Filmin Tek Kadını
Sema Aslan

Ömür Atay, Uluslararası İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma Bölümü’nde gösterilen filmi “Kardeşler”de, kaderleri bir suçla birbirine bağlanmış iki erkek kardeşin, Yusuf’la Ramazan’ın hikâyesini anlatıyor. İzleyici bu hikâyeye dahil olduğunda Yusuf 17, Ramazan 22 yaşındadır. Biz, diyaloglar sayesinde dört yıl önce olan biteni de öğreniriz ancak o diyaloglar olmasa da yaşananları büyük ihtimal, isabetli bir biçimde tahmin edebiliriz: Yusuf, Ramazan, baba yarıları amca ve amca oğulları birlik olmuş, Yusuf’la Ramazan’ın ablası Cennet’i öldürmüşlerdir. (İnternet sitelerinden birinde filme dair yapılan kısa tanıtımda “namus cinayeti” ifadesi kullanılmış; sanki kadın cinayetine kadın cinayeti densin diye hiç mücadele edilmemiş gibi.) 

Amcanın istemediği bir erkekle evlenip Ankara’ya yerleşen Cennet, Yusuf’un telefonuyla tuzağa çekilir, tetiğini Ramazan’ın çektiği silahtan çıkan kurşunla ölür. Film, başından sonuna bütün klişeleri bir bir kullandığı ve en sonunda kendi de klişeye döndüğü için ne bu satırlar ne de bundan sonrakiler spoiler içermez: Ramazan silahlı külahlı bir delikanlıdır; takıldığı mekân, amcasıyla birlikte açtıkları benzinliktir; ailenin erkekleri devleti temsil eden kurumlarla -güvenlik güçleri ve yerel yönetim temsilcileriyle el ense samimiyetindedir; Ramazan göbek bağlamıştır, silahı oyuncak etmiştir, içkiyi çok sevmiştir ve erkekliğinin yoluna iman etmiştir.

Yusuf’un klişeleri de hazır. Gencecik bir oğlan. Zulmü erken yaşta öğrenmiş. Dürüst, terbiyeli. Ama koşullar farklı olsa, kurtarılabilir, topluma kazandırılabilir. Sevgi, sorumluluk, iyilik, adalet ona yakışır.

Bu arada benzin istasyonunda aileye ait bir de motel var; Yusuf’la Ramazan çoğunlukla bu motelde kalır. Günün birinde benzinliğe bir araba girer; içindeki genç kadınla adam tartışarak arabadan iner. Adam kadına der ki, kafan çalışmıyor mu senin, üç güne kalmaz açız. Kadın da sorar, yola çıktığımızda paramız olmadığını bilmiyor muydun, yeni mi geldi aklın başına? Ya Yasemin! der genç adam, kafan almıyor mu, eve gidip para isteyeceğim, paranın yarısını da hemen senin hesabına havale edeceğim. Bu sırada işaret parmağıyla Yasemin’in kafasına vurur. İçerisi tın tın, boş manasına.

Ailelerine rağmen birlikte olmayı seçmiş ve birlikte olmak için büyük kente gitmiş genç adamla genç kadın, çok geçmeden dönüşe; eve (adamın evi, adamın dönüş arzusu) giden yola koyulur. Kadın dönebileceği bir ev için sevgilisini orada, benzin istasyonundaki motelde beklemek zorunda bırakılır. Anadolu’da bir yerde, yol üstündeki bir benzinlikte tek başına bir kadın. Ne konaklama parasını ödeyebilir ne de otobüse atlayıp başka bir yere gidebilir. Görünürde seçeneği yoktur ve erkek dünyasının tuzağına düşmüştür. Ama seçeneği olmadığı ve erkek dünyasının tuzağına düştüğü algısı, yine erkek gözden bize yansıtılandır.

Kadın üç beş gün umut etmeyi sürdürür, para geldi gelecek, adam telefonunu açtı açacak… Ama sonra Ramazan’dan bir paket sigara, Yusuf’tan ateş, telefona veresiye kontör… Ramazan’la birlikte, onun arabasında ve sapa bir yerde bira içebilmek, devriye gezen polisi görünce “Siktir! Polis” diyebilmek, kadın haliyle(!) ağzından çıkan “biz de yaşadık bir şeyler,” cümlesindeki (izleyiciye hissettirilen) anlam fazlası, Ramazan’ı akşam saati odasına kabul edip onun sardığı esrarlı sigaradan içmesi. Birlikte müzik dinlemeleri. Kadının, Ramazan’ın tüm imalarını anlayıp ona “çok fenasın,” demesi, “lafı hep oraya getiriyorsun.”

Tüm bu anlam fazlasına rağmen kadın elbette Ramazan’ı reddediyor. İki bira içtik, birlikte müzik dinledik diye senle birlikte mi olacaktım diyor. Ramazan da elbette anlamıyor, günlerdir etrafta dolanıyorsun, paran yok, beni odana alıyorsun, içki içiyorsun.

Film, izleyicisine “velev ki” diyor. Velev ki içki içiyor ot çekiyor, velev ki giyinmesinde konuşmasında rahat, velev ki polisten, babadan, ağabeyden, erkek iktidardan gizli saklı iş çevirme tecrübesi(!) var… Kadın istemiyorum diyorsa, istemiyordur.

Oysa “velev ki”den çoktan geçmiş olmak gerekirdi. Zihni çalıştırmak, etik refleksler üzerine düşünmek, etik reflekslerin dilini kurmak gerekirdi. Bir kadın izleyici olarak zaten birlikte yaşadığım bu erkek dünyasını, bir sinema dili ve hikâye olmadan bir kez daha görmek; filmin tek kadın karakterinin “velev ki” söylemine raptiyelenmesine bakmak; kadın özgürlüğünün yine erkek gözüyle tarif edilişine seyirci edilmek, acıklıydı.