Milliyetçilik: Geliyorum Demesi Gerekmeyen Dalga

18 Nisan seçimlerinde merkez sol ve sağın -özellikle- “milliyetçilik”leri ile temayüz etmiş iki partisi, DSP ve MHP tahmin ve beklentilerin hayli ötesinde oy toplayarak ülkenin ilk iki büyük partisi konumuna geldiler.

Oylarını yüzde 50 arttıran DSP’nin aldığı bu sonuç fazla şaşırtıcı değildi. Ama MHP’nin DYP ve ANAP’ı neredeyse baraj sınırına itip, FP’yi de geride bırakarak yüzde 18’le -yüzde 200’-den fazla bir artışla- ikinci parti konumuna yükselmesi, kimimiz için şok, -MHP’liler de dahil hemen herkes için ise- şaşırtıcı, beklenmedik bir gelişme idi.

MHP’nin malûm siciline rağmen bu denli yüksek bir oy oranına sıçraması, olayın endişe yüklü bir şaşkınlığa yol açmasının elbette ilk nedeni. Bu gelişmenin merkez sağ partilerin büyük oy kaybı eşliğinde, MHP’yi genel sağın en büyük partisi konumuna “itecek” biçimde gerçekleşmiş oluşu da bir diğer etken. Gerçi merkez sağdaki erozyonun herkes farkındaydı ve bu “kayıplar”ın bir kısmının MHP’ye yönelebileceği de dikkate alınıyordu,, ama “Türkiye’yi idare edenler” yine de merkez sağ bir partinin -tercihen ANAP’ın- birinci değilse bile ikinci, en kötüsü üçüncü parti konumunu koruyacağını öngörüyor ve hesaplarını bir DSP-ANAP birlikteliği üzerine kuruyorlardı. Barajı geçebileceği tahmin edilen MHP’nin -ihtiyaç duyulması halinde- bu koalisyona küçük ortak olarak dahil edilebileceğinden bahsediliyordu en fazla. Merkez sağdaki erozyonun tahminlerin ötesinde oluşu ve MHP’nin onların epey önüne fırlaması ile tüm bu hesaplar altüst olmuştur. “İktidarın tanzimi” ve “istikrar”la “ilgili” ve “yetkili” odaklardan yayılan şaşkınlığın önde gelen nedeni budur.

Bu egemenler katı, MHP’nin faşist/faşizan, ırkçı eğilimlerini görmezden gelmeye hazırdır. Onlar ve epeydir MHP’yi “anti-laik”lere karşı seferber edebilme tasarıları ile uğraşanlar, daha seçimin hemen ertesinde, MHP’nin sadece milliyetçi hassasiyeti biraz aşırı bir hareket olduğundan bahsetmeye koyularak bu parti için temiz bir imaj oluşturmaya giriştiler bile. MHP’nin binlerce cinayetle damgalanmış kanlı sicili, çeteler ve ülkücü mafyalarla bezeli “teşkilât” fonu, partinin henüz bir yılını doldurmamış Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin şahsında türetilen “MHP çok değişti” diskurlarıyla unutturulmaya uğraşılıyor. Geçerken belirtelim ki “ülkücü hareket”in dikkate değer ölçüde değiştiği elbette doğrudur ve okurlarımız yıllar öncesinden beri Birikim’de bu değişimin titizlikle analiz edildiği, değerlendirildiği pek çok yazı okumuş olmalıdırlar. Ancak, daha Türkeş’in sağlığında ona “bilge siyasetçi” payesi verilerek başlatılan ve şimdi yeniden ısıtılan MHP’yi “saygınlaştırma” kampanyası o yazılarda vurgulanan “yeni MHP”nin özelliklerinden bahsetmiyor. Onları ilgilendiren MHP’nin üst yönetimi ve programı ile “normal” bir merkez sağ parti gibi görünmeye çalıştığıdır. MHP’deki bu makyaj çabalarını ve ona eklemlenen kentli pop milliyetçiliği her vesileyle öven, ama buna mukabil “Susurluk kahramanları”nı, Çakıcı gibileri ululayıp, okulları satırla basmaya devam eden “has ülkücü” çoğunluğu susarak geçiştiren bu sözde “ehlileştirme” kampanyası; şimdi MHP yükselişini bir yandan “şehit duyarlılığı”na bağlayıp kutsarken, bir yandan da MHP’nin yolsuzluğa batmış, yıpranmış merkez partileri karşısında halkın “temiz, dürüst siyaset, taze kan” arayışına bağlamakta. MHP’yi “merkeze çağıran”, oradaki boşluğu doldurabileceğini imâ eden bu söylemin MHP’ye ilişkin tek endişesi bu partinin iktisadî-politik düzenin egemen güçleri -statüko- ile “uyumlu” çalışabilecek ana politikalarda söz sahibi “devlet”in tanıdığı marjla yetinmesini bilecek üst ve orta kademe kadrolara sahip gözükmemesidir. Gerçi MHP bu “yüksek politika”ya aşina kadro eksikliğini transfer ve iltihaklarla bir ölçüde giderebilir ama, endişe iktidarı paylaşacak bir MHP’nin “tabandan gelen talep ve baskılar”ı yeterince dizginleyemeyerek “statüko” için sorunlar yaratabileceğinden kaynaklanıyor. Bu noktaya ilerde yeniden döneceğiz, ama yeri gelmişken belirtelim ki, MHP üst yönetimi de bu “endişe”nin farkındadır. Ve bunu giderebilmek için bir yandan MHP’nin “parti okulları” ve yüzlerce prof., doçent sıfatlı kişileri çalıştırdığı AR-GE “kurumları” ile ehil kadrolar ve programlar geliştirdiğini açıklamaya hız verirken, öte yandan henüz iktidara tam hazır olmadığını ima eden bir üslupla muhtemel bir koalisyonda şimdilik -sayılı gücü oranla- hayli mütevazı rollerle yetinebileceğini, bir “alışma dönemi”ne razı olduğunu “ilgililer”e duyurmaktadır.

Şu anda pek değerli büyük medyamızın aracılık ettiği bu “diyalog” ve “MHP normalleşmeye yatkın bir harekettir” kampanyası, geniş bir kesimde depreşen endişeleri yatıştırmaya elbette yetmiyor. Bu endişeyi derin bir hayal kırıklığı ile, birlikte duyanların başında şüphesiz bu seçime -çok uzun bir aradan sonra- kendi partileri ile katılan “sosyalistler” geliyor. İyimser bir merakla beklenen ÖDP’nin ve diğer iki sosyalist sıfatlı partinin aldıkları oyun umulanın çok altında oluşu, bu açık ve soğuk gerçek, MHP’nin yükselişi ile birlikte kaçınılmaz olarak derin bir moral bozukluğu, yalnızlık ve kırgınlık duygusu yaratmış oldu. Ancak, bu yazıda kısmen, ileride enine boyuna ele alacağımız bu konuda şimdilik şunu belirtmek gerekir ki; bu bahsettiğimiz yüzde 1’lik kesim eğer oylarını her şeyden önce etik-felsefi değer ve inançlar üzerine kurulu insan ve insanlık durumu tanımından, idealinden hareketle kullanmış iseler bu sayısal azlık gerçeği onların yanlış, sapa bir yerde durdukları anlamına gelmez, gelemez. O değer, inanç ve idealler bir yaşam ve varoluş tarzı olarak benimsenmiş, sindirilmiş ise sayısal azlığın doğurduğu güçlükleri kararlılıkla göğüsleyebilecek irade de var demektir. Bu irade ile o varoluş tarzının gerektirdiği tavırlar yine alınırken, büyük çoğunluğun kuşatıcı, bastırıcı gücü karşısında mesafe almak, ördüğü duvarları aşmak epeyce bir süre mümkün olmayabilir. Ama eğer o inanç ve idealin taşıyıcıları, bunları yaratıcı bir kapasite ve yetenek ile birleştirebilecek nitelikte iseler bu “çölden geçiş”e katlanacak sabrı göstermeyi ve bu kuşatmayı dağıtacak yolları durmaksızın aramayı ve denemeyi de bilmek zorundadırlar. Bu yaklaşım ve tavrı sürdürebilmek için şimdi önümüzde tüm tehdit ediciliği ve acıtıcılığı ile duran çoğunluk gerçeğini geçici bir “yanılgı hali” olarak değil, çağın ve Türkiye’nin gidişatında derin kökleri olan hayli oturmuş bir gerçeklik olarak görebilmelidirler ilkin. MHP’ye yönelişi ve onun çekirdeğinde yer aldığı milliyetçileşme dalgasını yüzeysel ve konjonktürel bir olgu, daha da kötüsü birtakım mihrakların tertibi gibi gösteren o bildik açıklama kalıplarına sığınma kolaycılığı şu durumda acizlikten başka bir şey değildir. Önümüzdeki bu gerçekliği herkesten fazla gerçek olarak görebilmek, en derindeki köklerini ötekilerin başaramayacağı bir vukufla sezip kavrayabilmeyi ve buralara nüfuz edecek bir “müdahale”nin imkânlarını keşfetmek ve yaratmak... Durumdan çıkan vazife budur. Bu vazifeyi üstlenebilecek o yüzde 1 ise gayet değerlidir ve epey bir şeydir. Yok eğer bildik kalıplarına sığınmayı yeğleyecekse var kalmasının hiçbir kıymet-i harbiyesi kesinlikle olmayacaktır.

Yeniden MHP bahsine dönersek. MHP’nin Türk milliyetçiliği kimliğiyle ikinci parti konumuna gelişi, HADEP’in “bölge”nin çoğunda ve Batı, Orta Anadolu’da yarı gettolaşmış Kürt topluluklarında kalıcı bir temsil gücüne sahip olduğunu bir kez daha göstermiş olmasıyla bir arada ele alınmalıdır. Bu parti, PKK’nın kır gerilla gücü olarak hayli etkin göründüğü 1995 seçimlerinde elde ettiği oy oranını, Öcalan’ın yakalandığı ve PKK kır gerillasının önemli ölçüde dağıtıldığı, etkisizleştirildiği bu seçimde de korumuş ve böylece koşullar ne olursa olsun pekişmiş bir “duyarlılığa” yaslandığını kanıtlamıştır. Cezaî, hukukî ve fizikî baskı, zorlama ve yıldırma girişimleri altında elde edilen bu sonuç Kürt milliyetçisi bir tavrın ifadesidir. Yükselen Türk milliyetçiliğine karşı mütevekkil, ama dirençli bir duruş demektir bu. Egemen ulus milliyetçiliği olduğunu vurgulamaktan çekinmeyen MHP’nin Türk milliyetçiliği, bu vurgusunu son şehitler üzerine oturtup bununla meşrûlaştırdığı ve onaylattığı ölçüde, söz konusu Kürt milliyetçiliğini de “düşman”laştırmış olmaktadır. Şüphesiz çok daha serbest ifade edilebildiği -örneğin Avrupa, diaspora ortamlarında- bu Kürt milliyetçiliği de kendi şehitlerini öne çıkararak aslî düşmanı Türk olan bir milliyetçi ideoloji olmaya doğru daha hızla “evrilecektir”.

“Bölünmek”ten o denli endişe duyanlar asıl bölünmenin bu olduğunu anlayamazlar. Farklı etnik toplulukların yaşadığı bir ülkedeki -çoğunluk ulus- milliyetçiliğinin tipik özelliği olan o bölünme paranoyası aslında azınlık ve güçsüz topluluklar üzerinden sağlanan bir güçlülük duygusunu yitirebilme endişesinin tezahürüdür. O toplulukların kaderine hükmedilme duygusunun verdiği “tatmin”, o ulusun “güçlü uluslar” karşısında duyduğu açık veya örtük eziklik duygusunu dengelediği için -ve o oranda- çoğunluk ulus-milliyetçiliği için “hayatî” önemdedir. Şüphesiz o nedenledir ki herhangi bir eziklik kompleksi duymayan sahici bir özgüvene sahip, gerçek güçlü toplumlarda, bu tür bir milliyetçilik ve o bahsettiğimiz tarzda bir “millî ruh dengesi” ihtiyacı pek duyulmaz.

MHP’de temsil edilen o Türk milliyetçiliğinin görece daha gelişkin Batı Anadolu ve Trakya’da değil de, Orta ve İç Doğu Anadolu ile yoksul Karadeniz kuşağında çok daha fazla ve “ateşli” bir benimsenme ile karşılandığı olgusu şu yukarıdaki gayet özet analiz ışığında değerlendirilmelidir.

18 Nisan seçimlerinin Türkiye tablosu Türk ve Kürt milliyetçiliğinin yoğunluk derecelerine uygun renklerle boyandığında görülen renk ve ton farklılığı çizgileri bu toplumun bölünme gerilimlerinin de ifadesidir. Ve Türkiye’de iktidar ve devlet MHP milliyetçiliğini “normal” sayan bir tutuma -ve hele yapıya- girdiği oranda hiç şüphe edilmesin ki o çizgiler kalınlaştığı ölçüde gerisindeki toplulukları birbirlerine karşı duyarsızlaştıracak hattâ “düşmanlaştıracak”tır. Bu hale gelirken üniter devletimiz daha da üniterleşerek hükmünü icra etmeye devam edebilir, ama bu devlet bu durumda fiilî ve manevi bölünmüşlükten, kopmuşluktan gıdalanan bir aygıttan başka nedir ki?


MHP’nin milletvekili seçimlerinde özellikle Orta ve İç Doğu Anadolu ve Karadeniz bölgelerinde merkez sağ oyların yanısıra, önceki seçimde RP’ye oy vermiş seçmenlerden bir kısmını da kendine çektiği anlaşılıyor. Ayrıca geçen seçimlerde büyük kent varoşlarında esen “İslâmî hareket” rüzgârının hafiflemesi ölçüsünde -onun gölgesinde kalmış- bir “Türk milliyetçisi” gençliğin boy gösteriverdiği de görüldü. Yayımlanan kamuoyu araştırmaları 18-28 yaş seçmen grubunun dörtte birinin MHP’ye oy verdiğini, bu grubun dörtte üç oranında “erkek” olduğunu ve çoğunluğun ortaokul, lise mezunu veya terk öğrenimli olduğunu gösteriyordu. MHP’nin “Ülkü Ocakları” aracılığıyla kendine çektiği bu genç kitlenin iktidar ortağı olacak partilerinden özellikle “iş” istedikleri de kaydedilmekteydi.

“MHP’nin yükselişi”ne ilişkin bu sosyo-politik tespitler de dikkate alındığında seçim sonuçlarının -MHP’nin kendisi de dahil- herkeste bir şaşkınlık yaratması daha da anlaşılır sayılmalıdır. Çünkü bu bileşimde bir kesimin MHP’ye kayışı veya yönelişi aylar öncesinden ipuçlarını verir, dikkatlerin bu olguya yönelmesini kamçılar ve hattâ seçimde yüzde 10-15 oy alacak “yükseliş halindeki” parti yüzde 30’ları, 40’ları bulacakmış gibi gözükür. Hele bir de o parti MHP gibi “hareket”leriyle maruf bir parti ise.

Oysa, genel kanı olarak barajın sınırlarında dolaştığı sanılan seçim öncesinde hiç kimsenin güvenli biçimde yüzde 15 oy oranını bile telaffuz etmediği MHP oylarının yüzde 18’i geçişi adeta sessiz sedasız gerçekleşiverdi. Bakmayın, netice belli olduktan sonra yapılan “ben söylemiştim”li ifadelere ve bunların o teşhislerini hangi olaylara dayandırdıklarına.

Türkiye bundan önce de pek çok hareketin, partinin yükselişini gördü. 1946-1954’de DP, 1965 seçimlerinde AP, ’70’lerdeki CHP, ’90’lardaki RP’nin atılımı her bakımdan “geliyorum” diyen, aylar öncesinden fark edilen bir yükseliş dalgası yaratmışlardı. Coşkulu, umut ya da kurtuluş saydıkları harekette güvenleri yüzlerine yansımış kalabalıkların canlılığı ile seçim ortamlarının sürükleyici gücü olmuşlardı o hareketler. Siyasal rakipleri de bu canlanmadan etkilenir, ya savunmaya geçip onun tez ve görüşlerini eleştirerek ya da karşı atağa geçip o tezleri asıl kendisinin sahiplendiğini veya gereğini başka türlü gerçekleştirebileceğini iddia ederek, yani öyle ya da böyle o yükselen hareket kampanya döneminin odağına yerleşmiş olur, havayı belirlerdi.

18 Nisan seçimleri arefesinde, kampanya dönemi boyunca bunların hiçbiri olmadı. Seçime katılan büyük ve büyükçe partilerin hiçbiri ne MHP’yi hedef almak gereğini duydu ne de MHP onlardan birini veya bir kısmını malûm kimliğine yakışan biçimde karşısına alarak bir propaganda faaliyeti yürüttü. Bu parti, alamet-i farikası olan Türk milliyetçisi yaklaşımın argümanlarını öteki partilerin de o argümanları kullandığı, işlediği tarzın dışında kullandı da denilemez. Elbette ki, örneğin bir ANAP’lının “kahrolsun PKK” derken sadece örgüt olarak PKK ile sınırlı bir kahrolsun dileğini ifade ettiği, ama bir MHP’linin ağzından çıkan aynı sözün PKK örgütünü de çok aşan bir kahretme isteği ile yüklü olduğu “biliniyor”du. MHP’nin söze ve eyleme pek az yansıtılan bir milliyetçi -bu durumda ırkçı- tepki potansiyelini temsil ettiği doğru ise ve kendisini bu içeriğiyle açık açık ifade etmekten genellikle imtina eden tepki sahiplerinin “gizli oy”larıyla yükselttiği bir “hareket” vardır ortada.

Bu, en özet ifadeyle içindekini açık açık ifade etse ve eyleme dökse “ırkçı” damgasını hakedeceğini bilen ve böyle damgalanmaktan “utanan” utandığı için de “hareket” yaratmaktan “şimdilik” kaçınan, meşrû söylem ve eylemlerin örtüsü altında kıpırdayan bir tepki potansiyelidir. İlkelliğinin farkında olup bunu aşamamanın çaresizce öfkesine kapanan o nedenle de uygar norm ve kurumlarla kendi ilkel tepki talepleri sık sık çatışan bir potansiyeldir bu. Yalnızca siyasî konularda değil basit toplumsal sorunlarda da bu niteliğini “konuşturur”. Nitekim “Apo’yu bize verin, şehit analarına yargılatalım” sloganlarında dile gelen linç talebini parti üst yöneticileri tarafından değilse bile parti ajitatörleri tarafından ısrarla dillendiren MHP, bir adi suçluyu mahkeme ve dinlemeden linç etmeye kalkışan kalabalıkların “doğal”, ilkel tepkilerinin de “tercümanı” addedilmelidir. Bu türden yaşanmış linç olaylarında başı çekenlerin çoğunlukla siyasal aidiyetleri itibariyle MHP çevresinden oluşları tesadüf değildir.

Az önce de işaret edildiği gibi bu ilkel ve siyaseten ırkçı tepki potansiyeli kendisini olduğu gibi ifade etmekten çekinmektedir. Bu çekinme uygar norm ve kuramları içte ve dışta temsil edenlerin “kuvvetli” konumda olmalarından ileri gelen bir hınçlı çekiniklik halidir. Fırsat bulduğunda ve “biz bize” kaldığımız durumlarda, yani güçlü konumda olduğu o geçici süreler içinde kendisini olduğu gibi ifade edebilir, coşabilir ama bunu sürekli kılamaz.

MHP’yi şişiren bu psiko-sosyal olgunun daha ayrıntılı ve kapsamlı analizlerini ileriye bırakalım. Ama sanırım düşülen bu notlar bile “MHP yükselişi”nin seçim gününden bir hafta geçmiş olmasına rağmen hâlâ alışıldık bir yükseliş havası, durumu oluşturamamış olmasını bir yönüyle açıklar. MHP kendi anladığı türden güçlerle de donanmış evrensel uygarlık ve uygar toplum norm ve kuramları karşısında ilkelliği besbelli bir tepki potansiyeli üzerinde “yükselmiş” olmanın verdiği karmaşık duygularla kendi içine doğru konuştuğunda mağrur ve galip bir dil kullanırken “dış”a karşı ise zanlı etiketi ile malûl bir dille konuşmaktadır.

Dünyayı ve hayatı güçlü olanın kazandığı “doğa yasaları”nın egemen olduğu bir savaş olarak algılayan ırkçı-faşist “felsefe”den türeyen MHP’ninki türünden milliyetçiliklerin “klasik” örneği olan Nazizm, ırkçı vasfını alenen ve küstahça ifade etmeyi “erdemi” sayardı. Bu ırkçılık, kendi ulusal gücünü uygar norm ve kuralların gerisindeki güçlerle eş güçte saydığı için o norm ve kuralları alenen çiğnemekten de çekinmemişti. Ama bu, o günün dünyasında dünyaya egemen olmanın güç ve imkânlarına girilen sahip birkaç ulustan biri olduğu kabul edilen bir ulusun ırkçılığı olduğu için böyleydi. Türk milliyetçiliği bu idealinin fiilî pozisyonundan çok uzakta olduğunun “bilinci”yle imrendiği o “açık sözlülüğü” kuşanamadığı için “Atatürk milliyetçiliği”nin imkân verdiği esnetmelerle yetinmek ve uygarlık norm ve kurallarına uyma -uymama- rahatsızlığını ise “içişlerine karışmama” gibi devletlerarası ilişki yasalarının sağladığı kalkanın gerisinde doyurmak istemektedir.

Ancak MHP’nin saldırgan ve aleni bir ırkçılık sergileyememesinin tek nedeni bu değildir. MHP milliyetçiliğinin toplumsal destek profili, bir diğer ifadeyle sınıfsal tabanı da böylesini gerektirmektedir.

1960’ların ortalarında sahneye çıkan MHP başlangıçtan beri asıl güç ve kadrolarını Orta, İç Doğu ve İç Karadeniz bölgesi illerinde bulan bir hareket olageldi. O nedenle de 18 Nisan’da en yüksek oy oranlarına burada ulaşması, o illerde birinci parti haline gelmesi bir bakıma normaldir. Öte yandan metropol kentlerde topladığı oyların çok büyük kısmının da bu illerden göçmüş ilk ve ikinci kuşak seçmenlerden aldığını da belirtmek gerekir. 1980 ve ’90’lı yılların pop milliyetçiliği ile MHP metropol kentlerin yerleşik orta ve üst orta sınıf gençliğinden de kısmî bir destek buldu ise de bir “derin Türkiye” partisi olma kimliğini daima korudu.

MHP’nin bu bölgede kök salıp güçlenebilmesini, temsil ettiği Türk milliyetçiliğinin, etnik açıdan neredeyse homojen bu bölgede “doğal” bir benimsenmeyle karşılanması ile açıklamak yüzeyseldir. Her ne kadar MHP ideologlarının ve akademisyenlerinin tarih, özellikle de çöküş dönemleri tarih açıklamalarında yönetici ve egemen zümrenin etnik saflığını yitirmesi, “dönme” ve “devşirme”leri içine alması başlı başına yeterli bir çöküş nedeni sayılır; yönetici ve egemen olup da saf Türk olmayış bir ihanet potansiyeli olarak görülür ise de; önemli olan bu ideolojinin niçin iktisadî... olarak gelişkin “Türk bölgeleri”nde değil de bu bölgelerde yaygın bir benimsenme imkânı bulabilmesidir. Şüphesiz MHP milliyetçiliğinin sadece iktisadî ve kültürel düzeyi gelişkin Türk bölgelerinde değil, aynı kıstaslarla gelişkin, “ileri” Türk kesimler arasında da pek revaçta olmayışının o ideoloji içerisinde bir açıklaması vardır. Buna göre iktisadî kültürel gelişkinlik arttıkça “yabancı”larla temas ve etkileşim de artmakta ve dolayısıyla etnik safiyeti koruma titizliği de azaldığı için “Türk milliyetçiliği”nden uzaklaşılmaktadır.

Bu gayet özetle anlatılan ideolojik çerçeve içinde iktisat -endüstri özellikle- ve kültür -bilim ve sanatlar- her ne kadar açıkça “bozucu” diye nitelenmez, tam aksine ileri endüstri ve bilim düzeyi gayet aşırı vurgulu bir hedef olarak gösterilirse de; dikkatli bir bakış, bunların bizzat kendisi tarafından edinilemeyecek özellikler olduğunu -hınç ve hayranlık karışımı duygularla- kabullenmiş bir ifadeyle söylenmekte olduğunu görür. Tıpkı 1970’lerde Erbakan’ın MSP’sinin, İslâm toplumlarının endüstriyel geriliğinin verdiği ezikliği, abartılı bir savunma refleksiyle örtebilmek için, ülkede ağır sanayinin şampiyonluğunu yapan bir dille boy göstermesi gibi; MHP’nin Türk milliyetçiliği de “uzay çağına geçmiş”, bırakın ileri ülkeler düzeyine varmayı, onları da aşmış, bilim ve teknolojide dünyaya önder olmuş bir Türkiye hayali kurar.

Burada hayal sözcüğünü alay etmek için kullanıyor değiliz. MHP’lilerin içtenlikle böyle bir hayal kurduğuna eminiz. Sorun o hayal-ideal ile öznesi arasındaki ilişkisizliktedir.

Bir hayal ne denli imkânsız gözükürse gözüksün, eğer o hayalin ögeleri ile hayali kuran, hayalin öznesi olanların etkinlik ve eylemlerinin niteliği arasında doğrudan, özsel bir bağlantı kurulabiliyor ise ortada en azından bir tutarsızlık yoktur. Örneğin küçük bir atölyede elektronik aletler yapan yetenekli bir mühendis-işadamının ileride dünyanın en büyük elektronik fabrikasını kurmayı hayal etmesi ile aynı hayali Tempra bayiliği yapan veya belediyede zabıta olup boş vakitlerinde karate yapan birinin kurması arasındaki farktan söz ediyoruz. Her ikisi de o fabrikayı şiddetle hayal ediyor olabilirler, ama ilki elektronik bilgisini yoğunlaştırmaya, bu alanda bir atılım anlamına gelebilecek bir ürünün ne olabileceğini keşfe uğraşır, tüm yeteneklerini buna seferber ederken, öteki bütün bunları -kendisi için imkânsız saydığından– bir yana bırakıp sadece o fabrikaya nasıl sahip olacağını düşünür. Para biriktirerek ya da zorla veya bir başka biçimde ama hayalin konusu olan elektronik ile şahsi eylem ve etkinliği arasında doğrudan bir ilintisi olmayan yollarla.

Aynı nesnenin hayalini birisi kurma biçiminde tasarlarken ötekinin sahip olmayı düşünmesi, birinin nesnenin mahiyetine denk kendi etkinlik ve edinimleriyle ona ulaşmaya çalışırken ötekinin onu sahip kılacak araçlara -para, zor- gözünü dikmesi gerçekleştirme tasarımlarında bunların öne çıkması, bu farklılıklar öznelerin farklılığı ile ilişkilidir.

MHP türü milliyetçiliğin endüstriyel etkinlikler, bilim ve kültürde ilerilik “özlemi”ni dile getiren övgü ve hayranlık yüklü söylemi, o etkinliklerin kendisiyle değil sağlayacağı güç, kudret ile ilgilidir. Yani bu söylem, o etkinlikleri bizzat gerçekleştirecek olanların değil, o etkinlikleri yaptırma ve böylece sağlanacak güce sahip olmayı kuranların dilini yansıtır. O nedenle bu milliyetçilik ideolojisi söz konusu ileri etkinlikleri bizzat yapan, bunların gerektirdiği üst düzey niteliklere, imkânlara sahip kesimler tarafından ilkel bir yaklaşım olarak algılanırken, o etkinliklerin uzağında, kenarında yer alabilen, ama o etkinliklerin ürünlerine, sağlayacağı güce sahip olmayı o güç ve egemenlik duygusunun isteyen, özleyen kesimleri cezbeder.

MHP’nin milliyetçi ideolojisi işte bu türden bir sahip, egemen olma arzusuna meşruiyet tanıyan niteliktedir. Çünkü bu ideolojiye göre sahip ve egemen olma Türk olmanın kendinden menkûl bir “hak”, bir “misyon”dur. Bu ideoloji o “hak”kı “Tanrı Türkleri dünyaya nizam vermeleri için yarattı” gibisinden “tez”lere dayandırır. Burada bütün dünyadaki ırkçı-faşist hareketlerin kendi ırkları için benzer “tez”ler uydurduklarını belirtmek gereksiz sayılabilir. Ama sözü getirmek istediğimiz nokta, bu tür tez ve ideolojilerin bahsedilen “ırk”ın niçin sosyo-politik, kültürel ve iktisadî hiyerarşisinin tepelerinde bulunanları değil de daha aşağıdakileri, hiyerarşideki yerini -o hiyerarşiyi belirleyen, onu kuran “modern etkinlikler” alanındaki dinamizmiyle- yükselten kesimleri değil de, konumu bozulan, gerileyen, hattâ deklase hale düşen kesimleri cezbettiğidir.

Tüm dünyada şimdiye kadar görülmüş, yaşanmış ırkçı-faşist hareketlerin “kitle tabanı” böyledir. Bir önceki iktisadî-sosyal düzen veya durumda bulundukları konumu şu veya bu biçimde yitirenler eğer bu sonucu doğuran süreç veya etken geriye döndürülebilir görünüyorsa -örneğin konum iş ve işlevlerini birtakım “yeni gelenler”in gelişiyle kaybettiklerine ve onların kovulması veya yok edilmesiyle eski durum ve düzene dönülebilir sayılıyorsa- bu olgu üzerinden yükselen ırkçı-faşist hareket o “yeni gelenler”in niçin yabancı olduklarını “açıklayan” bir söyleme bürünür. O yeni gelenler açıkça “başka bir ırk”tan ise zaten açıklayacağı bir şey yoktur. Çıplak bir ırkçılık olarak konuşabilir. Son yıllarda Batı toplumlarında ortaya çıkan neo-faşist, yabancı düşmanı hareket ve partiler gibi örneğin.

Ama eğer o “yeni gelenler” ya da eskiden beri orada olup da düzen ve durumu değiştiren dinamiklere uyum sağlayıp statülerini yükseltenler, aynı ırk veya milletten iseler, ırkçılık bir dolayım içinde dile gelir. Söz konusu yeni gelenler, ayırdeden bir özelliğe, örneğin mezhep veya bölgesel köken farkına onları “yabancı”laştırıcı bir nitelik atfedilir. Böylece “millet dışı”, “millete düşman” addedilerek, ırkına-milletine ihanet etmiş olanlara yönelik bir diskurla çıkılır ortaya.

1950’lerden itibaren özellikle ülkenin batısında ve metropol kentlerde ivme kazanan kapitalizmin, bu bölgeler ile aralarındaki iktisadî, sosyo kültürel “mesafe”yi daha da açtığını gören Anadolu taşrasının bu sürece karşı çaresiz tepki birikimini 1960’larda yükselen sosyalist harekete kanalize edişi -ettirilişi- ile MHP’nin ortaya çıkışında, şu yukarıda özetlenen “mekanizma”dır geçerli olan. O yıllarda, önce “Komünizmle Mücadele” derneklerinde, sonra Ülkü Ocakları’nda örgütlenen büyük çoğunluğu Orta, İç Doğu ve İç Karadeniz kökenli gençliğin ve diğer kesimlerin komünizmi, palazlanan metropol burjuvazisinin üst tabakalarının monden, lüks hayat kalıplarıyla da özdeşleştiren bir “anti komünizm” edebiyatıyla söz konusu taşralaşma tepkisini dillendirirken sosyalistleri, hatta ılımlı solcuları bile asıl olarak “Moskof-Rus uşağı” olmakla itham ederek o tepkiyi ırkçı-faşist mecraya yöneltebildiklerini gördük.

1970’lerde yine aynı “mekanizma”, bu kez Alevileri komünist ve dolayısıyla Rus uşağı kategorisine yerleştiren propagandayı da eklemişti diskuruna. Faşist hareket bu diskurla Orta ve İç Doğu Anadolu’nun birçok kentinde Sünni Türk toplulukları Alevi Türk ve Kürt hemşehrilerini imhaya yöneltmeye girişti.* K.Maraş ve Çorum’da zirvesine varan katliamların hunharlıkların başlatıcısı ve yönlendirici unsurları onlardı.

NEO-LİBERALLEŞEN FAŞİZM

Özetle; düzen, durum ve konumlarının gerilemesinden doğan tepkiyle ırkçı-faşist hareketlerin “tabanı”nı oluşturan kesimler, bu gerilemelerin sebebi olarak cisimleştirebilecekleri, dolayısıyla “yabancı”laştıracakları bir insan topluluğu olduğunda, tepki birikimlerini onların imhasını zorunlu sayan bildik ırkçı-faşist söylemlerle ifade ederler.

Fakat, 1980’lerle birlikte, derece derece dünyanın tüm toplumlarını etkileyen ve giderek daha da derinden etkilemekte olan ve kısaca “İkinci Sanayi Devrimi” denilen dinamikler ve bunlara eşlik eden neo-liberal iktisadî düzenlemeler ve zihniyet; bir yandan toplumların iktisadî-sosyal düzen ve hiyerarşilerini gittikçe hızlanan bir değişim ve yeniden kurulma sarmalına iter, yani bir anlamda istikrarsızlaştırırken; öte yandan da tüm toplumlarda sayıları giderek artan bir işsizler, işgüçlerine ihtiyaç duyulmayanlar, kısacası dışlanmışlar, tutunamayanlar veya bu tehdit altında yaşayanlar kitlesi oluşturmaya başladı. Gelir sağlayan bir mülkiyete veya işe ya da göreve sahip olmanın topluma ait sayılmanın, oradaki statünün ilk ölçütü olduğu dikkate alınırsa ve bunlardan herhangi birine sahip olmanın giderek zorlaşmasının, bu fiilî ve potansiyel dışlanmışlar, tutunamamışlar kesimini nasıl bir öfke, eziklik ve hiçlik atmosferine sokabileceği kestirilebilir.

Ancak, bu süreç “dışlanan”, tutunamayanlar, gerileyenler kesiminde kendilerini bu hale düşüren “düzen” ve dinamiklere karşı “aşağıdan yukarıya doğru” bir tepki, bir isyan yaratmaz, yaratmıyor da. Oysa geçmişte, buna benzer -işsizliğin artışı, belli sektörlerin çöküşü- süreçlerde “yukarıya”, düzene, onun egemenlerine yönelik bir tepkinin yükseldiği görülürdü. Hattâ çoğu sosyalist devrim “model” ve stratejileri bu tepkiyi harekete geçirmek üzerine kurulmaktaydı. Şimdi, 1980’lerle birlikte içine girdiğimiz süreçte söz konusu “dışlanan, tutunamayan” kesimlerin tepkisi kendileri gibi “tutunamayan, dışlanan veya bu tehdit altında yaşayan”lara yöneliyor. Bu kesimler arasında etnik kimliğe sarılma, etnik kimlikleriyle kendini tanımlayan topluluklar arasındaki çatışmaların yaygınlaşması bundandır.*

Dışlanmanın, tutunamama ihtimalinin, toplumsal işlev ve konumunun düşüşünün doğurduğu öfkeli tepkinin yönündeki bu radikal “sapma”, “yukarı”ya değil, yanına ve “aşağı”sına yöneliş, dışlanma ve konumların düşüşüne yol açan dinamiklerin niteliği ile doğrudan ilişkili olduğu gibi, bu dinamiklerin içinde işlediği neo-liberal zihniyet dünyasının mantığı ile de ilişkilidir.

Bu ilişkileri ikincisinden başlayarak özetle ifade edecek olursak; neo-liberalizmin rekabeti, rekabet gücünü neredeyse bir erdem düzeyine yerleştiren yaklaşımı, mantığı ile tüm ırkçı-faşist hareketlerin “felsefi” dayanağı olan “doğa yasasının, yani kuvvetlinin zayıfı ezmesinin, hayatın bir kavga, türler arasında bir kavga olduğunun ve hayatta kalabilmek için her yolun mübah olması” kuralı arasında tam bir uyum vardır. Irkçılığın “doğa yasası” ile neo-liberalizmin “rekabet” erdeminin “dışlananlar”, bu tehdit altında yaşayanlar dünyasındaki “tercümesi” aynı düzeyde var olmaya çalışanlar arasındaki çatışmadır. Bu hem bireyler hem de kendilerini ve ötekileri birer “tür” sayan topluluklar arasında geçerli olacaktır.

İlkine, İkinci Sanayi Devrimi’nin dinamiklerine gelince... Birinci Sanayi Devrimi koşullarında işsizliği, konumları alt üst eden, düşüşler yaratan dinamikleri bir sınıfın, topluluğun ya da fabrika gibi maddi nesnelerin şahsında somutlaştırmak mümkündü. Dolayısıyla o dinamiklere egemen olmak için tepki bu topluluklara veya nesnelere -onların “yok edilmesi” veya ele geçirilmesi yoluyla- yöneltilebilirdi. Ayrıca önemle belirtmek gerekir ki; söz konusu tepki sahipleri, kendilerini o dinamikleri “kullanan” topluluk veya zümrelerin yerine koyabilir, aynı işlevi bir başka biçimde de olsa yerine getirebileceklerini varsayabilirlerdi.

Oysa, birincisi kadar, hattâ ondan daha geniş çaplı ve hızlı bir toplumsal -konumsal- sarsıntı ve değişim, daha net bir işsizleşme -dışlanma- yaratmakta olan ikinci sanayi devrimi dinamikleri ne belirli topluluk veya sınıflarla somutlaştırılabilecek gibidir; ne de (daha da önemlisi) -bu yapılabilse bile- dışlanmanın, tutunamamanın tepkisini duyan kesimler kendilerini o dinamikleri gereğince işleyebilecek müktesebatta görmektedirler. Çünkü bu “bilgi çağı” dinamikleri ortalama bir “dışlananlar” bireyine kendi yetenek ve kapasite düzeyinin “sınır ötesi”nde gözükmektedir ve o nedenle de kendi doğasının ötesindeki bu güç karşısında neredeyse doğa üstü güçlere karşı duyulan bir çaresizlik ve teslimiyet duymaktadır. Ve bu durumda bir “dışlanan” veya bu tehdit altında yaşayan biri olarak, düştüğü, düşebileceği o durumdaki tepkisini “yukarıya” yöneltmesi, doğa üstü güçlere karşı tepki göstermek gibi olacağından o tepki yanındakilere veya altında saydıklarına yöneltilecek bir mecraya kanalize edilecek, edilebilecektir.

1980’lerde “ileri” Batı toplumlarında yerli halkın alt-dışlanmaya aday kesimlerinden doğan ve o ülkedeki göçmen, ayrı rktan işçilere yönelen “yabancı düşmanı” neo-faşist-ırkçı hareketlerin tümünün de neo-liberal (“serbest piyasa”) ekonomi savunucusu olmaları bu nedenledir öncelikle. 1980’lerde sona erdiği kabul edilen modern çağda ortaya çıkan ırkçı-faşist hareketlerin liberal ekonomiye karşı olmaları ve devletin ekonomiye etkin müdahalesi ve düzenleyici rolü ile işleyen bir iktisadî düzeni savunmaları (Alman ve İtalyan faşizmleri, 1970’lerdeki MHP programı örneğin); içine girdiğimiz postmodern çağın neo-faşistlerinin tam aksine neo-liberalizm savunucusu kesilmeleri (Avrupa neo-faşist partileri ve yeni MHP programı) şüphesiz egemenler katında “olumlu bir değişme”, faşist hareketin bir tür “ehlileşmesi” gibi görülebilir.

Neo-liberal ekonomik düzenlerin tepesini işgâl edenlerle bu düzenin eteklerinde çırpınanlardan destek bulan, onların “sözcülüğü”nü yapan neo-faşistlerin “devletin ekonomiye müdahalesi”ne karşı olma noktasında birleşmelerinin anlamı nedir? Bu soru, her ikisinin de “devlet müdahalesi” derken asıl olarak çalışanların ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi amacıyla konulmuş yasa ve kuralları, kazanılmış hak kurumlarını işletmelerin toplumsal ve çevresel yükümlülükleri ile ilgili yaptırımları kasdettikleri dikkate alınırsa kolayca cevaplandırılabilir. Neo-liberal egemenlerin bu yasa, kural ve yaptırımların kaldırılmasıyla ne sağlamış olacaklarını anlatmak bile gereksiz. Ancak bu “kuralsızlaştırma” talebinin ırkçı-faşist hareket/partiler tarafından da savunulması biraz açıklanmaya muhtaçtır. Başlıca iki ayağı vardır bu savununun. İlki neo-faşist hareketlerin “yabancı düşmanı” yönüyle daha doğrudan ilişkilidir. Şöyle ki, göçmen işçilerin, toplulukların var olduğu toplumlarda yerli halkın işsiz, işsizleşen kesimleri işçi ve iş sahibi göçmenleri kendi işsizliklerinin nedeni olarak görürler (“yatay tepki”). Bu “neden”in ortadan kaldırılmasını önleyen ise onların iş ve çalışma haklarını yasal koruma altına alan devlettir. İstenen devletin bu koruma perdesini “yabancı”lara şamil olarak kaldırmasıdır. Devlet, ırkçı damgası yememek için bunu ancak herkese şamil olarak yapabilir. Olsun. İşsiz ve dışlanma tehdidi altında bunalmış kişiler için şimdilik önemli olan yabancılardan boşalacak işi kapmaktır. Gerçi hak ve kuralın yerini şahsi pazarlık güçleri ile kurulan ilişkiler; yani bir tür cangıl yasasının hüküm süreceği o ortamda aynı işsizlik, dışlanma tehdidi yarın da karşısına çıkmayacak mıdır? Bu soruya ’80’li yılların o ünlü sloganı verir cevabı: “No Future.”

Neo-faşizmlerin ve neo-liberalizm savunucusu olmalarının ikinci ayağı, o hareketlerin kaynaklandığı, desteklendiği bir diğer kesimle ilişkilidir. Dışlananların yanı sıra neo-faşist-ırkçı hareketlerin kaynaklandığı, desteklendiği bir diğer kesimle ilişkilidir. Dışlananların yanı sıra neo-faşist-ırkçı hareketlerin üzerinde yükseldiği bu kesim, neo-liberalizmle paralel olarak çoğalan bir kapitalist türüdür. İlk sanayi döneminin o ünlü “vahşi kapitalist”leri gibi kâr ve servet için hiçbir kural ve ilke tanımayan bu yeni tür, ardılları en azından meşrû iktisadî etkinlikler alanında kâr ve servet peşinde koşarken, bunların meşrû, gayrı-meşrû, yasal yasadışı tanımadan kâr-para getirecek “her yola var” olmalarıdır. Bugün tekstilci, yarın müteahhit, öbür gün eroin kaçakçısı olabilirler. Cangılda her şeyi yiyebilen yaratıklar gibidirler. Bütün ülkelerde ve özellikle Türkiye gibi ülkelerde genel ekonomi içindeki “pay”ları sürekli artan o kibarca “kayıt-dışı ekonomi” denilen alanın “girişimcileri”dir bunlar. Emeğin en acımasızca sömürüldüğü bu “kayıt dışı” alanda tam bir kuralsızlık hüküm sürer. Sendikanın lafının bile edilemediği, çocuk ve sigortasız işçi çalıştırmanın “kural” olduğu ve gerek o girişimciler arasında gerekse onlarla işçileri arasındaki sorunlarda “kural”ların mafyalarca konulup uygulandığı bir alandır burası.

1980’lerin neo-faşizmini besleyen en “güçlü” dinamik bu alandan gelir.

Şüphesiz tam da bu noktada Orta ve İç Doğu Anadolu’da MHP’nin niçin bu denli köklü ve yaygın destek bulabildiği sorusunu hatırlamamak elde değil.

Bilindiği üzre ’80’li yılların ortalarından itibaren birçoğu bu bölge kentlerinde “iş” kurmuş olanları kasteden bir “Anadolu kaplanları” deyimi türedi. K.Maraş, Malatya, Denizli, Çorum, Kayseri... gibi “Anadolu kaplanları”nın pek faal olduğu kentlerde, yaklaşık ’80’li yılların sonuna kadar ANAP, 1995 seçimlerinde RP, 18 Nisan seçimlerinde de MHP birinci parti idi. Küçük bir not: 18 Nisan seçimlerine bir yıl kadar varken ve bu “kaplanlar”ın çoğunun iştigal ettiği tekstil sektöründe ciddi bir tıkanma ve kriz yaşanmaya başlamışken kapatılan RP’nin lideri Erbakan “Anadolu Aslanları” adıyla bir dernek kurdu. Bu “Aslanlar” acaba 1991-1995 arasında büyük kısmıyla RP’ye yönelen Kaplanların, 28 Şubat ve krizden sonra bile RP etrafında kalanları mıdır? Eğer öyleyse öbür kaplanların nereye gittiğini Orta-İç Doğu Anadolu’da (RP) FP gerilerken yükselen MHP’ye bakarak görebiliriz demektir.

Peki de söz konusu kesimin MHP’ye yönelişinin anlamı, amacı nedir?


Şüphesiz bu Anadolu aslan veya kaplanları biraz önce bahsettiğimiz o genel “kayıt dışı ekonomi”ye dahildirler büyük kısımlarıyla. Bu noktayı belirtmek ülkemizin hemen her köşesinde aslan ve kaplanların olduğuna işaret etmenin yanı sıra, MHP’nin niye ülkenin hemen her yerinde -derece derece de olsa- oy patlamaları yapabildiği sorusuna da epeyce bir ışık tutar.

Ancak, bu yazıda asıl eğildiğimiz konu MHP türü milliyetçiliğin, daha açık ifadeyle ırkçı yaklaşımın bu bahsedilen kesimler tarafından benimsenme saikleri ve bu saiklerin neden özellikle Orta, İç Doğu Anadolu bölgesinde daha yoğun bir “geçerlilik” bulabildiği sorusu olduğu için, MHP’ye yönelişin anlamını bu bölge özellikleri üzerinden araştırmamız gerekiyor.

Daha önce bu konuya değinirken ırkçı bir milliyetçiliğe yönelişin o bölgede “safkan” Türk nüfusun yoğun oluşu ile açıklanmaması gerektiğini; bölgenin tarihsel-iktisadî koşulları ile bölgenin Türkiye sosyo-ekonomik düzeni -ve hiyerarşisi- içindeki konumundan hareket etmenin çok daha anlamlı sonuçlar vereceğine işaret ederek geçmiştik.

Daha yakından bakalım konuya. Öncelikle belirtmeliyiz ki, bir ırkın safkan mensubu olmak o ırkın ırkçısı olmayı asla gerektirmediği gibi, insanlar, kendilerini, varoluş tarzlarını talep ve eylemlerini insanı insan yapan değer, edim ve edinimlerle olumlama imkânsızlığı veya çaresizliğine düştüklerinde, bu duyguya kapıldıklarında ırkçılığa sığınırlar. Irk kategorisine kendinden menkûl, kanıt gerektirmez, sadece iddia edilen vasıf ve “doğal haklar” yükleyen ırkçılık, aynı ya daha fazla vasıf ve “doğal hak”kı kendi ırkına aynı kendinden menkûllukle yüklemiş başka ırkçılıkların da mümkün olduğunu bilir. Irkçılıkların dünyasında hangi ırkın hangi vasıf ve haklara sahip olduğunu tartışmanın ne anlamı ne de dili vardır. Hayvanların dünyasında türler arasında nasıl vasıf ve hak tartışması olmaz, hak ve vasıflar aralarındaki ezeli kavganın içinde ve her defasında yeniden güç ile “ölçülerek” o defalık belirlenirse aralarındaki dil buysa; ırkçılık da bizi fizik gücün, her vasfın fizik güce tahvil ve tercüme edilmesiyle oluşan kuvvetin yegâne ölçü ve değer sayıldığı bir alana çekmek ister. Fizik güçten ve gücünden başka talebini meşrû saydıracak veya gerçekleştirecek hemen hiçbir şeyi olmadığı için de herkesi oraya çağırır. Onun gibi ırkından başka sığınacak şeyi kalmamış olmayanlar, kendi hak ve taleplerini insanî etkinlik ve değer zeminlerinde savunabilecek olanlar bu vahşet çağrısına cevap vermezlerse, ırkçılık, vahşetin, çıplak güç ve zorun diliyle onları bastıracağına güvenebiliyorsa, bu durumda o zeminlere dalıp zor gücüyle “hak”kını almayı deneyecektir.

Irkçılığın, MHP türü milliyetçiliğin söylem ve zihniyet dünyasında “devlet” de tıpkı ırk gibi donatıldığı vasıf ve hakları kendinden menkûl, tartışılmaz, sorgulanmaz, kutsal bir kavramdır. Irkın gücünün, yani o ırkın tek ve her şeye bedel ve her şeyden üstün olmasını istediği vasfının yoğunlaşmış hali addedildiği içindir bu kutsallık. Kendinde fizik gücünden başka bir vasıf göremediği, kendini sadece fizik güce dayalı etkinliklerle ifade edebildiği ölçüde “devlet”i kutsar ve onun fiziki gücüne yaslar taleplerini.

MHP milliyetçiliği, bu türden her milliyetçilik gibi “ülkenin sahibi”nin çoğunluk ulusun safkan, “bozulmamış” mensupları olduğunu vurgular. Bu vurgu o ülke devletinin, onda kurumlaşmış gücün kimler için seferber edileceğini ifade etmekle kalmaz. Bu tür milliyetçiliğin yükseliş koşulları bağlamında bu vurgu özel olarak “hareket”in -başta ona katılan kesimlerin bozulan konum ve durumları olmak üzere- her sorunu fizik güç ve şiddetle “çözmesi” çağrısıdır bu. Daha da önemlisi; “hareket”in doğuşu ve güçlenişi, eğer Türkiye özelinde belirttiğimiz gibi bir bölgenin ve oradaki nüfusun sosyo-politik-ekonomik düzen -ve hiyerarşisi- içinde durum ve konumunun “bozulması” ise ve bu “bozulma” iktisadî, kültürel dinamiklerin işleyişi ile olmuş, bu başatlaşan dinamiklerin gerektirdiği vasıf ve koşullar bakımından o bölge ve nüfusun “yetersiz” oluşu nedeniyle genel düzen ve hiyerarşi “bozulmuş” ise; bu milliyetçiliğin “güçlü devlet”i o bölge ve nüfusa kendi “gücü”nden “eklemeler yaparak, onları gücüyle donatarak” söz konusu yetersizliği -belki de misliyle- ikame edecek ve böylece “bozulan” düzen ve hiyerarşi “olması gerektiği” hale sokulacaktır.

Bu genel ifadenin pratik sonuçlarını göz önüne getirmeyi, “bozulma”ların nasıl düzene sokulacağını ve bahsettiğimiz o “yetersizlik”lerin boşluğunu “güçle kapatarak” hiyerarşinin “yeniden” tesisinin neler demek olduğunu okura bırakıyorum.

2000’lerin eşiğinde bu “milliyetçi düzen” kurma “hareket”i karşısında mevcut düzenin halihazır güç odakları nasıl bir tavır alacaklardır? “Hareket” beklenmedik bir atılım yapmışsa da henüz yüzde 18’lik bir oy gücü seviyesindedir, ama hem devlet içindeki -neredeyse aleni ve devlet aygıtı konumunda- destekleri, hem de öteki oy güçleri içindeki azımsanmayacak oranda sempatizanları ile yüzde 18’den çok daha büyük bir güç sayılmalıdır. Üstelik bu güç çökmüş bir merkez sağın, oy gücüne sahip, ama örgütsüz denilebilecek bir “merkez sol”un, itilip kakılarak geriletilmiş bir FP’nin varlığında muhtemel koalisyon modellerinin hemen tümünde yer alabilecek durumdadır. Pek yakında iktidar ortağı olması neredeyse kesindir.

Söz konusu güçler MHP’nin küçük ortak olarak hükümete katılabilme ihtimaline hazırlıklıydılar belki, ama büyük ortak olma ihtimali herkes gibi onların da önüne beklenmedik bir soru(n) olarak çıkmış olmalıdır.

Bu yazı hazırlandığında henüz pek bir şey belli değildi. Asıl karar ve tavır önümüzdeki ayın hükümet kurma sürecinde ve kuvvetle muhtemeldir ki, müstakbel bir MHP’li hükümetin ve MHP “hareketi”nin üç beş aylık “icraat”ları görüldükten sonra verilecektir.

MHP’nin görülmesi mi gerekir demeyin. Öyle değil. Baksanıza bunca yılın Kemalisti, Cumhuriyet’in verdiği sıfatla “Aydınlanma Bilgesi” İlhan Selçuk, Atatürkçü Çölaşan ve Hasan Pulur ve daha bir dizi ilerici yazar çizer, MHP milliyetçiliğinin meşrû nedenlerini hevesle anlatırlarken, “Bilge” İlhan Selçuk, milliyetçiliğin laik tarihî kökenlerini hatırlıyor o babacanlığıyla ve gizleyemediği bir umutla MHP’nin “anti-laik”lere karşı, cephede kendileriyle saf tutma gerekçelerini “araştırıyor”.

Demek ki istenirse MHP’nin bile yeniden görülmesi gerekiyormuş.


“MHP’nin yükselişi”ni Kürt sorununa, “şehit” cenazelerine, Kosova’ya, “halkın yeni, denenmemiş ve dürüst” lider, parti arayışına bağlayan “izah”ların bol bol yapılıp yazıldığı bilindiğinden bu bahislere girmedim. Ama dergide aynı konuyu ele alan diğer yazılarda bu “bahaneler”e ilişkin gayet uyarıcı ve açık argümanlar var. Bunlara tümüyle katılıyorum. Ve tıpkı o yazılardaki gibi tüm bu sebep bahane furyası içinde, yüzde 18’in oy verdiği MHP’nin ırkçı-faşist bir hareket olduğunun altını çizmek gereğine de inanıyorum. “Sebep”lerin çoğunu sönükleştiren bir olgudur bu.

(*) Faşist hareketin, Orta ve İç Doğu Anadolu’da, “Erzurum-Antep-Çorum üçgeni”nde, Alevi toplulukların bölge kentlerine göç etmesi ve ticaret, imalat ve bürokraside yer edinmeleriyle iktisadî-sosyal konum ve durumları zaten gerilemekte olan o kentlerin Sünni Türk ahalide yarattığı tepkiden beslenmesini ve bu tepki potansiyeli üzerine kurduğu 1970’lerin son yıllarındaki stratejisini Birikim’in o yıllardaki sayılarında etraflıca biçimde ele alınmıştır. Bkz. “Malatya Olayı-Türkiye’deki Faşist Hareketin Yapısı ve Gelişimi”, Birikim, Mayıs 1978, sayı 39; “Maraş’tan Sonra”, Birikim, Aralık 1978/Ocak 1979 sayı 46/47.

(*) Aynı süreçte, hemen tüm toplumlarda kol emekçisi örgütlerinin -sendikaların- üye sayılarında durdurulamaz bir azalma yaşanması da bununla ilişkilidir. “Tutunamama, dışlanma” tehdidi geçmiş dönemlerin emekçi dayanışması kurumlarını da erozyona uğratmış, belli bir emekçi kesim, kendini bir süre daha “dışlanmayacak” durumda gördüğünde bu “nimet”i dayanışma adına tepmemek için sendikalı olma yükümlülüklerinden sıyrılmayı tercih edebilmekte, sendikasızlaşmaktadır.