Psikoloji ve Psikiyatrinin Travma Kavramıyla İmtihanı (1)
Erdoğan Özmen

Yakında, psikoloji ve psikiyatrinin hemen hemen bütün tanı kategorilerini travma kavramına göre yeniden tarif ettiği bir dönem başlayacak sanki. Nevroz (anksiyete, fobi, histeri, obsesyon vb.), sapkınlıklar, “kişilik bozuklukları” denen tanı kategorisi, ilişki, iletişim ve evlilik sorunları, aşk acıları, duygudurum bozuklukları (depresyon vb.) çeşitli bağımlılıklar, belki psikoz bile bu sefer de belli bir travma kavramının süzgecinden geçirilerek yeniden ele alınacak, yeni formülasyonlar ileri sürülecek. Tüm psikopatolojinin denecek, temelinde travmatik bir yaşantı vardır. Yine belli bir travma kavramına göre düzenlenmiş ve icat edilmiş bazı tedavi teknikleri (temelde bilişsel-davranışçı olan bazı teknikler, EMDR vb.) her derdin devası olarak sunulacak. 

Muhayyel bir -geçmiş- travmanın tedavi edilmesi, varsayılan belirli bir travmatik etkinin/mirasın ortadan kaldırılması sayesinde yepyeni bakış açıları kazanacağımızı, edineceğimiz yeni düşünce ve inançlarla, yenilenmiş bir duygu repertuvarıyla kendimize, ilişkilerimize, topluma ve dünyaya bakışımızda olumlu değişimler sağlayacağımızı, kendi kişisel gelişimimizde müthiş sıçramalar gerçekleştireceğimizi daha sık işitir olacağız. Ruhsal ıstıraplarımızın gerisinde, uyum kapasitemizi olumsuz biçimde etkileyen düşünce/duygu/davranış/kişilik özelliklerimizin ardında beynimizin belli biçimlerde -belli travmalara bağlı olarak- sakatlanmış, normal gelişiminden sapmış işleyişinin yattığını, bu sapmayı/anormalliği yine belli bir fizyoloji/biyoloji bilgisine dayalı tedavi teknikleriyle onarabileceğimizi vaaz eden uzmanlarla daha çok karşılaşacağız bundan böyle: Varolan düzene/sisteme/akışa uyum ve eklemlenme kapasitesi ve yeteneği “normalliğin” ve ruhsal sağlığın biricik ölçütü değil midir ki zaten, diye hatırlatılacak sık sık.

Dahası, yanlış olduğuna inandığımız ama yine de gerçekleştirdiğimiz bazı eylemlerden kaynaklanan yoğun suçluluk ve utanç duygularını, kendi moral ve etik değerlerimize uygun olmayan, onları ihlal eden davranışlarımız sonucunda ortaya çıkan “stress”i tarif etmek üzere “Travma sonrası stres bozukluğu”ndan ilhamla “moral injury” (ahlaki incinme/zedelenme) diye bir kavram bile türetilmiş. Yakında belli başlı tanı kriterleri sıralanmış bir ruhsal bozukluk olarak DSM sınıflandırmasında boy göstermesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. DSM’nin doğrudan nedene (etyolojiye) gönderme yapan bu tür tanı kategorilerini eşsiz bir fırsat penceresi (ruhsal ıstırapların etyolojisine ilişkin her türlü fikir, teori ve öneriden uzak ateorik mantığını dengeleyen, telafi eden anlamında) olarak görmeye başlayacağı zamanlar yakındır çünkü.

***

Kısmen çoktan başlamış bir süreç bu. Belki de bu arada güme giden şey gerçek, kanlı-canlı travma, yıkım ve vahşetlere maruz kalmış somut insanların somut acıları olacak. Bir de tabii ki, esasında varlığımızın asli kurucu unsuru ve zemini olan yapısal travmatik duruma/bünyevi travmaya ilişkin psikanalizin müthiş içgörüsü ve kavrayışı. Gerçi belli türde bir psikanaliz yorumu, psikanalitik teoriyi tam da en radikal ve altüst edici/devrimci cevheri/özü bakımından zayıflatan bu revizyonist hareketle çoktan işbirliği yapmış durumda.

Mesele psikoloji/psikiyatri disipliniyle de sınırlı değil ne yazık ki. Tüm toplumsal ve politik analizler, sosyoloji, politik iktisat, edebiyat ve sinema filan da bu amansız furyaya çoktan teslim olmuş durumda. Toplum ve bireye, toplumsal ve bireysel ıstırap ve açmazlara, korkunç yoksulluk ve yoksunluk hallerine, türlü çeşitli çaresizlik ve zayıflıklarımıza ve bunların sebeplerine ilişkin emek emek inşa ve icat edilmiş bütün kavramlar; artı-değer sömürüsü, sınıf, güç ve iktidar ilişkileri, toplumsal formasyon, egemenlik ve eşitsizlik biçimleri, sermaye birikim süreçleri ve hareketleri, cinsiyet konumları ve ilişkileri, ideoloji, bilinçdışı, fantazi, dürtü, cinsellik, arzu, zevk vb., sahneden çekilirken yerlerine travma kavramı yerleşmeye başladı bile. Hemen herşeyin tüm tarihsel, iktisadi, sınıfsal, ideolojik, kültürel zemininden ve yükünden tecrit edilerek sıradan bir travma anlatısına tercüme edilmesi yeterli sayılır oldu artık. İki yönlü bir işlem bu: bir yandan tüm ruhsal yapı, süreç, oluşum ve ıstıraplar travma parantezine alınırken, diğer yandan çeşitli toplumsal ve politik süreç, ilişki ve yapılar da yine bu nevzuhur travma kavramına tercüme edilerek psikolojik ve kişisel bir meseleye indirgeniveriyor. En temelde şüphesiz -uzun bir mesele bu gerçi ama-, neoliberal kapitalizmin insani deneyim ve gündelik hayatın bütün veçhelerinin psikolojikleştirilmesine, sermaye diktatörlüğü ve vahşetinin bir tür gönüllü ve kendi kendimize dayattığımız kölelik ilişkisi içinde görünmez hale getirilmesine yönelik hayati ihtiyacı ve eğilimi bağlamında düşünülmesi gereken bir konu bu. Daha önce yazdığım bir yazıdan aktararak söyleyeyim:

“Günümüzde –neo-liberal zamanlarda– travma literatürünün bu denli çoğalmış olmasını, travma kliniklerinin artışını, belli başlı toplumsal ve politik konuların hemen daima ve basmakalıp bir biçimde “travmatik deneyim, travmalarla yüzleşmek” kavram setinden müteşekkil bir paranteze alınmasını nasıl anlamalıyız? Tüm bu oluşumlar yaygın bir semptom özelliği gösteriyorsa, bu neyin semptomudur?”[1]

Byung-Chul Han’ın söylediklerini aktarayım bir de:

“Bizi teşvik eden ve ayartan özgürlükçü, dost çehreli iktidar, talimat ve emir veren, tehdit eden iktidardan daha etkilidir. Mührü “like/beğendim” simgesidir. Tüketerek, iletişimde bulunarak, hatta Like’ı tıklayarak tabi oluruz tahakküm ilişkilerine. Neoliberalizm “Beğendim” kapitalizmidir. Bu kapitalizm disipline etmeyi amaçlayan zorlama ve yasaklarla iş gören 19. Yüzyıl kapitalizminden tümüyle farklıdır.

Akıllı iktidar bilinçli ve bilinçdışı düşüncelerimizi okur ve değerlendirir. İnsanların kendi iradeleriyle kendilerini düzene sokmasını ve optimize etmesini bekler. Böylelikle de üstesinden gelmesi gereken bir dirençle karşılaşmaz. Bu tahakküm büyük bir çabaya, zor kullanmaya gerek duymaz, öylece gerçekleşiverir.”[2]

Her iki durumda da, kurban/mağdur statüsüne indirilen, çocuksulaştırılan insan söz konusudur artık: tümüyle başkalarının inayetine, insafına, yardımına, merhamet ve acıma hislerine muhtaç/bağımlı hale gelmiş zavallı, çaresiz bir kurban. İlkinde, geçmiş somut bir tacizin, istismarın, fiziksel ve duygusal ihmalin, kötü muamelenin, somut kayıpların (mutsuz annenin yetersizlik ve eziyetleri, alkolik babanın işkence ve hakaretleri, üvey babanın cinsel istismarları, başka çocukluk işkenceleri, ebeveynlerin ya da kardeşin ölümüyle sonuçlanan kaza gibi kalıplar her yerdedir artık) mağdurlarıyızdır. Bütünüyle edilgen bir biçimde bunlara maruz kalmışızdır. Onların izleri bedenimize kaydolmuştur. Çünkü beden kayıt tutar, ve şimdi ihtiyacımız olan şey onların tanınması ve ilan edilmesidir, denecektir. Yine bu çerçevede bir tür rehberlik ve koçluk müessesesine ihtiyacımız olduğu vaaz edilir.

Diğerindeki tavır ise , özneyi kendi hayatının ve kaderinin faili olmaktan çıkaran, özne oluşu mütemadiyen dışarıdan gelecek yardım, destek ve korumalara muhtaçlık ilişkisi üzerinden tarif eden, özneyi ebedi kurban/mağdur olarak temsil eden bir tavırdır. Her birimizi bir kurban/mağdur figürü içinde sabitleyen bu jeste/ayartıya büyük bir iştahla kapılmakta hiçbir beis görmüyoruz artık. Eşitsiz ve baskıcı toplumsal ilişki ve yapıların ortadan kaldırılması, ve özgürlükçü/eşitlikçi bir dünya hayali/fikrinin etkin özneleri olmaya koyulmak ve cesaret etmek yerine, tüm enerjisini ve gücünü mağduriyetinin, acısının, kayıplarının, örselenmiş ruhunun sergilenmesine hasreden ve bunların tanınmasını talep eden -ve bu durumundan belli biçimlerde zevklenen- bir “özne” konumu bu, ne yazık ki.

[1] “Bir iktidar pratiği olarak psikiyatri ve psikoloji: travma örneği”, 20 Mayıs 2013, Birikim-Güncel.

[2] Byung-Chul Han, Psikopolitika, (çev. Haluk Barışcan), Metis, 2019, s. 25.