Panzehir
Derviş Aydın Akkoç

İnsan başta kendi varoluşu olmak üzere hayata bir parça saçmalık hissi, birkaç yudum şakacılık eklemekten çekinmemeli. Hiçbir şey sanıldığı kadar ağır değildir aslında. Yüklü ve katmanlı olduğu varsayılan bütün trajik durumlar, bir soğan kabuğu gibi soyulursa şayet, trajik addedilen durumun yolunda azar azar ilerlendiğinde, dipte bir yerlerde bir çekirdek halinde komik olanın inci dişlerinin parıldadığı fark edilir: ısırgan, verimli, canlandıran dişlerdir bunlar. Fakat insan zahmete katlanmaz; mevcutla yetinmek ister, bir koza misali aynı yüklerin altında dolanıp kıvranmak zevkinden vazgeçmek zordur. Hem ilgi çekici olan acılardır çoğu zaman. Ama hep ağır, hep kasvetli ruh halleriyle de nereye kadar, hele de insanın elinde harcayabileceği tek bir yaşamı varsa. Dozunda bir şakacılık ve saçmalık hissi varoluşun nefes almasını sağlar. Ruhun tıkanmış gözenekleri açılır, sağda solda birikmiş toksinler atılır; dünyanın komik de bir yer olduğuna dair bilinç insanın bir “keder çuvalına” dönüşmesini önler. İçe kapanma, gömülme zehrine, marazi boğuntulara karşı bir panzehir taşıdır komik olanın bilinci. Yalnızlık, hüzün, terk edilmişlik gibi insanı güçten kesen hisleri boşa düşürmekle kalmaz sadece, yeniden başlama duygusunu da tetikler, hemen ardından hep başlangıç noktasında olunduğu, oraya dönüldüğü, aslında hiç hareket edilmediği gerçeğini hatırlatarak: şaka ve gülme yerinde durmayı, buna katlanmayı, durmanın zevkini öğretir insana, zamanla... 


***

Henri Bergson, hayatın özünde komik ve gülünç olduğunu dile getirdiğinde “yaşama saygı”ya varmanın bir yolu olarak gülmekten ve şakadan söz ediyordu, yoksa onu aşağılamanın, değersizleştirmenin bir yordamı olarak pis ve zekâsız sırıtmalardan değil. Ama insan elbette önce kendi zavallılığına, çaresizliğine gülmeyi bilmeli, ondan sonra icabında içinde kendisinin de olduğu dünyayı bir şaka olarak görüp dalgasını geçmeli. İnsan kendisini de kıyıcı bir saçmalık hissi ve şakayla makaraya alıyorsa, kökleri ta Platon’a kadar uzanan gülünç duruma düşme korkusundan da sıyrılabilir. Platon, siyaset düşüncesi geleneğini başlatan meşhur “mağara alegorisi” anlatısında, hakikatin bilgisine ulaştığını iddia ettiği filozofa beşeri ilişkiler alanına döndüğünde ağzını sıkı tutması, hakikat bahsini sıradan, bilgiden yoksun insanlara açmaması öğüdünde bulunur: bunun nedeni hakikatin bilgisinden yoksun insanların filozofu taşlamaları, linç etmeleri, sürgün etmeleri yahut öldürmeleri, bütün bu olasılıkların bileşimi olan bir korku ya da kaygı değildir; tahammül edilmesi, yönetilmesi çok daha güç olan şey filozof hakikatten dem vurduğunda insanların onunla dalga geçmesi, ona katıla katıla gülmeleri, yani kişinin komik duruma düşmesidir. Gülünç duruma düşmek: bu vaziyet bilgiyi, hakikati, sözü sıfırlar; insanın korkuları arasında en sarsıcı olanlardan biridir gülünç duruma düşmek...

***

Gülünç duruma düşme Nietzsche’nin Zerdüşt’ünü de afallatır: yıllarca inzivada, dağ zirvelerinde yaşar Zerdüşt, ama yalnızlığa dayanamaz, “yeniden insan olmak” ister; insan olmanın yeri, tıpkı Platon’da olduğu gibi kenttir, polistir; Zerdüşt de kente iner ve ahaliye “size üstüninsanı anlatıyorum, insan aşılması gereken bir varlıktır” türünden cümleler kurar; ama daha kurar kurmaz ahaliden bir kahkaha kopar. Zavallı Zerdüşt’ün oracıkta dizlerinin bağı çözülür, hakikat tuzla buz olmuştur; düşüncesinin, düşünceyi taşıyan cümlelerinin tüm ağırlığı buharlaşır, gülünç duruma düşer, bir maskara muamelesi görür, derinden incinir, ve o yarı-kızgın yarı-buruk sözünü sarf ederek, bir daha ahaliyle konuşmayacağına yemin eder: “ben bu kulakların ağzı değilim.” Bir daha ahaliyle –halk, toplum, sınıf, millet- konuşmayacaktır Zerdüşt; aradığı, konuşmak istediği kulaklar ahalinin kulakları değildir...

***

Zerdüşt örneğinde gülünç duruma düşme, Bergson’un sağaltıcı ve olumlu bir içerik atfettiği bir değişim imkânına kapı aralar: Bergson’a bakılırsa özne “gülünç olduğunu anlar anlamaz kendini değiştirmeye çalışır.” Bu durumda bir silkelenme, kendine gelme etkisi yaratır gülünç olmanın tahripkâr enerjisi. Ama Bergson bir kıstasa da işaret eder: gülünç duruma düşüldüğünü anlayıp kavramak şartıyla değişim. Varoluşu hafifleten şakada olduğu gibi, gülünç duruma düşüldüğünde de bunun fark edilmesi, anlaşılması için bir miktar zekâ-zihin gereklidir; aksi takdirde hiç değişmeksizin sürekli gülünç duruma düşen kişi, uzun vadede bir soytarıya dönüşür...

***

Sulu ve gevşek değil, yaratıcı şakacılığın ve nüktedanlığın karşısında “ciddiyet” yer alır. Mahkeme duvarı suratlı, çatık kaşlı otoriter bir ton, bir ses; sürekli bir biçimde nüktedan özneleri ciddiyete davet eder. Kültüre ve politikaya da sirayet etmiştir bu. Yaşam başından sonuna kadar ciddiyetle sürdürülmesi gereken katı bir şeydir sanki. Oysa nüktedan özne yaşamı bazen şakaya almakta, keza yaşamdan gelecek şakaları kaldırmakta da herhangi bir beis görmez... Kaldı ki, aşk, dostluk, politik bağlılıklar, kimlikler, sevgi gibi “büyük ciddiyet” atfedilen her şey çoğun ters teper, ucuza gider. Öte yandan, abartılı, yerli yersiz bir ciddiyet de genellikle bir çürüklüğü, yalanı, eksikliği saklama edasıdır: otoriteyi gülünç duruma düşürerek ciddiyet maskesi altındaki köhnelikleri ifşa etmek...

***

Mizah damarı hayli yüksek üstat Nietzsche’nin “bana kahkaha attırmayan hiçbir hakikate inanmam”, zerre prim vermem yollu sözü, insanın kendisiyle ve dünyayla olan ilişkisinde bir mihenk taşı işlevi görebilecek cinsten: somurtkan, mendebur, bir o kadar da içi boş bir ciddiyetle tezahür eden her hakikat anlatısı, söz parçası yahut jest; baştan ayağa yalan, böbürlenme, palavra ve sahtekârlıkla kayıtlıdır...