Yer Sofrası
Polat S. Alpman

Türkiye’de Ramazan ayı ve dini bayramlarla ilgili neşesizlik hali hüküm sürmeye devam ediyor (Birikim Haftalık-Nerede O Eski Ramazanlar). Bunun nedenlerini elde veri olmadan açıklamak zor, gözlemlerin ise epey sınırlı bir çevrede gerçekleştiğini kabul etmek lazım. Yine de bu çevrenin temsil kapasitesinin güçlü olduğu varsayıldığında dini muhitlerde ve muhafazakar olarak tanımlanan kesimlerde bu Ramazan’ın da abartılı ambalajlar içinde ama renksiz ve içeriksiz geçtiği söylenebilir.

Dindarların neşesini, sözlerinin ağırlığını ve samimiyetlerini kaybetmelerinin birçok nedeni var. Hayatın kendisiyle kurulan ilişkideki bulanıklık kadar iktidar ve güçle kurdukları ilişkinin bu neşeyi kaygıya, korkuya, kine, hınca ve bazen nefrete dönüştüren bir yüklenme halinde gerçekleştiği öne sürülebilir. Bunların önemli bir kısmı siyasal alandaki gelişmelerle ve yeni sınıfsal konumlarla ilgili olsa da dindarlığın, dindar olmayanlara hiçbir şey söylemeyen yavan ağız ve tumturaklı laf ebeliğine, şablonlaşmış biçimciliğe ve görünüş politikasına düşmüş olmasının da etkisi var. Belki de Necdet Subaşı’nın “din yorgunluğu” diye tanımladığı meselenin [1] bir boyutu da budur.

Görünüşü, gösterişi ve göstermeyi öne çıkaran teşrifat İslamcılığının Türkiye’deki egemen din kültürünü bir gösteriş ve kibir anıtına doğru hızla sürüklediği vakitlerde, İslami muhitlerdeki cılız itirazların, bugün siyasal muhalefetin bir parçasına dönüşüyor olmasının örneklerinden biri Temel Karamollaoğlu’nun Çamlıca Camisi’yle ilgili çıkışmasında görülebilir. [2] Lefebvre’den beri ‘mekânda iz bırakma’ çabasının bir güç mücadelesi olduğunu fark eden bütün sosyo-politik mücadeleler, kendi izlerini bırakmak için mekân üzerinde mücadele ederken galibiyetlerini kibir anıtlarıyla taçlandırdı. Kur’an’da geçmiş toplumların kibir abidelerinin gezilip görülmesi, ibret alınması istenirken, belki de bu kibir ve gösterişin, bu ucub ve riyânın hiçbir anıtla baki olamayacağı anlatılmak istenir. İslamcılıktan bozma siyaset ve kanaat teknisyenlerinin böyle şeyleri önemsemeyi, umursamayı, üzerinde düşünmeye vakit ayırmayı gerektirecek nedenleri ve vakitleri yok. Taşa, betona yatırım yapmayı büyük hizmet olarak saymanın heyecanını yaşamaya devam ediyorlar.

Taştan-betondan payını epeyce istifade etmiş olanların Ramazan’dan beklentilerinin ne olduğunu anlamak zor değil. Taksim’de, Ramazan’ın ilk günü, iftar açmak, karnını doyurmak ya da iştirak etmek için Yeryüzü Sofrası’na oturanlara polisin müdahale edip gözaltı işlemi yapması, bazı televizyon ekranlarında izleyicilerin dindarlığını iyice hafifseyen ve pespayelik halinde icra edilen dini şov programları, kazananın elli tam altın kazanacağı O Ses Kur’an yarışmaları ve Ramazan dolayısıyla yer sofrasında poz veren siyasetçilerin fotoğraflarının dolaşıma girmesi ve benzeri örneklerin çoğu, Türkiye’yi sadece adaletin değil, aklın ve irfanın da terk ettiğini gösteriyor. Bu ağır bir yük. Türkiye’de egemenliğini ve tahakkümünü mevcut din kültürünün devamında görenlerin bile taşımaya hevesli olmadığı bir yük. Bu nedenle hayatın olağan akışıyla değil, bıktırıcı ölçüde manipüle etmeye ayarlı ve muhatabını aptallaştırmaya ahdetmiş ideolojik aygıtlar marifetiyle verilen mesajların neredeyse hepsi ajitatif ve agresif.

Sıradan bir dindar için Ramazan, açlık ve yoksulluğun, dayanışma ve yardımlaşmanın hatırlanması gereken bir ay olması beklenirken İstanbul seçimlerinin YSK tarafından iptal edilmesinden dolayı gündemi meşgul eden ikinci tur seçimleri, dindar siyasetçilerin yoksul yer sofralarında poz verme, verilen pozları servis etme ayına dönüştü. Türkiye’deki sağcı siyasetçiler yer sofrasında poz vermekten tuhaf bir haz alıyorlar. Arşivler tarandığında sadece bugünkülerin değil, birçok siyasetçinin benzer pozları bulunacaktır. Bir özdeşlik kurmak, çıkarların ortaklığını vurgulamak, halden anlamak için verilen bir poz. Geçmişte “ben içinizden biriyim” mesajının ham hali olarak verilen bu pozların gördüğü bir işlev varsa bile bugün bir işe yaramadığını görmek zor değil. Her şeyden önce yer sofrasında oturmanın Türkiye’de yaşayan vatandaşların sürdürmeye azmettikleri bir tutum olmadığını bilmek gerek. Bugün yer sofrasında yemek yemeye devam eden ailelerin çocuklarının birçoğu masada yemek yiyecekleri bir geleceğe doğru ilerliyor. Anlamak zor değil, kentleşmenin, modernleşmenin, bireyselleşmenin gündelik yaşamdaki etkileri basit jestlerin ve davranışların içerisinde örgütleniyor. Yer sofrasına oturup “bana oy verin, çünkü ben de sizlerden biriyim” kolaycılığını siyaset yapmak zannedenlerin, Türkiye’deki sosyal ve siyasal değişimi anlamadıkları çok açık.

Türkiye’de yaşayan seçmenlerin, özellikle gençlerin, değişen dünyaya uyum sağlamak için gösterdikleri çabaları, gittikçe yoğunlaşan orta sınıf habituslarını, değişen toplumsal cinsiyet rollerini, dil öğrenme gayretlerini, kentleşmeyle birlikte ortaya çıkan yeni taleplerini, iletişim teknolojisiyle kurdukları ilişkileri ve benzeri gelişmeleri devlet eliyle baskı altına almak mümkün müdür? Böyle bile olsa Türkiye gibi bir ülkede bu baskının kalıcı olamayacağı öne sürülebilir. Sadece hamaset ve saptırmalarla yönlendirilen retorikle bezeli gövde gösterilerine güvenmenin çocuksuluğunu idrak etmekten yoksun bir siyasal kültürün, iş bulamadığı için kendini yakan kişilere kör, sağır, dilsiz kalmasına şaşırmamak lazım. [3]



[1] Necdet Subaşı, “Din Yorgunluğu”, Necdet Subaşı [11.05.2019].

[2] Bkz. “Temel Karamollaoğlu'ndan çarpıtılan 'Çamlıca Camii' açıklaması”, Youtube [20.05.2019].


[3] Haberin ayrıntısı için bkz. “Belediye önünde kendini yakan işsiz gencin kardeşi: Ölüm nedeni kriz” Evrensel gazetesi