Elif Batuman'ın Budala'sı
Barış Özkul
Elif Batuman’ın Budala’sı İletişim Yayınları’ndan Hande Dönmez çevirisiyle yayımlandı. 2018’de Pulitzer Ödülü Finali’ne kalan bu roman hakkında New York Times, Guardian gibi gazetelerde olumlu yorumlar okumuş; Amerika’da ödül alan bir Türkiyeli romancının varlığından heyecan duymuştum. Budala, ilk bölümüyle beklentilerimi fazlasıyla karşılarken bir romandan çok seyahatname biçimindeki ikinci bölümünü doğrusu pek beğenmedim. Batuman, odağını iyi bildiği Amerika’yla, Amerikan üniversitelerinin evreniyle, dilbilim ve semiyoloji disiplinlerinin sorunlarıyla sınırlı tutmak yerine anlatı ilerledikçe Amerikalı okura Macaristan’ı tanıtmaya giriştiği için ilk bölüm ile ikinci bölüm arasındaki makas giderek açılmış.

***

Budala’nın 18 yaşındaki kahramanı Selin’in (Rusçasıyla Sonya) Harvard’daki öğrencilik günlerini anlatan ilk bölüm epey çalışılmış, bilinçli bir anlatı içeriyor. İnternetin ve e-mail’in insan hayatına girişiyle iletişim düzeninin köklü biçimde değişmesinin yarattığı yeni durumu hem Selin ile arkadaşları arasındaki ilişkilerin çarnaçar sürüklendiği sanal mecranın kısıtlılıkları ve avantajları hem de neyin kurmaca neyin gerçek olduğu, dil içinde yeni bir dünya tasarlamanın mümkün olup olmadığı, diller arasındaki anlam ve kip farklarının insan ilişkilerine yansımaları gibi temel sorunsallar ışığında ele alan Batuman, dil hakkında düşünmenin insan varoluşu hakkında düşünmek anlamına geldiğini malumatfuruşluk tuzağına düşmeden anlatabilmiş.

Batuman’ın malumatfuruşluk tuzağına düşmemesinin sebebi dilbilimin büyük kuramsal meselelerinden doğrudan söz etmek yerine gündelik hayattan, insan deneyiminden hareketle kuramsal vargılara ulaşabilmesi. Romanın başlarında Selin’in dolaylılık kipiyle (-mış, -miş) ilgili gözlemleri tam da buna örnek: Türkçede en çok çocuklarla konuşulurken kullanılan dolaylılık kipi karşımızdaki kişinin merakı ve bilgisizliğini, masumiyetini varsaydığı gibi hiç kimsenin sadece doğrudan olgusal gözlemlerle yaşayamayacağını, başkalarının deneyimini başkalarından dinlemenin şaşkınlığına duygusal açıdan muhtaç olduğumuzu da anlatır.

Batuman’ın zaman kipleriyle ilgili farkındalığını doğrulayan ya da yanlışlayan çeşitli dilbilimsel savlar var. Örneğin Sapir-Whorf kuramı, iki günü iki farklı şey olarak değil aynı şeyin iki kere gerçekleşmesi olarak gördükleri için Hopi yerlilerinin dillerinde zaman kiplerinin olmadığını, zamanı bizden farklı algıladıklarını ileri sürerken Chomsky’ci dilbilim bunun hiyerarşik bir ırk kuramından kaynaklı yanlış bir sav olduğu, zaman kipleri ile zaman algısı arasında doğrudan bir ilişki bulunmadığı kanısındadır.

Batuman/Selin bu kuramsal meseleler karşısındaki konumunu farklı dillerin bizi farklı şeyler düşünmeye zorladığını belirterek netleştiriyor. (İnsanları öznellik derecelerini ifade etmeye zorlayan Türkçe ile ağzınızı her açtığınızda nesnellik derecenizi ifade etmeye zorlandığınız İngilizce/Almanca gibi diller arasındaki farklar dilbilimin tartışma konularından biri.) Ama edebiyat yapıtı açısından asıl önemlisi bu kuramsal tartışmaların insan deneyimine yedirilerek, Selin ve diğer karakterlerin öznel dünyasıyla temas halinde sunulabilmesi olduğu için Budala’nın ilk bölümünde kuramı deneyimin peşine takan örüntünün tutarlılığı ve ağırlığı hemen hissediliyor.

Selin’in neyin kurmaca neyin gerçek olduğu ve bu ikisi arasındaki sınırın nasıl belirlendiğiyle ilgili görüşleri de aynı örüntüyü takip ediyor. 

Çağdaş dilbilim, ta Saussure’den beri, dilin esasen kurmaca olduğunu belirterek gösteren (ses ya da işaret) ile gösterilen (ses ve işaretin karşılığı olan kavramsal imge) arasındaki ilişkinin keyfîliğini (arbitrary) vurgular: Masayı masa olarak adlandırmamızın başta herhangi bir nedeni yoktu; masaya taş, taşa su, suya da ekmek diyebilirdik. Ancak bu keyfîlik sadece dilin başlangıç aşamasında geçerlidir, dilin kullanım alanı binlerce yıllık anlam yükleriyle şekillenmiştir ve bu yükler bir yığın nüansla dolu oldukları için dilde eşanlamlılık diye bir şey yoktur. Ölmek ve vefat etmek sözlükte eşanlamlı görünebilir ama dilin iktidar ilişkilerini de içeren kullanım alanında “hayvanlar ölürken”, “insanlar vefat ederler”.

Selin, dilsel göstergelerin bu kurmaca olmakla birlikte aynı zamanda gerçekliğe temas eden boyutuna dair farkındalığını öncelikle Ivan’la ilişkisinde ortaya koyuyor. Ivan’a yazdığı e-mail’de “kelimeler bir ruh hali yaratırlar, ama o halin kendisi değildirler” diyerek deneyim ile dil arasındaki aşılmaz mesafeye işaret ettiği gibi insan hayatında kurmacanın gerçeklikle iç içe geçtiği, kurmaca ile kurmaca olmayan arasındaki sınırların her an aşılabildiği, başlangıçta kurmaca olanın sonradan gerçeğe dönüşebildiğini simgeleyen bir Rusça öykü aracılığıyla/bu öykünün içinde Ivan ile ilişki kuruyor ve bu ilişki zamanla fiziksel bir gerçekliğe dönüşüyor.

Kurmaca-gerçeklik ayrımını sorunlaştıran bu somut deneyimler –tıpkı zaman kipleriyle ilgili tartışmada olduğu üzere–  kuramsal vargılarla destekleniyor. Batuman, Nabokov’un Edebiyat Dersleri’ne atıfla, eski insanlar aritmetiği ilk icat ettiğinde bunun dünyaya düzen getirmek için tasarlanmış yapay bir sistem olduğunu; gelgelelim aritmetik yüzyıllar içinde girift bir hal aldıkça ve tüm dünya kademe kademe sayılar üstüne konumlandırıldıkça dışsal bir ağın dünyanın iç iskeleti haline geldiğini hatırlatıyor. Edebiyatla geometri arasında kurulan analoji sanal konilere dayalı cisimsel geometriden trigonometrinin keşfine kadar matematiksel buluşları ilgilendirdiği gibi gerçekliğin dil ve simgeler aracılığıyla inşasına uzanan genel sorunsalı da içine alıyor. Budala’nın ilk bölümünde hayatı, ilişkileri, deneyimleri ve fikirleriyle Selin/Sonya bu sorunsalı deşerken Batuman, Batı edebiyatında 2000'lerden bu yana sıklıkla rastlanan "kurmaca üstüne kurmaca"nın (isterseniz üst-metin ya da meta-anlatı da diyebilirsiniz) başarılı bir örneğini veriyor.

***

Romanın ilk bölümünde edebiyat yapıtının her zaman taşıyamayacağı ölçüde kuramsal ciddiyet gerektirebilecek bir tartışmayı karakterlerin deneyimleriyle uyumlu bir örüntüye dayandıran Batuman, 200 sayfanın ardından Selin’i önce Fransa’ya sonra Macaristan’a göndererek, anlatıyı derinleştiren, ona canlılık katan sorunsalı terk etmeyi seçiyor. Dilin sınırlarını ve “doğa”sını tartışan anekdotlara (Ukrayna’nın Rusça’da “sınır ülkesi” anlamına gelmesi gibi) yer yer tekrar dönse de bunlar ilk bölümde olduğu gibi karakterlerin öznel deneyimleri içinde anlam kazanmak yerine Macaristan ve Avrupa hakkında ansiklopedik bilgiler olarak sunuluyor. Roman buralarda seyahatname tarzında dağınık bir anlatıya dönüşürken, Macaristan’ın Güney Carolina büyüklüğünde bir ülke olmasından Macarlar ile Türkler arasındaki tarihsel akrabalık tezlerine ve Budapeşte’deki anıtlara kadar… kendi dışındaki dünyayı pek iyi tanımayan Amerikalı okura dünya bilgisi öğreten turistik anekdotlar romanı kaplıyor.

Bu iç tutarsızlığıyla Budala, hem başarılı hem başarısız bir roman. Elif Batuman, ciddi bir yazarlık potansiyeline sahip olduğunu ve bu potansiyeli aynı anlatıda hem sergileyip hem heba edebileceğini gösteriyor.