Oedipus Karmaşası (43): İmgesel, Simgesel, Gerçek
Erdoğan Özmen

“Asla bastırılamayacak olan insan ruhuna inanıyorum.”

J. M. Coetzee

Lacan kendi teorik serüvenini her ne kadar “Freud’a Dönüş” olarak konumlandırsa da, yeniden tanımladığı ve/ya ilk kez oluşturduğu belli başlı kavramlara bakarak onun aslında bambaşka bir teorik yapı inşa etmiş olduğu söylenmelidir. İmgesel/hayalî (imaginary), simgesel (symbolic) ve gerçek (real)  bu türden yeni kavramlardır. Söz konusu bu radikal farklılık hakkında bir fikir vermesi için (aynı zamanda varlığın üçlü yapısına işaret eden) bu kategorilerden kısaca söz edelim.

Lacan’a göre ego (ben) imgeselin bir çökeltisi/tortusudur. Çocuksu egonun hatları, altıncı ile on sekiz/yirmi dördüncü aylar arasında (“ayna evresi” boyunca) çocuğun beden imgesinin algısal bütünlüğü/birliği (yani ayna imgesi) ile gerçekleştirdiği özdeşleşme sayesinde oluşur. Tüm diğer ötekilerin de (anne, baba, diğer çocuklar) aynı bütünlüklü imge işlevi gördüğünü ekleyelim.

Çocuğun kendini, kendi olmayan ama yine de kendi olarak tanıdığı imgeyle özdeşleştirdiği bu kökensel özdeşleşme deneyimi müthiş bir sıçramadır. Neredeyse imkânsız bir soruyu, yani başkasından/kendi olmayandan yola çıkarak nasıl kendim olurum sorusunu mümkün kılan bir edim olmasıyla müthiş bir jesttir bu. Çoktandır bilmiyor muyuz zaten; asıl meselenin doğru sorular meselesi olduğunu, ya da hakikat arayışına cevaplardan çok önce ancak doğru sorular alanından çıkarak başlanabileceğini. Böylece Lacan, bir yandan da -söz konusu özdeşleşme narsisistik olduğu ve varlığımızın en derin katında ikamet ettiği ölçüde- narsisizm kavramına yeni bir ışık düşürmüş, kavramı yeni bir içerikle temellük etmiş olur.

Ben (ego), kendinin imgesiyle özdeşleşme içinde, o özdeşleşme sayesinde oluştuğuna göre demek ki, imgesel, “beden imgesini, ben (ego) ve öteki imgelerini harekete geçiren ve (yerdeğiştirme ve yoğunlaştırma gibi) zihinsel işleyişin birincil süreçlerini kullanan özdeşleşme stratejilerinin (içselleştirme (introjection) ve yansıtma (projection)) temsili”[1] olarak anlaşılmalıdır. Ayna evresi kavramıyla şu halde, hayalî/imgesel ile gerçeği ayırt etme, bağ kurma ve nesne ilişkisi, tanıma ve algılama işlev ve kapasiteleri yeni bir düzleme taşınmış, yeni bir bakışla ele alınmış olur. Çocuğun bedeniyle ilişkisi/deneyimi tam bir eşgüdümsüzlük, acz ve iktidarsızlıkla karakterize iken ve henüz neyin kendi bedenine ait olduğunu bile ayırt edemez haldeyken, gerçeklikte var olmayan bir bütünlük/birlik deneyimini imgenin -deyim yerindeyse- cisimleştirmesi, bu vaat bir de şu açıdan önemli değil midir: Yoğun bir kaygı/korku/hüsran ve sevinç/büyülenme/umut duygularının aynı anda tetiklendiği bu karşılaşma -demek asıl olayın kendisini aşacak biçimde- belleğin ve ruhsallığın ilk kurucu momentidir belki de.

Demek imgesel, bütünlük/birlik/tamlık, benzerlik ve ikiliğe ilişkin kökensel yanılsamaların alanıdır. Bu anlamda ego bir semptom, “öznenin tam kalbindeki ayrıcalıklı bir semptom” gibi yapılanmış imgesel bir oluşumdur ve simgeselin ürünü olan özneden bütünüyle farklıdır. Edebiyatın içgörüsüne başvurarak söyleyelim bir de:

“Yüreği bezgindi, kafası bezgindi, iliklerine kadar bezgindi ve işin doğrusu kendinden bezmişti -meleği Wayne Blight aracılığıyla Tanrı’nın gazabına uğramadan bile bezmişti. O olayın, o darbenin önemini azaltmayı asla istemeyecek. Kesinlikle bir felakete uğramıştı. Dünyası daralmış, bir mahkuma dönmüştü. Ama ölümden kurtulmanın onu titretip kendine getirmesi, içinde pencereler açması, hayatın değerini yeniden anlamasını sağlaması gerekirdi. Böyle bir şey olmadı. Hala eski benliğinde kısılı; benliği iyice grileşti ve iç karartıcı hale geldi, o kadar. İnsanı alkolik yapacak kadar.”[2]

Ayna evresinde ete kemiğe bürünen özdeşleşmelerin ardından, meşhur “bilinçdışının bir dil gibi yapılandığı” tezi etrafında oluşturulan simgesel kategorisi yer alır. Demek simgesel, bir bakıma bilinçdışı arzunun akıbetlerinin ve yörüngesinin yapısalcı bir dil anlayışı -yani kendi başlarına/kendileri olarak pozitif bir varoluşa sahip olmayan öğeler arasındaki farklılıkların sistemi olarak dil- çerçevesinde incelendiği yapının/düzenin adıdır. Simgesel, öznenin arzusunu düzenleyen yasanın alanına işaret eder. Bu anlamda simgesel, içinde yasanın aşikâr hale geldiği yerdir. Ve öznenin arzusu Ötekinin arzusu olduğu ölçüde, arzu olarak özneyi kuran (arzu öznenin esasıdır çünkü) söz konusu yasa Ötekinin yasasıdır. Büyük Öteki olarak da adlandırılan yapıdır bu.

“Simgesel aynı zamanda Lacan’ın Öteki olarak işaret ettiği radikal bir ötekilik alanıdır. BİLİNÇDIŞI bu Ötekinin söylemidir, bu yüzden de tümüyle simgesel düzene aittir. Simgesel, Oedipus kompleksinde arzuyu düzenleyen Yasanın alanıdır. Doğanın imgesel düzenine karşılık kültürün alanıdır. İmgesel ikili ilişkilerle karakterize iken simgesel üçlü yapılarla karakterizedir, çünkü öznelerarası ilişki daima bir üçüncü terimle, büyük Ötekiyle ‘dolayımlanır’. Simgesel düzen aynı zamanda Ölüm’ün, Yokluk’un ve Eksik’in alanıdır.”[3]

Demek bir farklılıklar sistemi olarak dilin yapısı dört başı mamur bir ağa sahiptir ve öznenin arzusu, egoya yabancı/egonun bilmediği arzu, tam da -sadece- bu ağın içine yerleşerek “dile gelmenin” yollarını arar, keşfeder. O denli ortada ve apaçık ki, nüfuz ve fark edilemez olan, algılama kapasitesinden/algısal temsilden daima kaçan bu dilsel ağın arzu ile ilişkisini yine/bir kez daha edebiyatın yardımıyla söyleyelim, burada tam bir örtüşmenin/karşılıklılığın bulunmadığı itirazını da büsbütün yabana atmadan:

“Sözcükler vardır, bir de sözcüklerin ardında, etrafında ya da altında niyetler vardır. Paul konuşurken çocuğun dudaklarını izlediğini, sözcük dizilerini örümcek ağıymışlarcasına bir kenara atıp niyete odaklandığını fark ediyor. Çocuğa duyduğu saygı artıyor, hızla artıyor. Sıradan bir delikanlı değil bu!”[4]

Lacan’ın gerçek kategorisiyle işaret ettiği ise, düşünülemez ve bilinemez olarak kalan katmandır. Bu, simgeselin gösterdiğinin ya da imgeselin resmettiğinin ötesine geçen her şey olarak, demek ikisinin de ötesinde konumlanan, belli ölçülerde gizemli/muğlak bir kategoridir. Tüm temsillerden kaçan, simgeleştirmeye direnen şeydir gerçek. Yani onu tahayyül etmek, simgesel düzene entegre etmek, şu ya da bu yolla ona ulaşmak imkânsızdır. Gerçeğe temel travmatik niteliğini kazandıran da, işte bu imkânsızlık ve simgesele gösterdiği direnç özelliğidir. Gerçek, Şey’in (thing) ikamet ettiği yerdir, bu anlamda gerçek düzende yokluk diye bir şey yoktur. Her zaman yerindedir gerçek. Aynı zamanda “nesne a”nın (objet petit a) yeridir gerçek. Şey, mutlak olarak kavranamaz gerçekliği içinde Gerçeğin nesnesiyken, nesne a, simgesel düzenin başlamasından sonra gerçekten artakalan tortudur. Simgesel çünkü, arzu ve yasanın yerinden gerçeği kesintiye uğratma, azaltma, ona nüfuz etme çabasını sürdürür.

Freud’un “haz ilkesinin ötesinde” bir şey olduğu keşfini de gerçek çerçevesinde düşünebiliriz pekâlâ. “Bitmeyen analiz”le işaret edilen şey, yani psikanalitik tedaviyi nihayete erdirmenin imkânsızlığı da, esasında her şeyi söylemenin imkânsızlığı değil midir? Temsilin/gösterenlerin ötesinde kalan, ve böylece libidinal olarak bağlanması ve boşaltılması mümkün olmayan şey. Haz ilkesinin, gerilimin tam olarak ortadan kalkmasına yetmediği, her zaman yerinde duran eşik/tortu/artık.        


[1] J. Kristeva, New Maladies of the Soul, Columbia University Press, 1995, s. 103.

[2] J. M. Coetzee, Yavaş Adam, çev. Dost Körpe, Can Yayınları, 2016.

[3] D. Evans, Dictionary of Lacanian Psychoanalysis, Routledge, 1997, s. 202.

[4] Coetzee, a.g.e, s. 76.