Yaygara
Derviş Aydın Akkoç

İnsan onu çevreleyen ve şekillendiren toplumsal, siyasal ve iktisadi “nesnel güçler”den bihaber olduğunda alıklaşır, alıklığın maskesi ise modern insanda küstahlıktır: görünürde özgürlük için ortalığı ayağa kaldırır ama dipten dibe kölelik için can atar, politik söylem ve çıkışlarda mangalda kül bırakmaz ama tepeden tırnağa apolitiktir, çatışma yahut gerilimden yanadır ama sonuna kadar uzlaşmacı ve tavizkârdır, belirsiz bir saikle öne atılır ya da atılmıştır ama en küçük bir çatırdamada gerisin geri ve tıpış tıpış içinden çıktığı kurumuna (aile, sınıf, mülkiyet, kimlik vb.) döner. Herhangi bir haksızlık vuku bulduğunda, özellikle ve öncelikle de kendisini ilgilendirdiğinde, buna kafa tutar, hiç değilse homurdanır. Elbette çoğun sabun köpüğü homurdanmalardır bunlar... 

***

“Nesnel güçler”i kavrama bahsindeki zayıflığın, bu zayıflıktan doğan fikri kayıtsızlığın, balçıklaşmış duygulara gömülerek yaygara koparmanın, kısacası modern insanın zavallılığının, idrak etme edimindeki çarpıklığın fotoğrafını çekenlerden biri de Kafka’dır: 


“[Öyle ya] Josef K. bir hukuk devletinde yaşıyordu, her yerde barış hüküm sürüyordu, bütün kanunlar sapasağlam yürürlükteydi, kim ona kendi konutunda tasallutta bulunmaya cesaret ediyordu böyle? O hep her şeyi olabildiğince hafife alma eğilimdeydi, kötüye ancak en beteri gelip çattığında inanır, dört bir yandan tehdit altındayken bile geleceğe dönük önlem almazdı.”[1]

Hele de dünyanın şu vakitlerinde nasıl da semptomatiktir şu birkaç cümlede açığa çıkarılan çelimsiz bilinç ve o bilince yerleşmiş kumdan vakarlık: “kim cesaret ediyordu öğle?” Hem savaş değil, güya barış hüküm sürüyordur, “hukuk devleti” ayaktadır, yasalar yerli yerindedir, ama durup dururken özneye dokunulmaz zannettiği “kendi konutunda” musallat olunmuştur. Sadece şikâyet eden, sızlanmayla oyalanan bir hak bilincine sarmalanmış refleksler, kof cesaret... Yasalar işliyordur, her şey olağandır, ama beklenmedik bir anda bir “olay” gerçekleşmiştir: “birisi Josef K.’ya iftira atmış olmalıydı, çünkü fena bir şey yapmamış olmasına rağmen bir sabah tutukladılar onu.” Kişinin iktidarın yaptırımlarına mazur kalması için ille de “fena bir şey yapması” gerekmiyordur aslında. İftira ya da değil, Josef K. haksızlığa uğramıştır ve bu durum karşısında “hukuk devleti”ne atıfla kendini savunacağı kimi hakları vardır, gevezeliği de buradan kaynaklanır zaten...

Her şeyi hafife alan özne pişkin ve az şaşırmış bir ruh haliyle, nedenlerini çözemediği ilişkilere karşı çıkar, özellikle “kim tebelleş oluyor?” sorusuna tutunarak. Sözümona kendinden emin, haklarının bilincinde Josef K. boyuna sorar: “Hakkımda iddiada bulunan kim?” İçine çekildiği, onu azar azar yutacak bu “istisnai” durumu izah edecek, akabinde kendini ona karşı savunacak, hatta onu biteviye “suçlayacak” bir fail (yasa koyucu, yasanın kendisi, iktidar) arıyordur, ama “kim” sorusu etrafında enerji harcamak zaman kaybıdır, sorularını yönelttiği Müfettiş sakince cevap verir: “Size tavsiyem, bizim hakkımızda düşünmekten çok kendi başınıza gelecekleri düşünmenizdir, siz en iyisi kendinizi düşünün. Şu masumiyet duygunuzun da fazla tantanasını yapmayın.” 


***

Görünür olanla yetinen, ötesine bakma hususunda tembelleşmiş bir zihin söz konusu olunca yapılacak tek şey “masumiyet” ve “haklılık” gibi sevimsiz duyguların “tantanasını” yapmaktadır. Reel politika bu tantananın şenlikli zemini, muhakemeden istifa etmiş öznelerin kanaat döküntülerini sergileyen, Nietzsche’nin iktidar odaklarının ya da iktidar istenciyle dolup taşanların “balgamı” addettiği gazeteler ve “sosyal olanı” da dahil medya ise bu tantananın bando şefleridir. Fakat daha vahim olan bir şey varsa o da kişinin kendi başına gelen olaylar hakkında düşünmeyip de sadece tepki göstermesinin, “kim sorusu”nun etrafında çığırtkanca çırpınmasının önünde sonunda efendileri, otorite makamlarını devreye sokmasıdır. Öyle ki, Josef K. örneğinde olduğu üzere, efendilerin olası bir yokluğu, çoktan “bağımlılığa” dönüşmüş ilişkilerden “kurtulma hissi” bile dayanılmaz bir hâl alır; kişi babasına, patronuna, annesine, yargıcına, devletine, aşığına, celladına koşar, bir oyun duygusu alçaklığı içinde sefilleşerek: “Çekip gidecek olurlarsa, evin kapısına kadar peşlerinden koşup tutuklanmayı istemekti niyeti.” Kırbaç aşığı modern insan, artık parodisi bile yavan kaçan...


[1] Franz Kafka, Dava, çev: Tanıl Bora, İstanbul: İletişim Yayınları, 2015, s. 44.