Oedipus Karmaşası (42): Lacan (II)
Erdoğan Özmen

“Yontuya devam ederken, bir yandan da, tıpkı dalga gibi kendisinden sonsuz derecede güçlü olan Sfenks’i düşünüyor Oidipus. Onu alt etmek için onun gücünden yararlanmış ve yanıtlar bıçağını onun karanlıklarına saplamıştı. Dalgalar gibi silinip gitmişti Sfenks. Bunun kendi eseri olduğuna inanmış, zaferi, kraliçeyi, krallığı kabul etmişti, ama çoktandır önünde kabarmaya başlayan çok daha yüksek bir dalganın kabararak onu yutmaya geldiğini görememişti.”[1]

Başlangıçta, 1930 ve 40’lar boyunca Oedipus’a ilişkin görüşleri Freud’unkine bir hayli benzer olan Lacan, 1950’lerden itibaren kendi Oedipus teorisini geliştirmeye başlar. Lacan’ın Oedipus anlatısının en çarpıcı farkı, -hangi cinsiyet olursa olsun- öznenin daima anneyi arzuladığı ve babayla daima rakip olduğu fikridir. Lacan’ın teorisi bazı temel öncüllere sahiptir. Bunlardan ilki, bebeğin doğar doğmaz, hatta doğumdan bile önce, çoktan dile gömülmüş durumda olduğu varsayımıdır. Konuşma yeteneğinin kazanılmasından çok önce demek ki. 

Dil olarak Öteki,* kendine özgü kuralları, grameri, sözcükleri, ifadeleri, sözlüğü, istisnalarıyla daima oradadır, bizden bağımsız olarak çalışmaya devam eder. -Deyim yerindeyse eğer- kendi özerk hayatını sürdüren bir kendiliktir dil. İnsanoğlu tarafından yaratılmıştır ve ama öte yandan tam da sadece onun içinde olarak, onun içinden öznenin toplumun temel insani karakterini deneyimlediği temel biçimdir dil.** Bizi diğer hayvanlardan ayırarak inşa eden ve insanlaştıran dil ruhsallığımızın da temel kurucu matrisidir. Genel olarak psikanalitik psikoterapilerde ve analizde öznenin konuşmasını dinleyen terapistin/analistin işittiği/işitmesi gereken tam da bu dil olarak Öteki’nin söylemidir. Öznenin niyetlendiği söylem değildir bu. Tam tersi bir durumdur söz konusu olan. Onu bir tür mecburiyetle üretmekten başkası elimizden gelmez: Dil sürçmelerinde, dilin tökezlediği, yetersiz kaldığı, dolandığı ve büküldüğü yerlerde, sakar eylemlerde, rüyalarda ya da semptomlarda ortaya çıkan şey, bastırılmış gösterenlerin bu kendiliğinden ve de bilinçli niyeti aşan varlığı ve kuvvetidir.

Demek şu da söylenmiş oluyor böylece: Bilinçdışı, bireyin zihninin derinliklerinde gizlenmiş bir karakter özelliği ya da karanlık ve fokurdayıp duran bir bölge değildir. Bilinçdışına bastırılmış gösterenler, öznenin onlara yönelik tüm karşı yatırımlarına ve niyetlerine rağmen, tam da dil anlamındaki Öteki (ve ait oldukları sözlük) yüzünden var olmayı sürdürür. Ve ancak Öteki’nin kesin olarak dikte ettiği bir biçim ya da yapıda zaman zaman zuhur edebilirler. O halde Lacanyen Özne, aynı zamanda Öteki’nin söyleminde var olur. Bebek daha doğmadan ebeveynlerin söyleminde yaratılmıştır. Kendisine tahsis edilmiş yerde, çok önceden bir adın düşünülmüş olmasında, beklentilerde, hayallerde, fantazilerde, bilinçli yatırımlarda ve planlarda, ailenin/kuşakların önceki ve aktarılıp duran travmalarında çoktan yer almış haldedir.

Demek dilin olmadığı yerde bilinçdışı da yoktur. Bilinçdışının öznesi için temel koşul dilin öznesidir. Şu halde bilinçdışı söz konusuysa, en derindeki simgesel çekirdeğe, bilinçdışı “töze” ulaşmak için diğer bütün katmanlar sabırla kat edilmelidir. Lacan’ın üslubundaki aşırılığı/anlaşılma güçlüğünü de bu çerçeveye yerleştirmeliyiz demek ki: Gündelik konuşma ve iletişimlerimize hükmeden yaygın bir kalıp ve alışkanlığın yerine, yani işittiğimiz herhangi bir şeyi derhal kendi verili anlam dünyamıza eklemleme, çoktan bildiğimiz şeylerle tamamlama ve böylece önemli ve farklı olan her şeyi ıskalama tavrı yerine, önemli/farklı/özgün olan şeyi duyabilmek için muhatabımızı dikkatlice dinlemenin, bir tür yoğunlaşmış bekleme ve merakta kalma halini muhafaza etmenin bir örneği olarak. Demek anlamın oluşmasının mütemadiyen ertelenmesine, muallakta oluşa tahammül etmek için bir çağrı gibi. 

Bu, öznenin Öteki’nin öznesi olarak teşhis edilmesi demektir. Yani, dilin öznesi, simgeselin öznesi ve bilinçdışının öznesi olarak pozitif bir içerikle özdeşleştirilmesidir.

Bir diğer öncül şudur: Dil olarak Öteki ancak simgesel bir tarzda ve simgesel olarak yapılanabilir bir niteliğe sahiptir. İnsan-varlıklar, kendilerini hayvanlardan ayıran temel bir yasanın yönettiği kültür varlıkları, kültür-içi varlıklar olduğu, bir kültür oluşturdukları ölçüde konuşan varlıklardır. Simgesel ilişkiler ya da genel olarak simgesel, insanın mutlak anlamda çaresiz/bağımlı/muhtaç bir varlık olarak dünyaya gelmesine ya da bir hayvan olarak temelde uyumsuz (disadaptive) oluşuna karşı geliştirdiği olağanüstü başarılı bir tepki ve telafi oluşumu olarak anlaşılmalıdır.***

Ve son bir öncül olarak, simgesel ilişkilerin bir kuşaktan diğerine türoluşsal (phylogenetically) bir biçimde iletilemez olma özelliğini not edelim.

Oedipus efsanesi denen bu yalın metin, insan yavrusunun kendi cinsel kimliğini üstlenerek, eril ya da dişil konumu benimseyen ve konuşan bir özne olarak sosyo-simgesel düzene katılmasının öyküsüdür. Demek, her bir kıvrımı uzun uzun açımlanması gereken bir metinle karşı karşıyayız. Böylece, bu girişimin en kapsamlı örneği olan Lacancı yorumun dayandığı temel ilkeleri de ortaya koymuş oluyoruz:

Oidipus karmaşası özneye, kültürün Yasası olarak anlaşılması gereken simgesel düzene girmek için gerekli olan anahtarı sağlar.

Bu, ancak özne cinsiyet kazandığı (sexuated: cinsiyetlendiği) oranda mümkündür. Yani öznenin, kendi simgesel konumunu bir kadın ya da erkek olarak üstlenmesiyle paralellik içindedir.

Oidipus karmaşasını meydana getiren süreç bir metafor süreci ya da işlemidir. Burada söz konusu olan şey çünkü, Annenin-Arzusu göstereni için Babanın-Adı göstereninin (Yasanın taşıyıcısı olarak simgesel babanın) ikame edilmesidir. Metaforu böyle anlamalıyız demek ki, yeni bir gösterenin diğerinin üstüne yerleşmesi olarak. Böylece sahneye çıkan yeni gösteren önceki göstereni bir yandan altta bırakarak/aşağıya iterek görünmez kılarken bir yandan da onunla çağrışımsal bir bağlantıyı/teması sürdürür. Çocukta fallik anlamlandırma sürecini başlatan şeydir bu.****


[1] H. Bauchau, Oidipus Yollarda, Çev. Aysel Bora, Metis Yayınları, 1998, s. 71-2.

* Lacan II. Seminer’den (1954-55) itibaren Öteki’yi büyük harfle yazmaya başlar. Ve büyük Öteki’yi, bir yapı olarak dil (yapısal dilbilimde olduğu gibi), kültürün yasal dokusu olarak simgesel düzen (Levi-Strauss’un antropolojisiyle uygunluk içinde) ve Freudçu bilinçdışı olmak üzere üç farklı eşdeğerlilik ilişkisi içinde düşünür.

** Sol/sosyalist zihniyet, insan ve toplum görüşünün benimsediği en temel konum olan; insanın kendi iyiliğini ancak toplumun iyiliği yoluyla isteyebileceği, ya da bu iki iyilik/mutluluk hali arasında zaten bir tür özdeşlik olduğu tezini, belki bir de bu bağlamda yeniden düşünebiliriz.

*** İnsanın uyumsuzluğu ve/ya da aşırı özgünlüğü meselesini bir kere daha vurgulayalım. Bütün disiplin ve cezalandırma kurumlarını, iktidar ve zor aygıtlarını mümkün ve kaçınılmaz gösteren temellerden biri de; o uyumsuzluğun ve özgünlüğün ortaya çıkardığı ruhsal acı, çaresizlik ve açmazın en nihayetinde ancak belirli tahammül sınırları içinde dayanılır olması, ve kaba terbiye, hizaya sokma, tabi, uyumlu ve sıradan kılma, pratiklerinin çağrısının bazen epeyce rahatlatıcı ve teskin edici bir kıvam edinmesidir belki de.

**** "Lacan” yazıları için, Lacan’ın yapıtları yanısıra şu kitaplardan da epeyce yararlandım: “Introduction to the Reading of Lacan”, J.Dor, Other Press, 2004; “Subjectivity and Otherness”, L.Chiesa, MIT Press, 2007; “Lacan, Language, and Philosophy”, R.Grigg, Suny Press, 2008