Kaybedeni Bilmek, Kazananı İşaret Etmiyor
Kemal Can

Uzunca bir süredir, ister ekonomik meseleler, ister dış politika sorunları veya iç politikadaki süreçler olsun, hemen her konuda, hemen herkesin birbirine istihza ile “ne oldu o iş, senin dediğinin tam tersi çıktı” diyebileceği ama aynı zamanda hemen herkesin “ben nasıl da haklı çıktım” iddiasını da sürdürebildiği gelişmeler yaşıyoruz. Olması gerekenler, olacağı çok net gibi görünenler, öngörüldüğü gibi, öngörülen zamanda yaşanmıyor, çok belirgin rotalar bir anda tam tersi istikamete dönebiliyor, çok oturmuş görünen dengeler birdenbire altüst olabiliyor. Bunlar öyle küçük detaylar, sürprizli ayrıntılarda değil, bir sürü şeyi köklü biçimde yeniden düşünmeyi gerektirecek derinlikteki konularda oluyor. Ancak yaşananlar, kimse için sürekli bir fikri yenilgi veya zafer sağlamayacak, kabul edilmesi gereken bir realiteye dönüşmeyecek kadar hızlı güncelleniyor ve yeniden şekilleniyor. Bu yüzden, olanları bir tutarlılık ve süreklilik içinde yorumlamaya kalkanlar biraz daha çok hırpalanıyor ama herkes yeterince bekleyince “son gülen iyi güler” diyecek bir fırsat yakalayabiliyor (elbette dengeler yeniden değişinceye kadar).

Bu tablonun hem birbirinin içine girmiş, hem de birbirini ters yönlerde etkileyen çok sayıda sebebi, bu sebepleri anlamak için bakılabilecek -her birinden biraz farklı görünen- çok çeşitli pencereleri var. Temel dengelerin, yerleşik görünen modellerin çatırdadığı; bir çok şeyin sonunda, henüz ne olduğu tarif edilemeyen bazı şeylerin de başlangıcında olunduğu ortada. Olup bitenler, bazen bildiğini sandıklarını unutmak, bazen unuttuklarını hatırlamakla daha anlaşılır hale geliyor. Çözülme, çökme, dağılma benzeri kavramlarla tarif edilen çok sayıda gelişmenin aynı anda yaşanması, böyle zeminlerin doğal sonucu olarak -kısa dönemli- büyük bir hareketlilik potansiyeli ve pozisyon zenginliği yaratıyor. Herkesin her konuda -defalarca duvara toslasalar da- yılda en az bir kere haklı çıkabilmesi de böyle mümkün oluyor. Yaşananların zaman çizgisine nasıl yerleştirildiğine göre resim tamamen değişebiliyor. Kısa vadeli bakışta çuvallamış gibi görünen tezler, geniş zaman dilimi için açıklayıcılığını sürdürebiliyor (veya tersi). Bu yüzden ihtiyatlı olmaya/durmaya çalışanlar hep “şimdilik” kaydını düşerek konuşmaya gayret ediyor.

“Peki şimdi ne olacak?” sorusu öyle çok ve öylesine çaresizce soruluyor ki, bunun baskısına direnmek neredeyse imkansız. Aranan acil cevaplar karşısında, “üzerinde biraz düşünmeye ihtiyaç var, bir bakalım, anlamaya çalışalım” diyerek “işinin gereğini yapmama” suçlamasını sineye çekmek kolay bir tercih sayılmaz. Anlama çabasına dayalı sesli düşüncelerin altına da, “acele etmeyin, bu tamamlanmış bir tartışma değil henüz” dipnotu yazmak da olacak şey değil. Bu yüzden, ekonomi, dış politika ve reel siyaset alanlarındaki güncel yorumcuların işlerinin çok zor olduğu ortada. Kaypak şartların, kronik dengesizliklerin, sürekli değişen pozisyonların çevresindeki anormal hareketliliğin (çalkalanmanın) önünden yürümek neredeyse imkansız. Yaşananların hep gerisinde kalmak, “peki şimdi ne olacak” sorusuna hep arkadan cevap yetiştirmeye çalışmak, bazen gerçekte olanın ilerisine geçecek bir abartıyı, kafa çevirtecek yüksek iddiaları, fazla kaba genellemeleri de kışkırtıyor. Hayat sanattan, kurgudan epey ilerde acayiplik üretirken, güncel analizleri de fersah fersah geçiyor elbette.

Örnek olarak, Ortadoğu ve özel olarak Suriye meselesine bakıldığında tablonun kaç kere tersyüz olduğu, resmin -hatta büyük resmin de- kaç kere değiştiğini gördük. Denkleme dahil olanların sabit, tutarlı ve ilkesel davranmadığı, şartların sürekli değiştiği bir zeminde, olanları, olabilecekleri anlayabilmek, güvenilir bir zaman çizelgesine yerleştirmek nasıl kolay olsun ki? Bu yüzden, Türkiye’nin politikası için defalarca “duvara toslama” veya “iflas etme” değerlendirmesi ve yine defalarca “istediğini alma” ya da “”karlı çıkma” tespiti yapılabildi. Elbette, mesele sadece Türkiye üzerine ve Türkiye’den yapılan yorumlarla da sınırlı değil. Ekonomi konusunda da, hem Türkiye’de hem de dünyada benzer bir durumdan bahsedilebilir. Süreklileşen krizin ürettiği sonuçlar, bu sonuçların yönetilme biçimindeki yeni dinamikler nedeniyle muğlaklaşıyor. Türkiye ve dünyadaki iç politik hareketler konusunda da, isimlendirmeden başlayarak asla tamamlanamayan bir tartışma devam ediyor. Siyasetin kapandığı bir zeminde reel siyasi analiz yapmak gibi zorlu imtihan alanları açılıyor. En kolay açıklama şablonlarını veren “çıkar” parametresi, en oynak içerik haline gelerek sürekli “sürprizler” açıyor.

Türkiye’de yaşanan siyasi ve idari kriz için Prof. Yüksel Taşkın’ın kullanmayı önerdiği “inşa kabiliyeti sınırlı yıkıcılık” tarifini ödünç alarak bu genel resme uygulamak mümkün sanki. Birçok alanda her şeyi yeniden konuşmayı gerektiren koyu bir belirsizlik olduğu, bunun arkasında da önemli bir yapısal çözülmenin, bilinen dengelerin (modellerin) yıkılışının -en azından çözülmesinin- olma ihtimali hayli yüksek. Böylesi bir eşik civarında olmak, anlık gelişmeleri, güncel durumları sadece anlamlandırma zorlukları yaratmıyor; anlık durumların sanılandan, atfedilenden daha önemsiz olabileceklerini veya “önem” bağlamının başka türlü kurulması gerektiğini de düşündürüyor. Mesela, önce Arap Baharı başladığında, sonra Trump kazandığında tamamen farklı cenahlardan hem Türkiye’nin ve hem Kürtlerin önünde açılan fırsatlardan bahsedenlerin hem yanıldığının, hem de haklı çıktığının görüldüğü, en azından böyle söylenmesinin mümkün olduğu birkaç eşik geçildi. Dondurulmuş bir an için çok mantıklı gelen açıklamaların, bilanço hesaplarının, daha geniş bir aralıkta hiç de öyle olmayabileceği defalarca görüldü.

Bugün ABD’nin Suriye’den çekilme kararı, sadece bu gelişmenin bölgede yaratacağı etkiler açısından değil, dünya güç dengeleri açısından da önemli. Trump’ın kararının küreselleşmenin geri çekilmesiyle ilişkisi ve ne kadar sürpriz sayılacağı konuşuluyor. Türkiye penceresinden de, yeni durumun batı kampıyla ilişkide kapışmayı mı, tahkimi mi derinleştireceği tartışılıyor. Elbette meselenin, “Fırat’ın doğusuna operasyon” iddialarının gündeme gelmesiyle birlikte konuşulmaya başlandığı gibi, iç siyasete yansımaları da olacağı ortada. Fakat bu yansımanın yerel seçimlerde kullanılacak bir başarı hikayesinden daha farklı olması, daha geniş bir zaman diliminde başka sonuçlara kapı açabilmesi olasılığı hiç de az değil. Bu çerçevede, İlhan Uzgel’in 10 gün önce gazeteduvar’da yazdığı “Ulusalcılar kazanabilir mi” (https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/12/10/ulusalcilar-kazanabilir-mi/) başlıklı yazısında açtığı tartışmayı bu gelişme üzerinden sürdürmek mümkün. Uzgel, küreselleşmenin kısmi geri çekilmesine ve iktidar ittifakına dikkat çekerek, “Eğer Erdoğan kendi kurduğu bu son ittifakı yine kendisi bitirirse, ulusalcılar Erdoğan karşısında bir kez daha ama bu kez küresel ortam kendi lehlerine iken yenilmiş olacaklar” diyor.

Uzgel’in açtığı tartışmayı ulusalcılardan daha geniş bir alana yaymak da mümkün aslında. Bugün kürüselleşmenin girdiği kriz ve gerilemesi üzerinden pozitif çıkarımlar yapmaya eğilimli olanlar sadece Avrasyacı ulusalcılar değil. Süreci, anti-emperyalizm, anti-kapitalizm için yeni sol imkanlar olarak okumaya çalışan pek çok çevrenin yanında, İslamcıların bir kısmı -yeni Osmanlıcılar- da fırsat olarak görüyor, galibiyet olarak pazarlıyor. Ancak, çözülen, gerileyen, “giden”, kendiliğinden bir gelecek önermiyor. Bu anlamda, daha önce küreselleşmenin kendiliğinden sağlayacağı imkanlara inananlarla, küreselleşmenin gerilemesinden gelişecek kolay fırsatlara bel bağlayanların fazla farkı yok aslında. Türkiye’deki iktidar koalisyonunun içinde de, dışında da küresel ortama fazla önem atfeden kesimler mevcut ama her iki kesimde de gidenin yerine nasıl bir alternatif gelecek kurulacağını söyleyen yok. En kuvvetli argümanlar, değişen dengelerin yarattığı fırsatlar ve kaba bir “çıkar” hesabına dayanıyor. Hem genel küresel ortam, hem de bölgedeki güncel gelişmelerin yakın ve orta vadede üreteceği siyasi sonuçlar şimdiye kadar olduğundan daha berrak sayılamaz. ABD’nin geri çekilmesinin ulusalcılığın veya milliyetçiliğin zaferi anlamına gelip gelmediği açık değil. Kaybedenleri bilmek, kazananları belirlemeye yetmiyor.