Depresyon Biyolojik bir Hastalık Değildir
Erdoğan Özmen

1980’ler psikiyatride belirgin bir kırılmanın/kopuşun gerçekleştiği yıllardır. Neoliberal kapitalizmle birlikte “ruh sağlığı ve hastalıkları” alanında da meşhur DSM sisteminin cisimleştirdiği (giderek daha çok inanıyorum ki, hiçbir tereddüte kapılmadan tam da bu terimi kullanmalıyız) “neoliberal psikiyatri”nin (ya da “neoliberalizmin psikiyatrisi”nin) yerleştiği ve hakim hale geldiği bir dönem başlar. Böylece insan, esas olarak bir enerji ünitesi/kütlesi, belli bir işlevsellik düzeyi, belli davranışlar kümesi, ya da alelade kas-iskelet sistemi olarak, demek en hayvani kapasite ve nitelikleriyle, en hayvani yanıyla tanımlanır hale gelir. Neoliberalizmin performans öznesinin temelindeki mantığın neoliberal psikiyatrinin sınıflandırma sisteminin diline tercümesidir bu. Geleneksel psikiyatrinin ruhun ıstırap, acı ve zorluklarına (demek bizatihi ruha) yaptığı vurgu neredeyse ortadan kalkmış, bunun yerini egemen hale gelmiş (her iki anlamıyla da) ruhsuz bir psikiyatrinin patolojik davranış/eylem/harekete ilişkin ayrıntılı betimlemeleri almıştır. Nicelleştirilebilir, sayı, ölçek ve derecelerin diline aktarılabilir bir psikiyatrinin bu dönemde zuhur etmesi rastlantı sayılmamalıdır demek ki. Küresel düzeyde toplumsal alanın bütünüyle bir pazara dönüştürüldüğü, demek her şeyin ölçülebilir, karşılaştırılabilir, birbiriyle değiştirilebilir hale getirilerek piyasanın mantığına ve işleyişine teslim edildiği bir dönemden söz ediyoruz çünkü. DSM’deki her bir tanı kategorisinin belirli bir hareket imgesiyle temsil edilebileceği; artmış ya da yavaşlamış, kontrolden çıkmış ya da kendini tekrar eden ya da ajite bir hareket/eylem/etkinlik olarak tahayyül edilebileceği bir tuhaf tablodur bu. Hazin bir psikiyatri tablosu. Psikiyatrinin kendine ihaneti ya da.

Psikiyatrinin inceleme, anlama ve merak nesnesi ( demek bilgi nesnesi) olmaktan çıkmış ve dışarıya sürülmüş ruh bu sırada, çoktan “hem bir üretici güç hem de bir piyasa mekanı olarak” yoğun bir sömürünün nesnesi yapılmıştır bile. Verimliliğin ve performansın artırılması için ruhun/zihnin kapasite ve imkanlarının uygun şekle sokulması, sömürülmesi ve manipülasyonu bugünkü yaygın ruhsal tükeniş ve bitkinliğin başlıca sebebi değil midir?

Bireysel insiyatifin, girişkenliğin, verimlilik ve performans kapasitesi ve düzeyinin kişinin değerini tayin eden başlıca ölçüt haline gelmesi bu dönemle birliktedir. Bu ölçüt yüzünden, yeterli düzeyde performans gösteremeyerek üste çıkamayan, üstte kalamayan, başarısız olan kişinin payına düşen sistemi sorgulamak yerine kendini sorumlu/suçlu/yetersiz bulması ve bundan utanç duymasıdır artık. Anti-depresif ilaç piyasasının başlıca pazarlama stratejisinin yerleştiği bağlamdır bu: denmektedir ki, söz konusu moleküller performans ve rekabet için gerekli olan gücü ve enerjiyi, zindelik ve canlılığı sağlayan ve bu sırada sedasyon yaratmayan (yani baskılayıcı, yavaşlatıcı, uyku yapıcı yan etkilere sahip olmayan) mucizevi ilaçlardır. İlaç şirketleri ve antidepresan ilaçlar hakkında ne kadar konuşulsa yeridir. Bir de Darian Leader’ın yazdıklarını okuyalım:

“…psikolojik sorunları diğer sağlık sorunları gibi paketlemek yönünde br baskı vardı ve böylelikle bilinçdışı mekanizmalardansa yüzeysel davranışlara odaklanan yeni bir vurgu öne çıktı; minör sakinleştiriciler pazarı 1970’lerde çöktü, bu tür ilaçların bağımlılık yapıcı özellikleri fişe edildi ve ardından yeni bir tanı kategorisi -ve çaresi- kentsel nüfusun rahatsızlığını açıklamak ve ihtiyacını karşılamak için popülerleştirimek zorundaydı; ilaç deneyleriyle ilgili yeni yasalar da hastalığın ne olduğuna dair indirgemeci ve ketum bir tutumu destekledi. Bunun sonucunda ilaç şirketleri, hem hastalık fikrini hem de hastalığın çaresini aynı anda imal etti. Pek çok araştırma bu şirketler tarafından fonlandı ve depresyon, çeşitli bilinçdışı nedenlere dayanan karmaşık semptomları ifade etmekten çok basitçe anti-depresanların üzerinde etkili olduğu bir şey haline geldi.”[1]

Depresyonun yaygınlığındaki olağanüstü artışı, disipline edici rejimlerden; yani disiplin iktidarı, norma sokma, normalleştirme iktidarından neoliberal rejimin iktidar tekniklerine geçiş düzeyinde kavramalıyız. Nörokimyasal iletimdeki bir bozukluğun (meşhur serotonin hipotezleri filan) yol açtığı bir hastalık olduğu teorilerine yüz vermemeliyiz. Yine de şu notu ilave etmiş olayım: bu söylediklerim, bugün psikiyatri/psikoloji aygıtının (dahası belli bir psikanaliz ekolünün de) depresyon olarak teşhis ettiği (ve çoğunlukla depresyon ilacı reçete edilen) devasa genişlikteki yelpazede, bazı biyolojik ya da biyokimyasal süreçlere indirgenerek açıklanabilecek olan muhtemel bir alt grubun varlığını dışlamak anlamına gelmiyor.

Disiplin/denetim toplumundan neoliberal topluma geçişin, demek bireysel düzeyde tabi durumdaki/boyun eğmiş özneden, kendini sürekli yeniden tasarlayan ve yeniden icat eden bir proje olduğuna inanan “özgür” bireyin zamanına geçişin karşılığında ödediğimiz bedeldir depresyon. Önceki toplumun davranışları düzenleyen ve her birimizi önceden belirlenmiş bir konuma, kimliğe ve kadere yerleştiren dışsal/otoriter emir ve yasaklarına karşın, bugün kendi içimizden yükselen baskı ve zorlamalara tabi haldeyiz: kendi olmak, kendinin mükemmel/eksiksiz bir versiyonunu gerçekleştirmek için bireysel insiyatif almamız, daimi bir eylemlilik ve tam bir dikkat/uyanıklık içinde olmamız, bedensel ve ruhsal güçlerimizi bu uğurda (ama yine de “dilediğimiz” gibi) seferber etmemiz gerektiğini söyleyen, ve bizim sesimizi kullanan (sanki kendi iç sesimiz sandığımız) teşvik ve baskılara. Açıktır ki, çok daha zalimce ve karşı konulması çok daha zor baskı ve tahakküm araçlarıdır bunlar.

Demek depresyon, söz konusu neoliberal özneleşme kipinin/buyruğunun temel açmazını sergileyen bir ruhsal durumdur bir de. Kendi olmak için, kendini yeniden tasarlayan ve icat eden bir proje olarak kendi olmak için yine kendini, kendi kapasite ve güçlerini kullanmak zorunda olmanın imkansız zeminine ait bir ruhsal durumdur çünkü. Depresyon, performans öznesinin, kendinin girişimcisi olmaya çağrılan öznenin başlangıç noktasından yoksun olmasının sonucudur. Her şeyi yapabilme özgürlüğüne, bu sınırsızlığa, kendimiz için herşeyin mümkün olduğuna ilişkin temel bir yanılsamayı tolere etmek zorunda olduğumuz içindir ki depresyona “düşüyoruz”. Bu zavallıca çaresizliğimiz ve kendini kandırma mecburiyetimiz yüzünden. Bu anlamda, bir zaman patolojisidir depresyon. Sözü edilen çerçevede bizim için hiçbir gelecek mevcut olmadığı için. Aynı zamanda bir zemin kaybı patolojisidir depresyon. Söz konusu görevi gerçekleştirecek temel dayanak ve araçlardan yoksun olduğumuz için. Bu durum bir yandan da, depresif çökkünlüğün temelindeki suçluluk ve başarısızlık duygularını derinleştiriyor. Çünkü;


“Salt biyolojik bir hastalık olarak depresyon miti, kayıp ve hayal kırıklığına verilen çeşitli insani tepkilerin ayrıntılı bir şekilde incelenmesinin yerini almış durumda. Sosyal ve ekonomik güçler, kederi depresyona dönüştürme konusunda kesinlikle bir rol oynadı. Bize insanlık durumunun neredeyse her veçhesinin bir anlamda kendi bilinçli seçimimize ve potansiyel kontrolümüze bağlı olduğunu düşünmemiz öğretiliyor ve ilaç şirketleri ürünlerini pazarlarken benlik-imgemizin bu modern içeriği üzerine oynuyor.”[2]



[1] Darian Leader, Depresyon, Yas ve Melankoli, Çeviren: Ayça Göçmen, Encore, 2018, s. 19.

[2] A.g.e., s. 20.