Çevirmenlerin Sınıfı
Barış Özkul

Osmanlı’da tercümanlık mesleği uzun süre Fenerli-Rum ailelerin elinde kalmıştı. Fatih devrinde kurulan Divan-ı Hümayun tercümanlığı 18. yüzyıl başlarından 19. yüzyıl ortalarına dek Fener-Rum aristokrasisi (İskerletzâde, Yanakizâde, Drakozâde, Kalmakizâde, İpsilantizâde, Mihalzâde, Sarıbeyzâde aileleri) tarafından iş edinilmişti. Bu aileler Osmanlı’da öbür gayri-Müslimlere tanınmayan sakal bırakmak, ata binmek, kürk giymek, dört hizmetçi almak, cizyeden muaf olmak gibi birtakım “ayrıcalık”lara sahipti ve bu ayrıcalıkların Batılılaşma/modernleşme sürecine girmiş çok-dilli/çok-etnisiteli imparatorlukta maddi bir temeli vardı.

Osmanlı’nın çözülme sürecinde milliyetçilikler yükselirken tercümanlık kurumunun bu etnik bileşimi değişti. Mora isyanı sırasında Divan-ı Hümayun tercümanı Konstantin Maurozi, Osmanlı sarayının Mora isyanından vazgeçmeleri için Rum beylerine yazmalarını istediği mektubun aksine isyanı teşvik edici yazılar yazınca idam edildi ve Divan-ı Hümayun Tercüme Odası yerine Bab-ı Ali Tercüme Odası kuruldu. Bu, aslında, tercümanlık kurumunu Müslümanlaştırarak sadık kılma hamlesiydi ama Osmanlı’nın elinde o tarihte böyle bir insan malzemesi (yabancı dil bilen Müslüman) olmadığı için ilk ağızda mühtedilerin yardımına başvuruldu. Bab-ı Ali Tercüme Odası’nın ilk baştercümanı Yahya Efendi’nin lakabı Bulgarzade’dir; ikinci baştercüman İshak Efendi, Yahudi’dir ve Oda’da yüzyıl ortasına kadar mühtedilerin ağırlığı devam etmiştir. 

19. yüzyılda reformcu bürokrasinin “insan kaynakları” birimine dönüşen Tercüme Odası’ndan bir aydın-bürokrat-çevirmen tipi yetişmiştir. Bugün 19. yüzyıl Osmanlı entelicansiyası diye bir zümreden söz edeceksek, hemen hepsinin yolu Tercüme Odası’ndan geçmiş bir dizi “kalem efendi”sini zikredebiliriz: Ali Paşa, Keçecizade Fuad Paşa, Namık Kemal, Ahmet Vefik Paşa, Ziya Paşa, Sadık Paşa, Münif Paşa, Ethem Pertev Paşa. Bu kalemiye mensupları proleter olmadıkları gibi Tercüme Odası’nda öğrendikleri Avrupa dilleri kanalıyla edindikleri bilgilerle Osmanlı’nın geleneksel-toplumsal hiyerarşisinde epey yukarı basamaklara tırmanabilmiştir. La Martine’in, “Fransızcası benim kadar iyi” diye söz ettiği Mehmed Emin Ali Paşa, Mısır çarşısında bekçilik yapan bir adamın oğlu olarak başladığı Tercüme Odası’ndan sadrazamlığa kadar yükselebilmiştir. Bir başka Osmanlı sadrazamı Mütercim Mehmed Rüştü Paşa, Batılılaşma sürecinde Osmanlı toplumunda “mütercim”liğe verilen önemin simgesidir. Tercümanlık geç Osmanlı’da bir sınıf atlama aracıdır.

Ancak “atlanacak irtifa” devletin izin verdiği ölçüyle sınırlıdır. Tanzimat aydını-çevirmeni, Osmanlı’daki genel eğilime uygun şekilde bir “devlet yaratığı” olarak varolmuştur. Devletten bağımsızlaşmak bir yana, bürokrasiyle bütünleştiği ölçüde “aydın”/münevver kimliği taşıyabilmiş ve bu “maddi” zorunluluğun sonucunda Batı düşüncesini Osmanlı zihniyet dünyasına uyarlarken eleştirel söylemin sınırlarını dar tutmaya özen göstermiştir. Bu fonksiyonel aydın-çevirmen; yaşam koşulları itibarıyla “proleter” falan olmadığı gibi Batılılaşma sürecinde çevirmenlik toplumsal prestiji yüksek bir memuriyet haline gelmiş ve bu yüksek prestij talebi çevirmenliğin neredeyse alametifarikası olmuştur. Öyle ki düşünce tartısında yirmi kilo çeken bir kalem efendisi, çeviri yaptığı için seksen kilo görünmeyi talep edebilmiştir. Modernleşmenin Batılılaşma ile eşitlenmediği Avrupa toplumlarında çok sık rastlanmayan, Osmanlı-Türk toplumuna özgü bir itibar talebidir bu. 

Şerif Mardin, Osmanlı’da kalem efendisi/bürokrat ve aydın rollerinin 20. yüzyıl ortalarına kadar yapışık kardeşler olarak ömürlerini sürdürdüğünü belirtirken, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devrolan kalem “memuriyeti”nin sınıfsal mahiyetine de işaret eder. Osmanlı’daki devlet geleneğini Kemalist cumhuriyetin hümanizma nosyonunun temsilcisi olan Hasan Âli Yücel gibi devlet adamlarının inisiyatifleriyle oluşturulmuş kurumlarda sürdüren çevirmenler şimdi artık Kemalizm’in sınırları içinde “halka inme/halkı aydınlatma” misyonu üstlenmişlerdir. Bu da bir kesim açısından ciddi bir toplumsal prestijdir. “İnmek” adı üstünde hiyerarşik bir ilişki içerir ve inilecek halk “Mavi Anadolu” sakinleridir, “Sarı Anadolu” ise çevirmenlerin ait olduğu sosyal çevrenin dışında kalmıştır. Sabahattin Eyüboğlu, Mina Urgan, Azra Erhat gibi çevirmen-aydınlar bir devlet memurunun/üniversite hocasının sahip olduğu tüm sosyal güvencelere, özlük haklarına sahip oldukları gibi sınıfsal olarak üst-orta sınıflar arasında yer almıştır. Kuşkusuz bu, utanç duyulacak bir durum da değildir. Bu kuşağın kendi gerçekliğiyle barışık aydınlardan oluştuğu söylenebilir.

***

1960’lardan itibaren Türkiye’de piyasa koşullarına tâbi kültür faaliyeti giderek yükselirken doğal olarak “ticari çıkarlar”ını düşünen aktörler bu kez devlet denetiminden kısmen özerk (ya da öyle görünen) koşullarda karşı karşıya geldiler. Çevirmenler de “devlet güvencesi”nden mahrum ve sınıfsal olarak daha alt bir konumdan piyasa koşullarıyla yüzleşmek zorunda kaldılar. Ya da varsayımsal olarak böyle olduğunu iddia ettiler, zira hâlâ sadece kitap çevirisiyle hayatını kazanan insanların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor, bu bir elin parmaklarının yarısı da aile güvencesi, sınıfsal arkaplan, para kazanma zorunluluğunu telafi edebilen çeşitli maddi güvencelerle bu işi yapıyorlar. Hâlihazırda ya da geçmişte editör olup çeviri yapan ya da yayınevleriyle kurdukları ilişkiler ve bireysel yetenekleri sayesinde çok-satan çevirilerle hayatını kazanan çevirmenler mevcut. Yani “proleter-çevirmen” diye bir toplumsal statü, bir sınıfsal/sosyolojik gerçeklik yok, bu tür savlar propaganda değeri taşımaktan öteye geçmiyor. Kuşkusuz günümüzde proletaryanın, Engels'in İngiliz İşçi Sınıfının Durumu’ndaki gibi şartlarda olması gerekmez; yaşamak için çeviri yapmak zorunda olan ve emme basma tulumba gibi çeviri yetiştiren bir küçük segment var. Bunların bir kısmı "kültür çevirisi" yanında, geliri daha yüksek olan ticari çeviri işi de yapıyor. Ama bu segment, çevirmenlerin çoğunu içine alan orta sınıf standardının yanında hatrı sayılır bir sınıfsal konuma tekabül etmiyor.

Öte yandan bir toplumsal statünün veya sınıfsal konumun yokluğu belirli bir kültür faaliyetinin koşullarının kötüleşmesini haklı çıkartmaz; ortada bir haksızlık varsa, bunun giderilmesi için hukuk yoluyla mücadele etmek, kamuoyu oluşturmak, örgütlenmek bütün meslek grupları gibi çevirmenlerin de hakkıdır. Ama kültür alanında hak mücadelesi yaparken hareket noktasını doğru belirleyebilmek için “çevirmenleri” alanın öbür aktörlerinden farklı kılan özellikler açık seçik ortaya konmalı.

***

Günümüzde üçüncü romanını yazan genç bir romancı, çalıştığı yayınevinin karşısına “yazarların sosyal güvencesi yok, bizi sigortalamalısınız” gibi bir taleple çok nadiren çıkar. Çünkü yaratıcı yazarlık bir devlet memuriyeti değildir; Orhan Pamuk ile Barbara Cartland ikisi de teknik olarak yazı yazmaktadır ancak bir sayfayı her ikisi de bir saatte yazdığı için bir emek-zaman hesabıyla yazdıklarının aynı iktisadi ve kültürel değere sahip olduğu ve buna göre sigortalanması gerektiği düşünülmez – Sovyet Rusya’da bile böyle bir iktisadi mantık işletilmemiştir.  

Bireysel yaratıcılık-sanatçılık boyutu taşıyan ve tam da bu nedenle bir kurumsal çatı altında-ofiste-mesai koşullarında icra edilmeyen; “kapitalist dünyada” sigortalanmanın ön-şartı kabul edilen bir veya birkaç işverenle çalışma zorunluluğuna uymayan kitap çevirmenliği mesleğinde ise buna benzer taleplerle sıklıkla karşılaşabiliyoruz. Bu talep bağlamında sigortasız çevirmenlerin sayısının gene çok az olmasından daha tuhaf olanı talebin devletten ziyade kültür alanının öbür paydaşlarına yöneltilmesi. Kapitalizm koşullarında sosyal güvence talep etmek bir alanın paydaşları arasında dikey ve sürekli bir dengenin kuruluşunu talep etmektir. Şu durumda çok satan bir kitabın çevirisinden yıllar içinde hatırı sayılır paralar kazanmış olan bir çevirmenin yayın sürecinin öbür aktörleri olan dağıtımcılara, kâğıtçılara, editörlere, hatta çevirileri daha az satan çevirmenlere bir pay ayırması/vergi vermesi gerekir. Üstelik sigorta talebi, çeviriyi yayımlayan yayınevi ile ömür boyu veya belirli bir süre boyunca çalışma taahhüdünü beraberinde getirir. On beş farklı galeriye sergilenmek üzere on beş farklı resim teslim eden bir ressam sigortanın gerektirdiği bağımlılık ilişkisi içinde belli bir ücret karşılığında belli bir işyeriyle çalışma niyetinin olmadığını beyan etmiş demektir. Bu koşullarda hak örgütleri çoğu zaman iki yol izlemişlerdir: Ya kapitalist çalışma koşullarını ortadan kaldırmak üzere açıkça siyaset yapmak/devletle ilişkiyi esastan değiştirmek ya meslek mensuplarına belirli standartlar getirmek ve meslek içi dayanışma sandıkları kurmak. Şartları belirsiz bir sigorta talebi bu iki yoldan da feragat etmektir. Bir başkası tarafından sigorta yükümlüğünün üzerine alınması demek, sigorta edilenin o kişi/kurumla hiyerarşik iş ilişkisi altında olması, iş tanımının sigorta eden tarafından tanımlanması demektir. Burada çözüm gönüllü bireysel sigorta, ya da çevirmenlerin de serbest çalışan olarak BağKur'lu olmaları ya da o meslek grubunun bir sigorta sandığı oluşturmasıdır.

***

Kitap çevirmenliği geçmişte olduğu gibi bugün de son derece önemli bir faaliyet ve kitap çevirmenlerinin haklarının açıktan konuşulmaya başlanması, iyi kötü bir kamuoyu oluşturulmuş olması çevirmenlerin devletten ya da toplumdan prestij beklemekten öte bir mesleki standart belirlemek konusunda yol aldıklarını gösteriyor. Çevirmenlerin hak mücadelesi sigorta talebiyle sınırlı değil. Bu konuyu öbür talepler üstünden tartışmaya devam edeceğim.