Bir Tuhaf Yargı Reformu
Barış Özkul

Işıl Kurnaz, Türkiye’nin hukuksal sorunları hakkında bilgiye dayalı, serinkanlı söyleşiler yapan, kıymetli bir hukukçu. Tuğrul Katoğlu ile gündemdeki yargı reformunun anlamı ve uygulamadaki olası sonuçları üzerine yaptıkları söyleşi Birikim’in Aralık (368) sayısında yayımlanacak. Hukuk alanında içler açısı bir tablonun ortaya çıktığı şu dönemde önemli tespitler ve sorular içeren bir söyleşi bu. Bu yazıda Kurnaz ve Katoğlu’nun gözlemleri ışığında yargı reformunun içerdiği tuhaflıklara işaret etmek niyetindeyim.

İlk tuhaflık, AKP-MHP işbirliğiyle hazırlanan yargısal düzenlemelere “reform” adı verilmesi. Yargı teşkilatının adalet dağıtmak yerine kolluğun işlevini ifa etmekle yükümlendirildiği; gazetecilerden milletvekillerine iktidarla mutabık olmayan hiç kimsenin hukuk güvenliğinin olmadığı; bağımsız yargı, “doğal hâkim” gibi temel hukuksal kaidelerin çiğnendiği günümüz Türkiyesi’nde bir yargı reformundan bahsetmek en hafif deyimle gülünç. Paketteki düzenlemeler bu gülünçlüğü teyit edecek bir reform ajandasına sahip. 

Tuhaflıklardan birisi Terörle Mücadele Kanunu’na “haber verme sınırlarını aşmayan veya eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz” şeklinde bir “reform kalemi”nin eklenmiş olması. Katoğlu, TMK’ya böyle bir eklemenin yapılması karşısında şaşkınlığını şöyle aktarıyor:

“Konusuna hâkim olan, iyi yetişmiş her hukukçu, her iyi yargıç, zaten düşünceyi açıklama özgürlüğü ya da ifade özgürlüğünün bilincindedir. Suç teşkil etmeyen düşünce açıklamaları konusunda bir tereddüt yaşamamalıdır. Zaten düşünceyi açıklama ve ifade özgürlüğü var, eleştiri yapmak herkesin hakkıdır. Bu sebeple düşünceyi açıklama özgürlüğünü oluşturan fiillerin suç sayılmayacağına dair bir fıkra hükmünün, suç tanımı içeren bir maddeye eklenmesi çok acayiptir.”

Eleştiri ve görüş belirtmenin çağdaş hukuk rejimlerinde (askeri dikta kalıntısı 1982 Anayasası’nda bile) anayasal güvence olduğu düşünülürse, ifade özgürlüğüne duyulan saygıdan ziyade göz boyamak amacıyla yapılmış bu eklemenin gülünçlüğü iyice belirginleşiyor. 

İyi yetişmiş hukukçuların bu tür faaliyetlerin suç teşkil etmediğini zaten bilecek durumda olmaları temel gerçeğinin günümüz Türkiyesi’nde unutulmuş olması hukuk, eğitim, ekonomi gibi alanlardaki liyakat sorununa bağlı bir toplumsal açmazın ifadesi aynı zamanda. Kanunlara uygulamacıları (hâkim ve savcıları) eğitmek amacıyla hükümlerin konması adalet dağıtıcılarının düşünce, mantık ve muhakeme düzeyi hakkında fikir verici olduğu gibi yargıya nasıl davranması gerektiğini öğreten bir başka erkin (siyasi iktidar) varlığına, kuvvetlerin hiyerarşik birliğine işaret. Son üç yılda hâkim sayısının önce 8 bine inip sonra bir anda 20 binler düzeyine çıkmış olması karşısında Katoğlu, “bu yükselişe nitelik eşlik etmiş midir?” diye soruyor. Toplumun tamamını ilgilendiren bu sorunun yanıtının ne olduğu besbelli.

Yargıdaki nitelik kaybı ve kuvvetlerin hiyerarşik birliğine siyasi davalardaki yaygın tutuklama kararları eşlik ediyor. AKP’den çok önceye giden ama AKP’yle beraber iyice ivme kazanan bir zihniyet sorunu bu: Yargısal işlemlerin amacının adalet dağıtmaktan ziyade kamu güvenliğini sağlamak olduğu konusunda devletle toplum arasında bir görüş birliği ve kenetlenme var. Hâkimlere suçla mücadele etme, suçluyu yakalama görevi yükleyen bu zihniyet, yargısal faaliyeti kolluk faaliyetiyle özdeşliyor. Katoğlu, “mahkemeler kolluk makamı değildir; kamu güvenliğini kolluk sağlar, mahkemelerin görevi adaleti yerine getirmektir” derken bu soruna parmak basıyor. Kendini adaleti gerçekleştirmekle sınırlı tutmayıp güvenliği sağlamaktan da sorumlu gören hâkimlerin varlığı tutuklamaların siyasi iktidarın güdümünde bir intikam, linç ve korkutma aracına dönüşmesini kolaylaştırarak bugünün ucube davalarına (Gezi davası, Ahmet Altan davası vb.) hukuksal değil ama yargısal meşruiyet sağlıyor. Yargı alanındaki bu temel sorununun reform adı taşıyan paketle birlikte değişeceğine dair umut ışığı şimdilik yok.

Katoğlu ve Kurnaz, yargı “reform”u paketiyle CMK’ya eklenen özel yargılama usullerine (“seri ve basit muhakeme”) de dikkat çekiyorlar: Detay gibi görünen bu değişikliklerle yargısal fonksiyonun savcılara aktarıldığı bir oldu-bitti yürürlüğe konuyor. Katoğlu, uygulamanın sakıncalarını şöyle anlatıyor:

“Savcılık… belirlediği ceza ile birlikte görevli mahkemeden seri yargılama usulüne göre dosyaya bakmasını talep ediyor. Mahkeme, konuyu seri yargılama usulüne uygun bulursa, savcı tarafından belirlenmiş cezaya hükmediyor. Bir anlamda, savcının belirlediği cezayı açıklamaktan ibaret bir faaliyet. Tarafsızlık, hâkimler ve dolayısıyla mahkemelerin bir özelliğidir. Savcı, makam itibariyle taraftır. Öncelikle tarafsız olmayan bir makama, yargısal bir fonksiyon tanınıp ceza belirleme yetkisi veriliyor. Daha sonra, bağımsız ve tarafsız olması gereken mahkeme, bir anlamda talep üzerine, talepteki gibi karar veriyor. Bağımsızlık, emir ve talimat almaksızın, duruşmadan edinilen vicdani kanaate göre hüküm kurulmasını gerektirir. Tarafsızlık ise, yargılama konusu olayla ilgili olarak mahkeme makamında önyargı bulunmamasını gerektirir. Bu düzenleme ile, savcı suçu sabit gördüğünü belirterek talepte bulunuyor. Sübuta ilişkin bu değerlendirmeyi mahkemenin dikkate alması, tarafsızlık ile bağdaşır bir durum değildir.”

Yine basit yargılama usulü adı altında öngörülen değişikliklerle sanık, mağdur veya şikâyetçinin yazılı beyanları yeterli sayılarak dosya üzerinden karar verilmesine dayalı bir “basitliğin” -iş yükünü hafifletmek bahanesiyle- yerleştirilmesi hukuktaki kovuşturma evresinin temel özellikleri olan yüz yüzelik, doğrudanlık, sözlülük ilkelerine aykırı olduğu gibi sanıkların mahkemede karşı karşıya gelip çelişmesine (münazara/münakaşa, mantıksal çelişme) dayalı hukuk ilkesini de göz ardı ediyor. 

Hukuk alanındaki temel sorunların etrafından dolaşan bu paket sahiden reform yapmak yerine mevcut durumu minik rötuşlarla sürdürmek isteyen bir siyasi zihniyeti eleveriyor. Bu bakımdan; keyfiliğin normalleştiği yeni otoriter hukuk düzeninin bir makyajı olmaktan öte anlam taşımıyor.



* Yazıda özetlediğim meseleler Işıl Kurnaz’ın Tuğrul Katoğlu ile yaptığı son derece faydalı söyleşide derinlemesine ele alınıyor.