Hepimiz Ev Kadınıyız
Aksu Bora
“Musil’in diyebileceği gibi, kişilerin üretiminden bahsedeceksek, artık toprağa ve organik gelişime ya da fabrika ve mekanik gelişime değil, bugünün egemen ekonomik formlarına bakmalıyız; yani, sibernetik ve duygulanımın bir bileşimiyle tanımlanan üretime.” (Michael Hardt, Affective Labor)

 

Görünmeyen emek tartışmalarının feminist gündemin temel tartışması olduğu yıllar, 1970’lerdi. Feminizmin yükselişi, Marksizmin muhalif hareketler üzerindeki belirleyici etkisi, dolayısıyla maddeciliğin temel yöneliminin emek olması, kadın emeğine bu ilginin sebepleri arasındaydı muhakkak. Bir şey daha var ama: Fordist üretim formunun başatlığının hâlâ devam etmesi ve sanki kapitalizmin esas formuymuş gibi görünmesi. Evin işyerinden ayrı, neredeyse kendine has bir üretim tarzının mekânı gibi düşünülmesine sebep olacak kadar farklılaşmış olduğu bir zaman. Böyle bir zamanın içindeyken, kapitalizm ve patriyarka birbiriyle ilişkili ama iki ayrı sistem gibi görünüyordu. İki ayrı sistem, iki ayrı üretim tarzı, iki ayrı norm dizgesi… 

Ev emeğinin fabrika ile ilişkisi, temel olarak “yeniden üretim” fikriyle kuruldu: İşçilerin yeniden üretimi. Aynı zamanda, evde üretilen emeğin yarattığı ilişki tarzıyla fabrika emeğininki arasındaki fark, son derece verimli ve geniş bir tartışma alanının açılmasını da sağladı. “Bakım etiği”. İnsanlarla ve nesnelerle kurulan bakım ilişkisi, ücretli emek ve piyasaya dönük üretimin dışarıda bıraktığı bir takım değerlerin kaynağı olabilir miydi? İnsani varoluşun kapitalist biçimlerinden başka tarzlarının? Kadın emeği, metaları üreten ve kendisi de bir meta olan emekten farklı bir emek türü olarak, ütopik imkânlara elverecek bir zemin miydi?

Görünmeyen emek tartışması, iki boyutu birden içerebildiği, ikisini birden gündemde tutabildiği için, bugün de önemini sürdürüyor. Bir yandan ev işine ücret talebiyle “sevgi” sosuna batırılmış emek sömürüsünü ifşa etmek, bir yandan da soyut emeğin insanlığın gelebileceği son nokta olmadığına işaret etmek. “Kadınlar durursa hayat durur” derken, dünyayı döndüren şeyin ücretli emek olmadığını, emeğin “üretken”liğini değişim değeriyle ölçmenin kapitalistlere has bir acayiplik olduğunu açığa çıkarmak.

Sonra biliyorsunuz, “post”lar çağına düştük: refah devleti sonrası, fordizm sonrası, modernizm sonrası, insan sonrası, özne sonrası… 

Emek tartışmaları açısından bence çok önemli bir kitap, 1983’te yayınlandı: The Managed Heart: The Commercialization of Human Feeling (Kalbin İdaresi: İnsan Duygularının Ticarileşmesi). Arlie Hochschild bu kitapta “duygusal emek” kavramını ortaya attı; yaptığı işin duygusal gereklerini yerine getirmek üzere kendi duygularına “çeki düzen verme” işini kast ederek. Sizden sadece bedeninizi değil, ruhunuzu da isteyen bir çalışma düzenini. Gülümse, her an yardıma hazır ve istekli olduğunu göster. Hizmet sektörünün ulaştığı devasa büyüklük ve çeşitlenmeye tanıklık ederken, “pembe yakalı” olmanın özgüllüğüne odaklanmak için iyi bir kavram. Bir yandan da, sevgi sosuna batırılanın sadece ev işi olmadığını yüzümüze vuruyor. “Sevgi emeği” ev kadınlarına ve annelere özgü değil, pekala hostesler, kat görevlileri, öğretmenler, hemşireler, banka çalışanları, sekreterler, satış elemanları, kütüphaneciler, araba yıkayıcıları, resepsiyoncular, diyetisyenler, çağrı merkezi çalışanları, dekoratörler, eczane kalfaları, tur rehberleri...

Mavi yaka/beyaz yaka ayrımını biz çok daha eski “kol emeği/zihin emeği” tartışmasından biliyoruz. Pembe yaka ise 1970’lerde yaygınlaşan bir isim. Hem hizmet sektörünün büyümesine, hem de bu sektördeki kadın ağırlığına ve feminizmin yükselişine bağlı olarak. Kol işçiliği sayılamayacak ama hiçbir bakımdan “zihin emeği” olarak da görülmeyen bütün o işleri kategorize etmek (ve görünür kılmak!) üzere.

Sembolik etkileşimcilerin ve tabii C. Right Mills’in ilhamıyla ilerleyen ve hizmet sektörüne odaklanan Hochschild’dan farklı olarak, 1990’lardaki “duygulanımsal emek” tartışmalarını başlatan Hardt, kapitalizmin dönüşümüne ve daha önce hizmet sektörüne has olduğu düşünülen kimi emek biçimlerinin yayılmasına baktı. Diyelim Fordizm-Toyotizm kavramlarının üretildiği otomotiv sektörünün nasıl yeniden örgütlendiğine. İletişim teknolojilerindeki müthiş değişimin üretim yeriyle tüketim yeri arasındaki boşluğu nasıl daralttığına ve bunun hem emek hem de sermaye açısından ne türden yeni imkânlara kapı açtığına.

Bizim için bu tartışmalarda ve kavramsallaştırmalarda önemli olan boyut, emeğin soyut olmayan biçimlerinin kapitalist üretim ilişkileri içinde de azımsanmayacak bir yaygınlıkta görülür hale gelmesi. İster “pembe yakalı” hizmet sektörünün devasa boyutları çerçevesinde düşünelim ister duygulanımsal emeğin sanayi sektöründe de kritik bir rol oynar hale gelmesi üzerinden, kapitalizmin içinde yaşadığımız evresinde, emeğin yeni kavramlarla ve yeni ilişkiselliklerle kavranması gerektiği anlaşılıyor. 

Bir yandan da o kadar yeni değil: 1970’lerin “görünmeyen emek” tartışmalarına yeniden baktığımızda bunu görebiliriz. Emeğin “emek” olarak tanınmaması (sevgiymiş, fedakârlıkmış, doğaymış, arzuymuş…), güvencesizlik (Medeni Kanundaki mal rejiminin değiştirilmesi için boşuna o kadar uğraşmadık), esneklik (sabah çamaşır yıkarsın akşamüstü yemek yaparsın, çocuk gelince onun önüne bir kap bir şey, komşunun kayınvalidesi ölmüş helva kavurmaya…) , belirsizlik (ne demek ki “ev hanımlığı” yani?!) yeni emek rejimlerinin kadınlar için fazlasıyla tanıdık boyutları. “Gelin … ailesinin bir parçası olun”, “burada yapacağınız staj, kendinize yatırım yapmaktır”, “burada yaptığımız şey çalışmak değil”, “yaratıcılığını göster, ekibe katıl”… 

21. yüzyılın kadınların yüzyılı olacağı hakkındaki sözler, sadece siyasetle ilgili değildi, iş piyasalarında daha çok kadının yer alacağına ilişkin bir öngörüydü de- düşük ücretli ve “ince parmaklı” olmalarından değil sadece, ekibin bir parçası olmak üzere yetiştirilmelerinden. Başkasını düşünmek, etrafında olup bitenin hep farkında olmak, aynı anda birden fazla işi yapabilmek üzere. Çalışmayı adeta “doğa”larının gereği olarak görmek üzere. “Mesai diye bir şey yok, sana her an ulaşabilirim” denilebilmek üzere.

Çalışmanın “kadınsılaşması”, kapitalizmle patriyarkayı iki ayrı sistem olarak görmenin artık pek de anlamlı olmadığına işaret ediyor bence. Soyut emek/somut emek, ev/iş, kullanım değeri/değişim değeri, üretim ilişkileri/yeniden üretim ilişkileri ayrımlarını veri kabul edemeyeceksek, ikili sistem fikrini neden edelim ki?

Neoliberalizm fazlasıyla bol, içine her şeyi alabilecek bir kavram; ille de bir tanımı yapılacaksa, bence piyasa ilişkilerinin hayatın her alanına sirayet etmesi denebilir. Kapitalizm artık “sosyal ilişkileri de üreten bir üretim ilişkisi tarzı” değil, o ilişkilerin tamamı. Evi de (aşkı ve sanatı ve yaratıcılığı…) saran bir gerçeklik. 

Belki de kapitalist ilişkilerin evi kaplamasından değil de mahrem ilişkilerin üretim ve emek alanını kaplamasından söz etmek daha doğru olacak. Yani ekonomiden eve doğru değil, evden ekonomiye doğru bakmak.

Emeğin emek, emekçinin emekçi gibi görünmediği bir zamandan çıkışın yollarını aramak için fena bir yol gibi görünmüyor bu. Ev kadınlarının da bildiği bir iki şey olmalı.