Sudan: Katliam Karşısında Suskunluk

Sudan’ın batısında yer alan Darfur bölgesinde bir buçuk yıldır bir soykırım mı yaşanıyor, bir etnik temizlik mi gerçekleştiriliyor, yoksa yaşanan kanlı olaylar isyancı/ayrılıkçı güçlere karşı merkezî hükümetin bastırma operasyonunun kaçınılmaz sonucu mu?

Doğru tanım ne olursa olsun, Sudan’da yeni bir insanlık dramı yaşandığı kesin. Darfur’da 2003 Şubat’ında başlayan ayaklanmadan bu yana, on ila otuz bin arasında sivil ve milisin öldüğü, bir milyondan fazla kişinin köylerini terk etmek zorunda kaldığı, yüz binden fazlasının Çad’a sığındığı, geri kalanının aç ve perişan güvenli bir köşe bulmak için dolaştığı bir dram bu. Bazı gözlemciler, kısa zamanda bölgeye uluslararası bir müdahale yapılmazsa ölü sayısının üçyüz binle bir milyon sivile ulaşması ihtimalinden bahsediyor. Hartum hükümeti bölgeye insanî yardım ulaşmasını bugüne kadar engelledi.

Toplam yüzölçümü 2.5 milyon kilometrekare olan Sudan’ın yaklaşık 1/5’ine yayılan ve üzerinde 5 ila 7 milyon kişinin yaşadığı üç eyaletten oluşan Darfur’dan göç edenler, tarımla uğraşan, yerleşik Siyahî kabileler. Bu kabilelerin içinde en büyüğü, bölgeye de adını veren Fur’lar. Ama güneydeki animist ve Hıristiyanlardan farklı olarak, Sudan’ın Batısındaki tahıl ambarında yaşayan Fur, Massalit ve Zaghawa kabileleri Müslümanlığı kabûl etmiş Siyahlardan oluşuyor. Bu kez “din savaşı” değil, ırk çatışması var.

Sudan’da insanlık dramı bir buçuk yıl önce başlamadı. Bugün yaşananlar, 1983’te başlayan ve toplam iki milyon kişinin hayatına mal olan Kuzey-Güney çatışmasının, Darfur bölgesi üzerinde nüfuz kurmak için Libya ve Çad’ın yıllarca sürdürdükleri kanlı mücadelelerin ve hayvancılıkla uğraşan göçebe kabilelerle tarımla uğraşan yerleşik kabileler arasındaki ihtilafların bir yeni aşaması. Bu kez karşı karşıya gelenler, Sudan’ın egemen zümresi olan Müslüman Araplarla güneydeki Hıristiyan ve animistler değil. Sudan’da İslâmi cuntanın iktidarı 1989’da ele geçirmesinin ardından daha da alevlenen, 1983’te başlayan Kuzey-Güney çatışmasında ateşkes ve hattâ bir antlaşma noktasına gelinmişken, Sudan’ın en büyük, en zengin ve en kalabalık bölgesi olan Darfur’da, İslâmi hükümetin silâhlandırdığı Müslüman Arap milislerin Müslüman Siyah kabileler üzerinde başlattığı acımasız bir bastırma ve yıldırma operasyonu bu yeni dramın nedeni. Cancavid (süvari) olarak adlandırılan bu Müslüman Arap milislerinin bir kısmı göçebe Arap kabilelerinin milislerinden (bunlara genellikle peşmerge deniyor), diğer bölümü ise 15 yıl önce patlak veren Çad iç savaşından arta kalan başıboş askerlerden oluşuyor. Bu milisler geçimlerini yağmadan çıkarıyorlar.

Birleşmiş Milletler’i, Amerikan Senatosunu ve birkaç Batı Avrupa ülkesi kamuoyunu meşgûl eden, Darfur’daki insanlık dramının nasıl tanımlanması gerektiği tartışmaları, 30 Temmuz’da BM Güvenlik Konseyinin iki çekimser oyla (Çin ve Pakistan) kabûl ettiği 1556 sayılı kararıyla şimdilik noktalandı. Bu kararda Sudan hükümetine, “Cancavid milislerinin silâhsızlandırılması, insan hakları ve uluslararası insancıl hukuk ihlâlleri işleyen veya işlemeye teşvik eden veya başka vahşetlerde bulunan Cancavid şefleri ve suç ortaklarının tutuklanması ve adalete sevk edilmesi konusundaki taahhütlerini yerine getirmesi” için otuz gün süre tanındı. Bu kararın ardından, Kofi Annan’ın özel temsilcisi Jan Pronk’la Sudan Dışişleri Bakanı Mustafa Osman İsmail 6 Ağustos’ta bir antlaşma imzaladı. Ondan bir gün önce Sudan hükümeti, olası bir uluslararası askerî müdaheleye karşı onbinlerce kişiyi Hartum sokaklarına döküp, böyle bir durumda Sudan’ın “ABD ve İngiltere için Afganistan ve İrak’tan sonra üçüncü bataklık” olacağı uyarısında bulunmayı ihmal etmemişti.

Antlaşma, hükümetin destekleyip, silâhlandırdığı Cancavid milislerinin yanında, Darfur bölgesinde ayaklanmayı örgütleyen Sudan Kurtuluş Ordusu (SLA) ve Adalet ve Eşitlik Hareketi’nin (JEM) de silâhları bırakmasını ve Sudan hükümetiyle görüşmelere başlamalarını öngörüyor. Bunun yanında, Sudan hükümetiyle SLA ve JEM arasında geçen 8 Nisan’da imzalanan ve hemen hemen hiç uygulanmayan ateşkes antlaşmasının ardından Darfur bölgesine yüz civarında gözlemci yollayan Afrika Birliği’nin, önümüzdeki günlerde, esas olarak Nijerya ve Ruanda askerlerinden oluşan iki bin civarında barış gücü askeri yollaması bekleniyor.

Bu antlaşmaların ardından, Sudan hükümeti Cancavid milislerini etkisizleştirmek için birkaç adım attı. Hattâ biraz aşırıya kaçıp, köylerini terk edenleri geri dönmeye zorlaması karşısında, bu kez Mülteciler Yüksek Komiserliği, mültecilerin evlerine dönüşünün ancak gönüllü olabileceği ilkesini Sudan hükümetine hatırlattı. Hartum’un Darfur’da asayişin sağlanması amacıyla Batı eyaletine yolladığı altı bin polis, yöre halkı tarafından ek bir huzursuzluk unsuru olarak algılanınca, bu kez yeni göçler başladı. Human Rights Watch’a göre, Sudan hükümeti Cancavid milislerini gezgin polis güçleri içinde yeni kurduğu “özel harekât” birliklerine katıyor. Bölge halkının “güvenlik güçleri” karşısında kendilerini daha da fazla güvensiz hissetmeleri bu durumda anlaşılır bir şey.

Bütün bunlara rağmen, BM gözlemcileri, bazı ABD STK’larının soykırım tabirini kullanmasını aşırı buluyorlar. Darfur’da isyancıların kendilerini soykırım mağduru olarak tanımadıklarını hatırlatıp, bunun yirmi yıldan beri Hartum hükümetinin güneyde uyguladığı, bölgeyi yaşanmaz hale getirip, boşaltma politikasının bir benzeri olduğunu belirtiyorlar. Arap-Siyah, Müslüman-Hıristiyan-animist, göçebe-yerleşik ihtilaflarının üst üste geldiği Sudan’da yaşanan aslında olmayan bir ulus-devlet tasarımının can çekişmesi. Sudanlı siyahlar, derileri daha açık olduğu için “kızıl” olarak tanımlanan Arap kökenlilerin yönetimin tüm kademelerinde çok daha az yer alabildiklerini, Sudan’ın zenginliklerine Arap kabilelerin el koyduğuna inanıyorlar. Bunun bir tevatür değil somut bir olgu olduğu, 2000 yılında Sudan cumhurbaşkanının talebi üzerine hazırlanan ve “Siyah Kitap” olarak bilinen bir raporla kanıtlandı.

Güney’deki ayrılıkçı Hıristiyan ve animist güçlerle, ABD’nin baskısı karşısında yirmi yıl süren kanlı “büyük savaş”a son verecek antlaşmanın Kenya’da imzalanma aşamasına gelinmesinin ardından, Sudan hükümeti hiçbir zaman gerçekten denetleyemediği Darfur bölgesindeki kabilelerin de benzer bir paylaşım talebinde bulunmasından çekiniyordu. Kenya’daki antlaşma, güneyin petrol gelirlerinden daha fazla pay alması ve merkezî ve yerel idarelerde daha fazla Güneyliye yer verilmesi hususlarını içeriyordu. Hartum’un zenginliklerine el koyduğuna inanan Batı ve Kuzey’dekilerin huzursuzluğu bunun ardından arttı.

2003 başlarında Darfur’da adını ilk kez duyuran Sudan Kurtuluş Ordusu’nun başında -Hasan Turabi’nin kurduğu İslâmi parti olan Halk Kongresi’ni 2001 yılında terk eden- Abdürrahman El Nur var. İktidardaki İslâmi partiyi terk ederek, iki yıl sonra Darfur’da ayaklanma başlatmasının esas nedeni 1985’te 27 Arap kabilesini Siyahlara karşı birleştirmek amacıyla kurulan “Arap ittifakı”nda yatıyor. Ayrılıkçı güney güçlerine karşı Arap milisleri oluşturmak ve onların korumasız Dinka kabilelerini yağmalamalarından beslenmelerine göz yumup arada bir tampon bölge yaratmak, Hartum hükümetinin başvurduğu bir yoldu.

Hartum hükümeti böylece, ta Osmanlı zamanından beri uygulanan yönteme bir kez daha başvuruyordu. 19. yüzyılda Osmanlı yönetiminde kolonizasyon politikasına başeğmeyen Siyahî kabileleri bastırmak için uygulanan yöntem, bölgedeki göçebe Müslüman Arap kabilelerini silâhlandırıp, milisler oluşturmak ve bunların Siyahî kabileleri yağmalamalarına, esir ticareti için çocuk, kadın ve sağlam genç erkekleri kaçırmalarına göz yummaktı. Bu yönteme daha sonra Britanya, 1915’de Darfur sultanlığını yıkmak için başvurdu. 1985’te güneydeki gerilla direnişini bastırmak için de Arap kabile milislerine Hartum’daki İslâmi hükümet yeşil ışık yaktı. 2003 başında boy gösteren Cancavid’ler bu kadim bastırma, yıldırma, kaçırma yönteminin yeni aktörleri.

Bütün bunlara rağmen, Darfur’da uzun yıllar kendilerini “Arap” olarak tanımlayan göçebe kabilelerle “Siyah” olarak tanımlanan kabileler arasında göreli bir barış ortam yaşandı. Gerginliğin tırmanması 1970’lerde yaşanan büyük kuraklıkla başladı. Hayvancılıkla uğraşan göçebe kabileler bereketli topraklara doğru uzanınca, o güne kadar geleneksel yöntemlerle çözülen göçebe-yerleşik ihtilafları birden büyüdü. Buna ilaveten, 1980’lerde Çad yönetimine karşı ayaklanan güçlerin kabiledaşlarının olduğu Darfur bölgesine yerleşmesi, ardından Libya’nın buraya İslamî Lejyonlar yollamasıyla Darfur bir silâh ambarına dönüştü. Her kabile kendi milisini kurdu. Yirmi yıl boyunca çatışmalar bugünkü gibi belirgin bir etnik içerik kazanmadılar. Çad hükümeti Furları askerî olarak desteklerken, Libya onlara karşı Zaghawalara yeterli silâh ve askeri destek sağladı. Hızla artan silâhlanma, o güne kadar çok kanlı olmayan çatışmaların boyutunu değiştirdi. 1998’de Massalit kabilesiyle bir Arap grubu arasında çıkan ihtilafın silâhlı çatışmaya dönüşmesinin ardından 5.000 kişi hayatını yitirdi, 100.000 kişi ise köylerini terk etmek zorunda kaldı.

Şubat 2003’te ortaya çıkan ve ilk başta ciddi bir güç gibi gözükmeyen Sudan Kurtuluş Ordu’sunun ardından ikinci bir örgüt de ayaklanmaya katılınca, bölgedeki Siyah Müslüman kabilelere yönelik bastırma, sindirme ve kaçırtma politikası tüm siyah kabileleri Cancavid milislerine karşı birleştirdi. Sudan ordusunun önemli bir bölümünün Darfur kökenli olması, Hartum hükümetini ordu dışı milis güçleri oluşturup, bunlar aracılığıyla bölgeyi temizleme politikasına yöneltti. Üstelik 1963’te köleliğin resmen yasaklanmasına rağmen, bu milisler yaygın biçimde zenci köylerine baskın düzenleyip, çocukları kaçırıp, bunları Sudan kentlerinde köle olarak satıyorlardı. Bugün Sudan’da onbinlerce çocuğun köle olarak Arap Müslüman ailelerinde çalıştırıldığı tahmin ediliyor. Hattâ köle çocukları kurtarmak için aracılık edip bedel ödeyen bazı uluslararası kuruluşlar, bu insanî müdahalelerinin köle ticaretini daha da canlandırmasından kaygı duyuyorlar. Kuzey’de fiyatı dokuz koyun veya yeterli mühimmatıyla bir G3 tüfeği olan köle erkek çocuğun serbest bırakılma fiyatının bu nedenle hızla artması mümkün.

Müslüman Cancavid milisleri siyahi Afrikalıların gerçek Müslüman olmadıklarını iddia edip, bastıkları yerleşim yerlerinde erkekleri öldürüp, kadınlara sistemli olarak tecavüz ederken, çocukları kaçırıyorlar. Giderken de evleri, camileri yakmayı, din adamlarını öldürmeyi ihmal etmiyorlar. Kaçabilenlerin eli silâh tutanları doğrudan Siyahî milislerin safına katılıyor. Sudan Kurtuluş Ordusu’nun lideri Muhammed El Nur’a göre, artık bütün Arap kabileleri Darfur’un zengin topraklarına yerleşmek için aralarında anlaşmış durumdalar. Hattâ bazı milis gruplarının zengin topraklar vaadiyle Orta Afrika, Nijer ve Kamerun’dan geldiklerini iddia ediyor. Bu durumda yaşanan belki bir soykırım değil ama gerçek bir etnik temizlik operasyonu. Bu kez dinî motiflerle değil, Zenci-Arap ayrımı türünden bir ırkçı çatışma görünümü kazanan ama göçebelerle yerleşikler arasındaki kadim çatışmalardan beslenen, özellikle Arap kabilelerinin köleci ve yağmacı geleneklerinin canlandırılmasıyla alevlenen bir insanlık dramı bu.

Bugün Hartum’da iktidarda olan İslâmi hükümetin isyancı siyah Afrikalı kabileleri büyük ölçüde bastırdığı, askerî güçlerini kırdığı söylenebilir. Belki bu nedenle hükümet artık antlaşma masasına oturmayı kabûllenmişe benziyor. Düzenli ordunun yanında, esas olarak bölgede terör yaratıp, yerli halkın kaçmasını sağlamak için silâhlandırdığı Müslüman Arap milislerine ihtiyacının kalmadığı, onları lağvetmeyi, bazı katliam ve vahşet sorumlularını tutuklayıp, yargılaması da bu nedenle artık mümkün. Uluslararası camianın müdahale tehdidinin etkili olmasından çok, istenenin büyük ölçüde elde edilmiş olmasının programlanmış vahşete şimdilik son verdiğini söylemek daha doğru. Güney’deki ayaklanmaya son verecek bir antlaşmanın eşiğindeyken, ülkenin başka yerlerinde benzer ayaklanmalara yol açılmaması için programlanmış, tasarlanmış bir vahşet politikası var ortada. Bunun hesabını kim soracak?

Doğu Timor’un Endonezya’nın askerî işgâlinden kurtulmasını, “Hıristiyan Batı’nın Müslüman bir devletten toprak koparması” olarak yorumlayıp, hayıflanan Müslümanlar, bugün Darfur’da Sudan İslâmi devletinin ve onun silâhlandırdığı Müslüman milislerin gerçekleştirdiği katliam, vahşet ve terör politikasına da ilgisiz kalıyorlar. “Bana Müslümanlar katliam yapıyor dedirtemezsiniz” diye düşünenlerin sessizliği kulaklarımızı tırmalıyor.

AHMET İNSEL