Oedipus Karmaşası (39): "İnsanın Anlam Arayışı"
Erdoğan Özmen

1- Demek, üçüncü unsuru/tarafı, ikili ilişkide bile çoktan birleştirici/bağlayıcı bir ilke olarak yer alan ve işlev gören üçüncü varlığı/konumu inşa etmek insanın kaderi/ödevidir. Kendi varlığıyla dolu olmanın, bir varlığa sahip olmanın temel koşulu olarak mekan ve yön duygusu, şu halde zaman ve geçmiş duygusu da, o üçüncü konuma yapısal olarak bağlı/kayıtlı değil midir zaten?

Diğer türlü çünkü, çoktan aşılması gerekirken ısrar ettiği için bir haset ve narsisizm matrisine dönüşmüş imgesel ilişkinin ikili düzenine saplanmış halde var olabiliyoruz ancak. Ötekinin kendi benzerim olarak tanınmadığı, benim olan yeri, zevk ve tatmin araçlarımı, hak ve ayrıcalıklarımı gasp etmiş -demek ki yok edilmesi gereken- bir düşman olarak görüldüğü bir psikopatoloji yelpazesinden söz ediyoruz şu halde. Kendi varlığını da eriten/silen zehirli bakıştan. Günümüzdeki yaygın haset ve habis narsisizm hallerinden. Tatmin edilmesi mümkün olmayan bir ruhsal açlığın ve değersizlik duygusunun ifadesi/sonucu olduğundan her şeye (her daim daha fazlasına) sahip olmak için duyulan aşırı ve yatışmaz bir isteğe, her koşulda ve ruhun derinlerinde işler halde bulunan mutlak hak sahipliği iddiasına, “benim hakkım” duygusuna yaslanan, dolayısıyla ne pahasına olursa olsun kazanmayı, başarmayı, ele geçirmeyi, eline geçirdiğini yamyamca yutup öğütmeyi amaçlayan ve günümüzde değişik ölçülerde hepimizi kat eden ruhsal örgütlenmeden.

Büyüklenmecilik, biriciklik, üstünlük fantazileri eşliğinde başkalarının ihtiyaç ve haklarına, acı ve sevinçlerine tam bir kayıtsızlık içinde olan, başkalarına olan bağını/bağımlılığını, onlardan aldığı sevgi ve iyilikleri inkar eden, bu anlamda borçlu olmak ve şükran duymak nedir bilmeyen, başkalarının varlığını sadece istismar ve manipülasyon anlarında kaale alan, kendi benlik-değeri, ve onun korunması ve sürdürülmesi o manipülasyon ve istismar ölçüsünde mümkün olabilen, nankörlüğün ve empati ve merhamet yoksunluğunun, kibrin ve acımasızlığın/kalpsizliğin cisimleştiği, sıklıkla paranoyak ve psikopat niteliklerle de eklemlenen kişilik türü. Geç kapitalizmin ve onun günümüzdeki negatif ikizi köktendinciliğin/ırkçılığın serbestleştirdiği, edimselleştirdiği bir ruhsal vasatın öncelikli semptomundan söz ediyoruz şu halde. Daima mağdur kahraman, daima alacaklı olma konumundan. Kendisine sunulan her imkanı, yakınlığı, iyilik jestini, teveccühü kendi ezel ebed hakkı sayma ve oburca, yatışmak bilmez bir iştahla tüketme, karşılığında ise hiçbir minnet ve teşekkür hissetmeme ve ama yine de içindeki anlamsızlık ve boşluk duygusundan kurtulamama halinden. Halbuki “kendimizi bir başkasının yerine koyma yetimizin sınırı yoktur. Duygudaşlığın hayal gücünün sınırları sonsuzdur” (Coetzee). Kalplerimiz başkalarının varlığını, acı ve çaresizliklerini, sevinç ve mutluluklarını hissetme ve paylaşma kapasitesi ölçüsünde, o empati/duygudaşlık kapasitesinin günbegün biriken ve derinleşen -bilinçli/bilinçdışı- tarihi ve belleği sayesinde insan kalbine dönüşmüyor mu ki zaten?


Başkalarına olan ihtiyaç ve bağımlılıklarımız, başkalarıyla süregiden ilişki ve bağlarımız, demek ortak zayıflığımız ve kırılganlığımız insanlığımızın tam kalbindeki şey değil midir? En içimizdeki, varlığımızın çekirdeğindeki en insanca şey? İnsanca olan, insana mahsus bütün duygu ve duygulanımlar, yeti ve kapasiteler, hayalgücü ve düşgücü, yapma/yaratma kudreti, fantazi ve zihin dünyası o ilişki, bağ ve bağımlılık matrisinin ürünüyse eğer, bu, en temel insani düzeyde hepimizin eşit ve eşdeğer varlıklar olduğumuz anlamına gelmez mi? Ya da günümüzün bireyciliği ve narsisizmi; yani her birimizi söz konusu o bağımlılık ve bağlardan, karşılıklı/ortak ihtiyaç ve yükümlülüklerden soyutlayarak ele alan, izole, bir başına varlıklar olduğumuzu vaaz eden, kimseye ihtiyaç duymadan kendimizi her seferinde yeni baştan yaratmamız gerektiğini emreden kültürü tam da bu en insani niteliğimize, yapısal acziyetimize, yetersizlik ve güçsüzlüğümüze yönelik saldırının temsili ve/ya da ete kemiğe bürünmesi değil midir? Dolayısıyla bu düzeyde kalmakta ısrar etmek, bu eşitlik ve ortaklık zeminini birlikte, dayanışmacı pratiklerle güçlendirmek, ve karşılıklı yükümlülüklerimize ve bağlarımıza sahip çıkmak daha insanca bir hayatın ve dünyanın en esaslı koşulu sayılmalıdır. Buradan geriye düştüğümüzde, ortak yetersizlik, kusur ve kırılganlığımızı tanıyarak ve kapsayarak yeni kardeşlik ve ortaklık bağları oluşturmaktan geri durduğumuzda elimizde kalan yegane şey (o yetersizlik ve kırılganlığı telafi etmesi umuduyla) sefil bir iktidar/güç arayışı ve arzusu oluyor.

Bu bağlamda şu da eklenmelidir tabii ki: Kapitalizmin paylaştığımız en temel insanlık zemininin inkarına, yok sayılmasına yönelik bu temel buyruğu, dayanağı ve işleyişi karşısında, kapitalizmin insanlık-dışı vahşi işleyiş çarkını ifşa eden en önemli semptom olan depresyonu bir sığınak, bir savunma, bir direniş biçimi olarak görmeliyiz belki de. Yani, sıradan tanımıyla depresif öznenin yaratma/yapma kudreti ve potansiyeli, ve benlik-değeri kaybından, yapamama/eyleyememe halinden muzdarip olduğunu düşündüğümüzde, demek paradoksal bir biçimde, insanın kendi gözünde kendi haysiyetini ve benlik-değerini korumanın bir biçimidir belki de depresyon.

2- Tam bir fikir birliği içindeyiz uzunca zamandır: Anlamı, anlamları kaybettiğimiz bir çağda yaşadığımıza ikna edildik epeydir. Aynı ‘anlam yokluğu’ parantezine alınmayan, ‘anlam yokluğu’na tercüme edilip, ona indirgenmeyen hiçbir şey ‘anlamlı’ bulunmuyor artık. Fırsatını bulduğumuz her seferinde hayatın anlamını, kişisel ve toplumsal anlamları kaybetmiş halde olduğumuzdan şikayet ediyoruz. İnsan olmak deniyor, olgulara, olaylara, yaşantılara anlamlar atfetmekle eşdeğerdedir, hayat ona atfettiğiniz anlam kadardır, asıl bundan yoksunuz şimdi, yapıp ettiklerimizi anlamlı kılacak teminatları kaybettik. Gündelik çoğu fenomeni/semptomu anlamanın anahtarını burada aramamız söyleniyor; anlamsızlıktan muzdarip oluşumuzda, “İnsanın anlam arayışın”da. Bu yüzden, yeniden dine dönmeliyiz diyenler var, anlam peşinde, anlamlı bir hayat, hayatı anlamlı kılmak umuduyla uzak diyarlara, tuhaf bazı inançlara yelken açanlar, koçlara, gurulara müracaat edenler filan, var…İrili ufaklı tarikatlar, enerji/kuantum terapileri, şunlar bunlar, içimizi kemirip duran anlamsızlık ve boşluk duygularını tamamiyle bertaraf etme beklentisi yüzünden değil mi hep?

3- “What/If” isimli bir Netflix dizisine takılıp (galiba Renee Zellweger yüzünden biraz da), sonra da sıkıla sıkıla devam ettim izlemeye. Özensizce ve alelacele yazılmış senaryosu, üzerinde hiç düşünülmemiş karakterleri, hiçbir açıklamaya gerek duyulmadan gerçekleşiveren değişimler, temposu, kıvamı vb., her şey sıkıcıydı. Şimdi her yerde olan, her yere musallat olan bir şey dışında: Her karakter geçmişteki bir travmanın, şiddetin, ihmalin mağduruydu. Nihayet, her biri kendi travmasıyla yüzleşiyor, hatırlıyor, onu söze döküyor ve müthiş bir katarsis eşliğinde hayatlarındaki bütün sıkıntı ve sıkışmışlıklardan, ketlenmelerden kurtularak daha özgür, dengeli, mutlu bireylere dönüşüyor, anlamlı bir hayata adım atıyor. Orada anlatılan travmalar bütün sahneyi kapladığından başka herşey görünmez oluyor, önemini kaybediyor, ikincilleşiyor. Şirketler, korkunç kar hırsı ve mekanizmaları, milyon dolarların trafiği, borsa, spekülatif sermaye hareketleri, sadece bunlardan ibaretmişçesine kurulan bir dünya sahnesi, o sermaye hareketlerinin dehşetli, yersiz yurtsuz bırakan şiddetinin ve yıkımının (“sermaye bütün gözeneklerinden kan ve pislik damlayarak ortaya çıkar” çünkü) tümüyle dışarıda bırakılması vb…

Epeydir bu anlatılıyor çeşitli versiyonlarıyla: anlamlı, özgür ve tatmin edici bir hayatın çıpası olarak kişisel ve toplumsal travmalarımızla yüzleşmemizin şart olduğu ileri sürülüyor. Bu yüzleşme deniyor, şart ve yeterli.

Tüm bir psikoloji sektörü İncinmiş, ihmal edilmiş, muhtelif travmalara maruz kalmış çocuk “mod”larından, topluca şiddet ve travma mağduru oluşumuzdan söz açmak için kendini yeniden yapılandırıyor. Bütün ruhsal patoloji travma parantezine alınarak yeniden tarif ediliyor. Travma da mütemadiyen yeniden tarif ediliyor, yeni tedavi teknikleri geliştiriliyor. Özneyi -ve toplumu tabii ki- çocuksu bir düzeye mıhlayan, kendi ızdırabının ve patolojisinin sorumluluğunu üstlenmekten muaf tutan bir çerçeve bu. Bütün meseleyi çaresizce maruz kaldığımız, dışsal bir şeye, o halde insanı da tek boyutlu bir varlığa indirgeyen ve ruhsal hayata, insan zihninin sürekli aktif halde oluşuna, dürtülere, arzu ve fantaziye yer bırakmayan bir psikoloji anlayışı. Aynı anlayışın öbür kutbunda da ruhsal ızdırabı beyin biyokimyası, serotonin/adrenalin/dopamin döngülerinden hareketle açıklamayı yeterli sayan günümüz psikiyatrisi var.

Bir yönüyle politik, toplumsal, kültürel bütün olay ve sorunların -esas olarak travma kavramı marifetiyle- psikolojikleştirilmesinden, bunun kendiliğinden ve doğal bir şeymişçesine gerçekleşmesinden ve buna ilişkin -psikoloji/psikiyatri çevrelerinde bir zamanlar var olan- hassasiyetin kaybından söz ediyorum. Tabiatıyla ruhsal tedavi (psikoterapi) alanını da kateden bir şeyden. Belirli semptomlar nedeniyle, onların analizi için değil artık psikoterapi. Terapist de onlar üzerine birlikte merak etme ve düşünmeye çağıran konumunu çoktan terk etmiş, kendini kendisinden talep edilen “hayatın anlamı” tedarikçisi rolüne kaptırmış, demek yansızlık kuralını umursamayan ve -en iyi ifadesiyle ve olsa olsa- bir ahlak öğretmeni, bir vaiz artık.

Hayatlarımızın anlamı ya da kaybettiğimiz anlamlar için başka bir şeye ihtiyacımız var demek ki. Ya da perspektifi değiştirmeye belki de. Belki de aslolan ve anlamlı olan, yaşanabilir bir hayat için nereden ve nasıl başlamamız gerektiğidir.