütün o erkek korumacılığının, sahiplenmenin falan şefkatin yerini tutması mümkün mü allahaşkına!) diğeri de neşe gibi gelir bana hep. Yani kendisi olarak, saf bir neşe. Zafer coşkusu, kazanma ihtimali, zeki şakalar, pis şakalar, acımasız şakalar… değil de neşe.

O neşeyi Ankaralı Hüseyin’in şu videosunda bulunca kaçırmadım tabii. (link: https://youtu.be/XPLDKA8MPLc ) Boku çıkarılmış bir erkeklik performansını neşeyle icra eden bu adamlara (hele o Hüseyin!) bakınca neşelenmemek mümkün mü?