Otoritarizmin Sürekliliği

Otoritarizm, bir siyasal rejim biçimi, bir yönetim tarzı ve resmî ideolojinin omurgası olarak, Türkiye’nin modern tarihinde başat bir konum işgâl eder. Bu konumun izdüşümlerini, toplumsal tahayyülün otoriteye olan çekim ve tepme ilişkisinde buluruz. Türkiye’de siyasal iktidarlar, toplumsal tahayyülün otoriter figürle olan bu kadim ve karmaşık ilişkisinden beslenerek, otoriter siyasal geleneği canlı tutarlar.

Türkiye’nin modern tarihi, Cumhuriyet’in ilânından başlamaz. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılını da içine alır. Bu uzun dönem içinde, otoritarizmin gerek geç Osmanlı rejimi, gerek Cumhuriyet rejiminin içinde ortak izleri bulunduğunu, genellikle bütün siyaset bilimcileri ve tarihçiler kabul etmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. yüzyılın ilk yarısında başlayan reform girişimlerinin, doğal olarak otoriter olan siyasal rejimin bu yapısını değiştirmediği, genel olarak kabul edilir. Uzun bir zaman dilimine yayılan bu reform ivmesi, mutlakiyet rejiminin meşruti monarşiye doğru evrilmesini sağlarken, otorite simgelerinde ve otorite makâmlarında bazı değişiklikler gerçekleştirmiş, buna karşılık otoriter yapı sürekliliğini korumuştur.

Cumhuriyet döneminin özgün siyasal yapısı değerlendirilirken, rejimin sınırlı bir dönemde (tek-parti dönemi) otoriter olduğunu kabul etme eğilimi öne çıkar. Ülke içi gelişmeler (cumhuriyet inkılâplarının hayata geçirilmesi ve bunlara gösterilen tepkilere karşı tepki) ve dünya iktisadî-siyasal konjoktürü (1929 bunalımı, iki dünya savaşı arasında dünyada yükselen totaliter akımlar) otoriter dönemi yaratan belirleyici etmenler olarak ele alınır. Bu yaklaşıma göre, Mustafa Kemal önderliğinde, CHP kadrolarının yerleştirdikleri rejim ideolojik olarak değil, bir gereklilik olarak otoriterdir.[1] İdeolojik olarak otoriter olmadığı içindir ki, II. Dünya Savaşı sonrasında iç ve dış koşullar değiştiğinde, bu otoriter rejim çok partili rejime yumuşak bir geçişi mümkün kılmış ve “demokrasiyi yerleştirmiştir”. Bunun eksik bir demokrasi olduğu, sık sık kesintiye uğrayan bir demokratik rejim olduğunu belirtmekten geri kalmayan bu yaklaşımlar, “zorunluluk nedeniyle otoritarizm” modelinin otoriter yapıyı kaçınılmaz olarak geçici bir olgu olarak ele almayı empoze etmesi nedeniyle, son tahlilde, rejimin özünün demokratik olduğu sonucuna varırlar.[2] Cumhuriyet tarihi içinde rejimin gereklilik olarak ve belli bir süre için otoriter olduğunu kabul edenler, çok partili dönemin başladığı tarihten sonra, rejimin otoriterliğinin tarihe karıştığını, veya en azından egemen siyasal biçim olmaktan çıktığını, buna karşılık demokrasinin hazmedilmemiş olmasından kaynaklanan (örneğin Demokrat Parti’nin tutumu) gerginlik ve eksikliklerin yaşamaya devam ettiğini öne sürerler. Modernleşme süreci tamamlanmadığı için, geçmişten gelen otoriter kalıntıların etkisi devam etmektedir. Toplum, otoriter iradenin bahşettiği modernlik ve demokrasiyi, azgelişmişlik nedeniyle tam anlamıyla benimseyememiş, demokrasiyi siyasal ve toplumsal yaşamın aslî ilkesi konumuna getirememiştir. Dolayısıyla bu durumdan esas sorumlu olan toplumdur.

Bu yaklaşımlar, DP yönetimini 1960 darbesinin esas, hattâ yegâne sorumlusu olarak görür. Seçimleri beklemeden, anayasal düzeni silâh zoruyla değiştirenler değil, tek-parti otoritarizmiyle biçimlenmiş I. Cumhuriyet siyasal pratiklerinin ve 1924 Anayasası’nın tanıdığı yetkileri kullanan iktidar partisi sorumlu tutulur.

Bu ilk askerî darbeyi izleyen darbe ve müdahaleler, kullanım alanı daraltılan temel hak ve özgürlükler, demokratik ilkelerle bağdaşmayan kanun ve uygulamalar, bu yaklaşıma göre, rejimin otoriter yapısından değil, toplumdaki demokratik kültür eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Siyasal-hukuki sistemdeki demokrasi eksikliğinin esas nedeni, devlet yapısının genetik özellikleri ve egemen siyasal anlayışın yapısı değil, modernleşme-Batılılaşma projesine toplumun ayak uyduramamasıdır. Bu yorumu yapanlar, genellikle kendilerini demokrat olarak tanımlarlar ama özünde otoritarizmi meşrûlaştırma misyonunu isteyerek ya da bilmeden yerine getirmiş olurlar.

Türkiye’de tek-parti dönemi dışında yapısal bir otoritarizmin varlığını kabul etmemek, tepeden inmeci modernleştirme projesinin sürekliliğini meşrûlaştırma işlevini görür. Buna karşılık, modernleşme çatışması içinde, otoriter eğilimlerin, kendilerine rağmen ve zaman zaman ön plâna çıktıklarını da kabul ederek, kendi söyleminin en azından anti-demokratik olarak algılanmamasına dikkat eder.

Benzer bir tavrı, otoritarizmi iktisadî geri kalmışlık olgusuyla açıklayan kuramsal yaklaşımlarda buluruz. İktisadî geri kalmışlığın, siyasal alanda da geri bıraktırdığı varsayımından hareket ederek, geri kalmış ülkelerde, bir parti veya zümrenin geçici olarak yönetim tekelini elinde tuttuğu iddia edilir. Bu tekeli elinde tutan parti veya zümre, “demokratik ve uygarca bir düzene varmak için köprü olduklarını ilân ederler” (Tunaya, 1980). Dolayısıyla söz konusu parti, “vesayet partisi” ve bu partinin merkezinde bulunduğu siyasal rejim de, “vesayet rejimi” olarak tanımlanır (Weiker, 1973). Vesayet sisteminde tek-parti, paradoksal biçimde kendi sonunu kendisi hazırlar. Çünkü vesayet rejimi otoriterdir ama bu pragmatik bir otoritarizmdir. Otoritarizm, rejimin yapısından kaynaklanmaz, geri kalmışlığın dayattığı gerekliliklerin bir sonucudur. Bazı kuramcılar, bu durumun yönetimin kendine rağmen uyguladığı bir otoritarizme yolaçtığını kabul ederler. Duverger’ye göre, Türk tek-parti sistemi, “sahip olduğu tekelden dolayı daima rahatsızlık, hattâ utanç duyan”, “suçlu vicdanına sahip olan” bir özellik taşır (Duverger, 1967). Başka bir deyişle, rejim kendi iç dinamikleri gereği bile olsa, otoritarizminden rahatsızlık duyar ve otoritarizmden çıkışı hazırlar. Rejim, sonuç olarak, kendisi için otoriter değildir. Zorunluluk gereği otoriterdir.[3]

Cumhuriyet döneminde rejimin dört dörtlük olmasa bile, kendine özgü bir demokrasi olduğunu, hattâ bunun en ileri demokrasilerden bile daha mükemmel bir demokrasi olduğunu iddia eden yaklaşımlar da, elbette vardır. Bu tür yaklaşımlar, radikal bir anti-demokratik düşüncenin somut tezahürleri olarak ele alındığında, otoriter rejimin sürekliliğinin arkasında yatan fikir dünyasını aydınlatmak açısından anlamlıdırlar. Ama Türkiye’de otoriter siyasal-toplumsal tahayyülün süreklilik içindeki egemenliğini kavrayabilmek için, bu uç örnekler değil, “yumuşak” veya “utangaç” olarak tanımlanan otoriter görüş ve ondan türeyen siyasal ve toplumsal tasarruflar daha önemlidir.

OTORİTARİZM KAVRAMININ TANIMI VE SINIRLARI

Siyaset literatüründe otoritarizm, genellikle, tek-parti ve/veya faşizm, nasyonal sosyalizm gibi güçlü bütüncül ideolojilere dayanmayan, şahıs veya zümre diktatörlüklerinin varlığıyla beraber ele alınır. Bu yaklaşımlarda, siyasal kurumlaşma ön plana çıkarılır ve çok partili sistemin varlığı, otoritarizmin siyasal alanda yok olması veya etkisiz kalması anlamına gelir. Egemen norm, çok partili rejimin varlığıyla eşanlamlı olarak alınan demokrasi olduğu için, çok partili rejim içinde otoritarizmin (sadece otoriterliğin değil) yaşayabileceği olgusu dikkate alınmaz.

Çok partili rejimin varlığının otoritarizmi devredışı bırakmaya yeterli olduğu varsayımını güçlendiren en önemli etken, otoritarizm kavramını tanımlamaktaki zorluktur. Otokrasi, tiranlık ve otoritarizm kavramlarının geleneksel tanımları birbirine çok yakındır. Bu kavram karışıklığını aşmak için, ilk elde, otokrasi ve tiranlığın, egemen gücün doğasını, otoritarizmin ise rejimin doğasını ve bu rejimin yönetim biçimini tanımladığını belirtebiliriz ( Perlmutter, 1981).

Otokrasi, mutlak yönetim gücüyle donanmış tek bir kişinin, şahsi iktidarıdır. Bu rejimde, iktidarı sınırlayan yasal bir düzenleme ya yoktur ya da kağıt üzerinde kalmaya mahkûmdur. Otokratik rejimle büyük benzerlik gösteren tiranlık rejiminin önemli farkı, iktidarın şahsi olmamasıdır. Otoritarizm ise, kollektif bir diktatörlük, bir oligarşi veya bir askerî hükümet biçiminde tezahür edebilir. Modern öncesi otoriter rejimlerle modern otoriter rejimler arasındaki önemli bir fark, bu sonuncuların devletin göreli özerkliği ilkesinden güç almaları ve bu ilkeyi bir iktidar yöntemine dönüştürmeleridir. Bu çerçevede, modern otoritarizm, siyasal alan ve yaşamın devlet tarafından denetlenip biçimlendirildiği, aşırı merkeziyetçi ve hiyerarşik bir bürokratik yapının egemen olduğu bir siyasal rejimdir. Modern otoritarizm, devletin denetim alanı dışında kalan özerk siyasal, iktisadî, kültürel, toplumsal ve ideolojik örgütlerin varlığına tahammül edemez. İktidarının asabiyyesinde, bu kurumların ya devlet denetim alanı içine çekilmesi ya da varlıklarına son verilmesi amacı yatar. Bu her zaman ve her otoriter rejimde mükemmel biçimde gerçekleşebilen bir hedef değildir. Ama otoriter iktidarı canlı tutan, kendi kafasında ona iktidar olma meşrûiyetini veren bu asabiyyedir. Fiilen tam anlamıyla gerçekleşemese de, otoriter rejimin ideali, devlet merkezli bir toplumsal-siyasal-kültürel yaşamdır. Otoriter rejimler, genellikle, devletin özerkliği ilkesi ile devlet merkezli toplum ve siyaset ilkesi arasında var olan gerginlik üzerine inşa edilmişlerdir.

Otoritarizm kavramının modern siyaset literatüründe yaygın biçimde kullanılması, kalkınmacı yaklaşımın gelişme devresine denk düşer.[4] Kalkınmacı yaklaşımlar, otoritarizmi eksik katılım olarak tanımlayıp, bunu “eski rejimle” demokrasi arasında bir geçiş dönemi rejimi olarak ele alırlar. Siyaset literatüründe kullanılan Bonapartizm, Sezaro-Papizm, pretoryen rejim, aydın despotizmi, askerî diktatörlük gibi kavramların hepsini içine almaya başlayıp, sınırları belirsizleştikçe, otoritarizm kavramı çözümleme kabiliyetini de o oranda yitirir. Bu çözümleyici içerik yoksullaşmasını engellemek için, bu kavramı, salt baskıyla ayakta duran diktatörlükler gibi, siyasal hegemonyanın mutlak ve çıplak biçimde işlediği uç durumlardan ve tüm toplumsal yaşamı kapsayan, bütüncül, katı ve emredici bir ideolojinin iktidarını belirten totalitarizmden dikkatle ayırmak gerekir. Hannah Arendt, otoriter yönetimlerin aktif, gerçek veya farazi rakiplerine uyguladığı seçmeli baskıyla, totaliter yönetimlerin toplumun bütünü üzerinde ayırım gözetmeden uyguladıkları baskıyı ayırt etmenin önemine dikkati çeker (Arendt, 1968, 3. cilt). Otoritarizm, otoritenin aşırı ve keyfi kullanımı olarak ele alındığında, yöneten-yönetilen ilişkilerinde iknadan daha fazla ve daha düzenli biçimde güce dayanan iktidar kullanımlarını tanımlar (Hermet, 1985). Bu çerçevede, otoriter rejimlerin her zaman ve her yerde halkın onayından mahrum oldukları söylenemez.

Otoritarizmi, tek-parti ve çok partili siyasal sistem kutupları dışına çıkarak ele almak, ona daha özgün bir içerik vermek için gerekli ilk adımdır. Otoriter sistemleri, iktisadî parametrelerden değil de, her ülkenin kendi tarihi içindeki toplumsal-siyasal parametrelerden hareket ederek tanımlamaya çalışmak bunun ikinci adımıdır. Bu konuda en anlamlı çabaları, Latin Amerika’daki otoriter rejimler üzerine, 1960’lardan sonra yapılan çalışmalar oluşturur (O’Donnell, 1973; Linz, 1975; Malloy, 1977; Collier, 1979; 0’Donnell ve Schmitter; 1986; Munck, 1998). Bunların içinde, O’Donnell’ın önerdiği “bürokratik otoritarizm” kavramı, kalkınmakta olan ülkelere özgü otoriter yapıları kavramak için zengin bir perspektif sunmaktadır. Yalnız bu kavramın içeriği, Latin Amerika’nın sınıfsal yapısına ve modern tarihinin özelliklerine çok yakından tâbi olduğu için, bu coğrafi-tarihi alan dışında aynı kapsamla kullanılması zorlaşmaktadır.

Otoriter rejimleri, tek-partili toplumlarda toplumsal çatışmaların özelliklerini ele alarak incelemeyi öneren Huntington’a göre, modernleşme, tek bir toplumsal bölünme veya birbiri üzerine oturarak bir bütün oluşturan bölünmelerle gerçekleştiğinde, siyasal sistem tek-parti modelini benimser. Bu modelde tek-parti, galip grubun mağlup gruplar üzerindeki hegemonyasını düzenler ve meşrûlaştırır. Tek-parti, son derece çatışmalı bir durumun ürünüdür. Aynı zamanda tek-parti strateji ve söylemi, bu çatışmayı sürekli canlı tutarak, kendi meşrûiyetini yeniden üretir. Bu tür tek-parti sisteminde, her zaman bir düşmanın bulunması gereklidir (Huntington, 1970). Tek-parti dışlayıcı veya devrimci olabilir. Dışlayıcı sistemde, tek-parti toplumsal bölünmeyi bir veri olarak kabul edip, hattâ bunu pekiştirerek, karşıtlarının gücünü yok etmeye ya da etkisiz bırakmaya çalışır. Toplumsal bölünme konularının açık seçikliği ve bunların gerçek veya farazi olarak, modernleşmeci güçler ve modernleşme karşıtı güçler olarak ayrılması, Huntington’un yaklaşımını, son tahlilde, klâsik kalkınmacıların yaklaşımlarına (siyasal kalkınma kuramı) yaklaştırır. Daha önemlisi, Huntington’da da otoritarizmi tanımlamak için yeterli kıstas, siyasal parti rejimidir, yani çok partili yaşamın olmamasıdır.

Siyasal parti rejimlerinden ve kalkınmacı bir teleolojiden hareket etmeyen bir otoritarizm kavramı, iktidarın meşrûiyet sistemini ve toplumsal çatışmanın nasıl bir meşrûiyete sahip olduğunu dikkate almak zorundadır. Bu bağlamda otoritarizmi, siyasal merkezin gücünün, siyasal merkez kadar meşrû addedilen karşı güçlerle sınırlanmadığı; egemen siyasal otoritenin, toplum ötesi bir kerteye oturan dünyevi bir otoritenin kaynağından hareketle topluma müdahale etme yetkisini kullandığı; iktidarın şahsileşmediği sistemler olarak tanımlayabiliriz. Bu tanımdan hareket edince, tek-parti rejiminde sadece bir partinin değil, devlet veya devlet içindeki bir kurumun da siyasal merkez olabileceği görülür.

Yukarıdaki tanım, çok partili bir otoriter sistemin kavranmasını da mümkün kılar. Tek-parti rejiminde siyasal merkez, ya tek partidir, ya da tek-partiyi de içine alan, onu bir alt kuruluşu olarak kullanan devlettir. Çok partili otoriter sistemlerde ise, son kertede belirleyici olan siyasal merkez, partiler dışında yer alır ama günlük siyasetin içinde bulunmaktan geri kalmaz. Bu merkez genellikle bir devlet kurumudur.

Latin Amerika’da sık rastlanan bu durumu belirtmek için, “asker partileri” kavramı kullanılır (Rouquié, 1982). Ordunun içinde farklı menfaat gruplarının olduğu durumlarda, “asker partisi”nin kendisi de çoğulcu bir yapı arz edebilir. Perlmutter, otoriter rejimin merkezinde ordunun yer aldığı durumları belirtmek için, “pretoryen devlet” kavramını kullanır (Perlmutter, 1981, s. 128-135). Bu devlet biçiminde, siyasal rejimin kurumsallaşması bilinçli biçimde eksik bırakılmakta ve diğer siyasal, iktisadî ve toplumsal örgüt ve yapılara kıyasla ordu, çok yüksek bir kurumlaşma seviyesine sahip olmaktadır. Pretoryen rejimde, ordunun etkisi, askerî darbe, askerî rejim veya ulusal güvenlik politikasını belirleme tekeli biçiminde tezahür eder.

Modern askerî pretoryen rejimler, otokratik, oligarşik veya korporatist olabilirler. Otokratik askerî pretoryanizm, ordu içinden gelen bir şahsın, ordu destekli diktatörlüğüdür. Oligarşik pretoryanizmde ise, ordunun temsilcileri ve sivil siyasetçi veya bürokratlar yürütme gücünü paylaşırlar. Yürütmenin ve devletin başında, genellikle, ordudan ayrılmış bir şahsiyet bulunur. Böylece, rejimin sivil olduğu iddia edilir. Korporatist pretoryen rejimlerde ise, iktidar siviller ve askerler arasında paylaşılmıştır. Ordu, şahsi olarak değil, kurumsal olarak iktidara katılır. Bu katılım, yetki paylaşımı biçiminde olabileceği gibi, dışarıdan denetim veya yönetim biçiminde de gerçekleşebilir. Türkiye’de Milli Güvenlik Konseyi’nin konum ve işlevi, böyle bir yetki paylaşımı ve dışarıdan kurumsal yönetim biçiminin anlamlı bir örneğini oluşturmaktadır.

Ordunun merkezî bir konumda olmadığı toplumlarda, bu meşrûiyet tekelini ellerinde tutan bir “akiller heyeti” aynı işlevi görebilir. Bu heyet meşrûiyetini toplum dışı bir kerteden alır ve kendi üyelerini kendisi seçer (kooptasyon yöntemi).

Çok partili otoriter rejimlerde, genellikle, bir yanda kendi üyelerini kendinin seçtiği (atama), diğer yanda ise genel ve serbest seçimle seçilenlerden oluşan iki siyasal merkez vardır. Kooptasyon yöntemiyle atananların işgâl ettiği merkez, aslidir. Seçilenlerin içinde yer aldığı merkez ise, belli konularda yetkili olmakla beraber, iki güç merkezinin çeliştiği konularda, kurumsal olarak ikincildir. Genellikle devlet bürokrasisi ya da ordu, bu asli merkezi oluştururlar. Ama bu merkez, “pazar ekonomisi elitleri” ya da teknokrat elitler tarafından da işgâl edilebilir. Otoritarizmde, asli siyasal merkez denetleme yetkisini tekelinde tutar. Merkezin denetleyemediğinin, meşrûiyet dışına düşmekten başka çaresi yoktur. Siyasal merkez, denetlemekle yetinmez. Siyasal, kültürel ve gereğinde iktisadî konularda mutlak nâzım rolündedir. Bu nâzım role karşı çıkan her kişi, akım veya çevre, düşman olarak tanımlanır. Bu anlamda modern otoritarizm, bir aykırı oluşumun varlığının meşrûiyetinin dokunulmazlığını fiilen veya bilkuvve biçimde reddeden ve asabiyyesini böyle bir iç veya dış düşman tehlikesinden elde eden rejimleri tanımlar.

Dinin devlet nezdindeki konumu birçok durumda otoritarizmin somut varoluş biçimini belirler. Örneğin devletle kilisenin ayrıldığı modern Katolik ve Protestan dünyasında, otoritarizm Bonapartist biçimde tezahür edebilir. Kilise ile devletin ayrılmadığı ortodoks dünyasında ise, otoritarizm Sezaro-Papizm biçimini alır. Siyasal iktidarla donanmış papalığı (Papo-Caesaria) ve dini otoriteyi de tekeline alan laik kökenli hükümdarları (Caesaria-Papia), Protestan kilisesi lehine eleştirmek için, ilk defa 18. yüzyılda kullanılan bu kavram (Dagron, 1996), daha sonra Bizans iktidar tarzının devamcısı olan ortodoks dünyasını eleştirel biçimde belirtmek için kullanılmıştır. Günümüzde Sezaro-Papizm, kendini dini bir otorite olarak da gören “laik” hükümdarları ve buradan hareketle, başta dini ve siyasî olmak üzere, belli başlı tarihi-toplumsal otorite kaynaklarını bir parti, devlet veya şahısta toplayan, ama totaliter olmayan rejimleri tanımlar.

Bizans siyasal sisteminin, daha yumuşatılmış olmakla beraber, ana hatlarıyla devamcısı olan Osmanlı dünyasından devralınan miras, Türkiye’de Sezaro-Papizmin tarihi-toplumsal kaynağını oluşturur (Kazancıgil,1991). Türkiye Cumhuriyetinde Sezaro-Papizm, dini devlet bünyesi içinde tutup, onu yakından denetlemesiyle, kişi kültüyle (ama bu artık sadece kurucu Ata kültüdür) ve bundan daha önemlisi, devletin kutsallığı dogmasıyla yarı-dünyevi bir çehre kazanır. Kişi kültünün nesnesi olan simge dışında şahsileşmeyen, devlet kurumlarının devşirdikleri “devlet erkânının” gayrışahsi ve toplum denetimi dışında kalan ve zaman içinde süreklilik arzeden, sadece siyasal alanla sınırlı olmayan, genel bir müdahale meşrûiyeti olarak tezahür eder.

Türkiye Cumhuriyeti devleti tarihinde süreklilik arzeden otoritarizm, bir yandan bu Sezaro-papist geleneğin, diğer yandan ülkeyi, devleti ve tebaayı atadan miras bir mülk gibi algılayan Osmanlı patrimonyalizminin (İnalcık, 1992 ve 1998; İnsel, 1984), dünyevileşmiş ve belli evrimler geçirmiş bir uzantısıdır. Türkiye’de otoritarizm, Cumhuriyet tarihinin ilk yıllarından itibaren, asli siyasal merkezin, kendisine karşı oluşan tüm siyasal-toplumsal karşıtlıkların meşrûiyetini kâh “çağdaşlaşma” hedefine, kâh “devletin korunması” gereklerine binaen reddettiği; bu bağlamda toplumu, devleti etrafında kaynaşmış, imtiyazsız ve sınıfsız bir kütle olarak gören korporatist anlayıştan destek bulan (Parla, 1989), milliyetçilik söylemini tekeline alarak, toplumsal kimlikleri biçimlendirmeye çalışan bir ideolojinin yönetim biçimidir. Çok partili bir rejime olanak sağlaması, darbelerle kesintilere uğratmasına rağmen parlamenter sistemi kabul etmesi, otoriter iktidarın şahsileşmesine karşı güçlü bir savunma mekanizması olması, Türkiye’deki otoriter geleneğin özgün cepheleridir.

CUMHURİYET ÖNCESİNDEN DEVRALINAN OTORİTARİZM

Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyetine devrolan gelenekler içinde, “güçlü devlet geleneği” önemli bir yer işgâl eder. Osmanlı düzeninde, ahlâkla dinin bir tutulmasıyla, dini meşrûiyetle donanmış devletin düzeninin dünyanın gerçek ve olması gereken düzeni olduğu kabul edilir (Makdisi, 1978; Köker, 1996). Otorite ve iktidarın hanedanda birleşmesi ilkesi, III. Murad’ın saltanata gelmesini izleyen dönemde kurumsal gücünü adım adım yitirir ama simgesel gücü 20. yüzyıl başına kadar devam eder. Kurumsal güç kapıkullarına, ardından daha modern anlamda devlet bürokrasisine ve 19. yüzyıl sonlarına doğru, askerî bürokrasiye devrolur. Hanedanın esas işlevi, yaşam haklarını hanedandan alan kapıkullarının, kendileri için tek yaşam alanı olan devlet içinde, bir zümre olarak iktidarlarını meşrûlaştırmaktır. Toplumsal bir dayanakları olmadığı için, toplumun içindeki belli sınıflardan alamadıkları meşrûiyetlerini, sultanın meşrûiyetini araçlaştırarak elde ederler. Süreç, erken biçimde, devlet iktidarının giderek kişilerden soyutlanması ve sultanın da bir “üst kapıkulu” konumuna geçmesi yönünde işler. Kendisi için var olan devlet yapısı içinde, hanedan araçlaşır (İnsel, 1984). III. Selim ve daha belirgin olarak II. Mahmud dönemlerinde, siyasî iktidar kısa bir süre için sultanın şahsen eline geçse de, bunu izleyen dönemde, yeni bürokratik elit siyasî iktidarı geri dönmeyecek biçimde eline geçirir. “II. Mahmud’un ordunun güçlenmesini ve devletin merkezî denetiminin artmasını sağlayacağı için (istediği) modernleşme, sultan için çok karmaşık bir hedef haline geli(r) ve modernist, reformist yönetimi güçlendirmek için gerekli iktidar bürokrasiye devredilir” (Mardin, 1996, s.216). Sultanın suretinin sağladığı simgesel otoriteye dayanarak fiili iktidarı eline alan ve saldırganlık derecesinde kendine fazla güvenen bu devlet bürokrasisi (Bâb-ı Âli bürokratları), İslâm geleneğinin hükümdara yetki veren otorite ilkesini (vilâye) ve bundan hareket ederek, cemaatin lidere emanet olunması ilkesini kendi iktidarlarının meşrûiyet zemini haline getirirler. Yönetim egemenliği, “Babıâli diktatörleri” olarak tanımlanacak bu kadrolara geçer (Ortaylı, 1983). “Babıâli bürokratları” bu süreci adım adım gerçekleştirirken fazla zorlanmazlar, çünkü otoriteye itaat, Osmanlı İmparatorluğu’nda devlete itaat haline gelmiştir (Mardin, 1996, s. 336). Bütün bunlara karşı, tanzimat döneminde patrimonyal teokratik düzenden çıkış yönünde anlamlı adımlar atılır. Bunlar, somut olarak, kanunlaştırma hareketlerinde; egemenlik anlayışındaki gelişmelerde; dini otoritenin konumunun sekülerleştirilmesinde; islâmi meşveret ilkesinden Osmanlı milleti veya “ittihad-ı anasır” ilkesine geçişte; merkezî yönetime meclis sisteminin girmeye başlamasında; taşra yönetiminin idari, adli ve malî otoriteler arasında farklılaştırılması ve nahiye müdür ve yardımcılarının yerel halkın seçimiyle işbaşına gelmesinde görülür (Tanör, 1998, s. 100- 113)[5]

1908-1918 dönemi, Türkiye Cumhuriyetinin birçok kurumlarının temellerinin atıldığı, siyasal pratiklerinin biçimlendiği bir dölyatağıdır (Zürcher, 1987). II. Meşruiyet döneminde, sultanın yetkileri sınırlanmış, parlamenter rejim yolunda önemli adımlar atılmış, devletin örgütlenmesi modernleştirilmiştir. Ama aynı dönemde, fiilen tek parti yönetimine geçilmiş olması; bu parti içindeki oligarşik oluşuma ordu mensuplarının katılmasıyla, rejimin yarı-askerî bir nitelik kazanması; darbenin mümkün yegâne iktidar değişimi yöntemi haline gelmesi, daha sonraki sonuçları açısından, bir o kadar önemlidir. İttihat ve Terakki içinde 20. yüzyıl başlarında ortaya çıkan ayrılık, gelecek dönemin ideolojik kalıplarını döker. Fikrî önderliğini Ahmet Rıza’nın yaptığı kesim, “seçkinci-otoriter” tezleri savunup, “aydın despotluğunu” bir gereklilik olarak sunar. Halkın yönetime katılma hakkı, halkın eğitiminden sonra uygulanabilecek bir haktır. Bu aşamada, halkın tek hakkı, ayaklanarak, yönetimin ehil aydınlar zümresinin eline geçmesine aracı olmaktır. Halil Ganem, Meşveret’te “Elit, vasat kabiliyetlilerin kendisine hâkim olmasına müsaade ederse, o zaman, işte, acınacak bir duruma gelir. (...) Varolabilmek için elit’in istilâ edici ve fethedici olması elzemdir” derken, Ahmet Rıza da, yeni elit teorisinin hareket noktası olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun askerî bir devlet olmasını kabul eder. Bu bağlamda, ehil ve aydın bir zümre teşkil eden subaylar, siyasî liderliğin onlara teslim edilebileceği bir zümredir (Mardin, 1983, s. 155-159).[6] Prens Sabahattin’in fikri önderliğini yaptığı karşı akım ise, bu önerileri, “memur toplumu” ideali olarak eleştirmekte, aydın despotluğunun gerçekte “bürokrat despotluğu” olarak işleyeceğini vurgulamaktadır. Bu çatışmadan güçlü çıkan Ahmet Rıza ve çevresinin kurduğu “Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti”yle, 1906’da asker ve sivillerin kurduğu “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti”nin 1907’de birleşmesi, II. Meşrutiyetin ve onu izleyen Cumhuriyet rejiminin kurucu ve yönetici kadrolarının içinden yetişeceği bir ocak işlevi görür. İmparatorlukta muhalefetin tarihî ve sosyolojik nedenlerle pozitivizmi benimsemesi, onu izleyen dönemdeki muhalefet modelini de çok yakından belirler. Pozitivist ideolojinin tanımladığı toplum, siyaset ve yönetim anlayışı, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki muhalefetten Cumhuriyet yönetimine miras kalır. Böylece Cumhuriyet döneminin “kabul edilir” muhalefetini tanımlar.

Bazı önemli kopuşlara rağmen, büyük ölçüde İttihat ve Terakki döneminin devamcısı olan Cumhuriyeti kuran kadrolar, sultanın şahsından soyutlanan bir devlet kavramının kutsallığına doğru geçişin son hamlesini gerçekleştirirler. Saltanatın ilgası, hanedanın ve ardından halifenin ülke toprakları dışına çıkarılarak, halifeliğin Büyük Millet Meclisinin bünyesine aktarılması, bu evrimin son hamleleridir.[7] Ama otoritenin simgesel cephesinde ortaya çıkan boşluğu, Kurtuluş Savaşını başarmış Millet Meclisi’nin meşrûiyeti kısmen doldurur. Bunu, Cumhuriyetin ilânını izleyen yıllarda hemen başlayan, Mustafa Kemal’in şahsında cisimleşip, somutlaşan iktidar ve kişi kültü tamamlar. Mustafa Kemal’in kendisinin de oluşmasına bilinçli biçimde katkıda bulunduğu bu kişisel iktidar ve onun meşrûiyet dayanağı olarak kişi kültü, Osmanlı düzeninin evrilmesiyle, siyasal alanda üstün ve nihai karar merkezî olma ayrıcalığını tekellerine alan devlet bürokrasisinin otoriter meşrûiyetini mükemmelleştirdiği dönemdir.

Esas olarak millî mücadele arkadaşlarının tasfiye edilmesini meşrûlaştırmak için Mustafa Kemal’in 1927’de verdiği Nutuk, bir şahsın bünyesinde toplanmış siyasal meşrûiyetin ve “utangaç otoritarizm” sınırlarını kat be kat aşan bir siyasal tahayyülün veciz örneklerini sunar (Parla, 1991). Nutuk, siyasal otoritenin tek kaynağı olarak Mustafa Kemal etrafında oluşan kişi kültünün, kendisine rağmen değil, onun bilinçli katkılarıyla oluştuğunu gösterir.[8] Örneğin, kendisinin karar verip, tarafları “ikna ettiği” erken seçim kararından sonra yapılan 1923 milletvekili seçimlerinde, I. Meclis’te yer alan milletvekillerinin, özellikle İkinci grupta yer alanların hemen hepsinin tasfiye edilişini Nutuk’ta şöyle açıklar: “Yeni intihabata, malûm olan umdelerimizi ilân ederek dahil olduk. Noktai nazarlarımızı kabul edip mebus olmak isteyen zevat, evvelâ, umdeleri kabul ettiğini ve noktai nazarda müşterek olduğunu bana bildiriyordu. Namzetleri tesbit ve zamanında Fırkamız namına, ben, ilân edecektim. Bu tarzı iltizam etmiştim. Çünkü vukubulacak intihabatta, milleti iğfal ederek, muhtelif emellerle mebus olmaya çalışacakların çok olduğunu biliyordum. Memleketin her tarafında, beyanat ve irşadatım kemali samimiyet ve itimatla karşılandı. Bütün millet, ilân ettiğim umdeleri tamamen benimsedi ve umdeler ve hattâ şahsıma muhalefet göstereceklerin, milletçe mebusluğa intihabına imkân olmadığı anlaşıldı.” (Atatürk, 1982, s.728-729).

Mustafa Kemal’in kendisinin açık biçimde dile getirdiği bu siyasal yöntem ve değerlendirme, resmî ideoloji olarak bunu izleyen tarihlerde empoze edilecek olan Kemalizmin merkezini oluşturduğu iktidar sisteminin, “tek-şef, tek-parti, tek-parti meclisi” olarak tezahür edecek kurumsal siyaset anlayışını özetler. Bu siyaset anlayışı içinde çoğulculuğa ve katılımcılığa yer yoktur. Çoğulculuğun kuralı olan, ötekinin siyasal meşrûiyetini kabul etme ilkesi bu otoriter siyasal tavır için kabul edilemez. “Çünkü ‘ötekiler’in yalnız fikirleri yanlış değildir, niyetleri de kötü ve zararlıdır” (Parla, 1991, s. 169). Bu anlayış, Cumhuriyet tarihine egemen olacak olan ve günümüzde hükmünü sürdürmeye devam eden siyasal felsefenin ana kalıbıdır. Devletin aslî sahipliği konumunu kendilerine atfedenler için, gerçek siyasal muhalif, sadece bir siyasal rakip değil, niyeti kötü, devlet ve dolayısıyla toplum için zararlı ve tehlikeli olan, bu nedenle var olma meşrûiyeti olmayan, bünyeye aykırı unsurlardır. Bunlar dönemin gereklerine göre, “iç düşman” muamelesi görebilirler.

Osmanlı İmparatorluğu içinden evrilerek gelen, mutlak otoritenin gayrı şahsileşerek soyut devlet kurumuna devredilmesi süreci içinde, Mustafa Kemal’in Meclis Başkanlığı ve ardından cumhurbaşkanlığı dönemi son aşamadır. Mustafa Kemal’in ölümünden sonra, onun şahsında kesin biçimde dondurulan kişi kültü, cumhuriyet rejiminde otoritarizmin, kişisel iktidar olmaktan çıkıp, bütünüyle kurumsal bir içerik kazanmasını sağlar.[9] Bundan böyle, Kemalizm ve daha sonra Atatürkçülük, kudsiyet simgelerinin kimsenin şahsına mal edemeyeceği biçimde korunduğu, otoritenin taşıyıcısı olan kurumlara aidiyet ve tâbiyetin esas olduğu gayrı-şahsi bir otoritarizme evrilir. Simgesel veya gerçek anlamda bir şahsın cismiyle bütünleşen otoriteye tâbiyet olarak tanımlayabileceğimiz Eski Rejim (yani Osmanlı düzeninin son dönemi), Mustafa Kemal’in ölümünün ardından tarihe karışır. Mustafa Kemal’in şahsında, devredilmeyecek biçimde dondurulan ve siyasal otoritenin aslî meşrûiyet kaynağı işlevini giderek görecek olan kişi kültü, Mustafa Kemal sonrası Cumhuriyet tarihinde otoritarizmin kişisel diktatörlük biçimine dönüşmesini engelleyen en önemli etmenlerden birisidir. Hiç kimsenin şahsen yerini dolduramayacağı bir kurucu Ata’nın varlığı, hem otoriter tasavvurların beslendiği ve meşrûiyetlerini elde ettikleri aslî kaynak hem de otoriter iradelerin kişisel iktidarlara dönmesini engelleyen bir settir.

MUSTAFA KEMAL VE OTORİTARİZMİ

Mustafa Kemal ve etrafındaki kurucu kadro, Osmanlı düzeninin meşrûiyet sisteminin evrilişi içinde sadece sürekliliğe değil, aynı zamanda bir kopuşa tekabül ederler. Sezaro-Papist modelin özelliği olan, din ve devletin birliğine dayalı, bir ayağı dünyevi diğer ayağı ilâhi meşrûiyet, Kemalizmde simge değiştirir ama aynı yapıyı korur (Gellner, 1998, s. 119). Din ve devlet birliğinin yerini, ulus ve devlet birliği alır. Bu ikisinin harcı, laikçi milliyetçiliktir. Pozitivizmle aşkın bir içerik kazandırılan, devletle ulusun birliğinin harcı işlevi gören Kemalist milliyetçilik, aşkın konumu bağlamında da klâsik Osmanlı meşrûiyet sisteminin, reforme edilmiş bir izleyicisidir (Köker, 1996).

Çağdaşlaşma yolunda siyasal otoritarizm, din ve pozitivizm ilişkisi, daha önce belirttiğimiz gibi, cumhuriyetin ilk kuşak yöneticilerine rehber olan Aydınlanma Çağının ürettiği “aydın despotizmi”, anahtar kavramdır. Pozitivizm, cumhuriyetçi otoritarizme demokratik bir içerik vermek veya onu bu yönde zorlamak yerine, tersine, onun, demokratik uzlaşmaları anlamsız ödünler ve yönetimin etkinliği açısından ayakbağı olarak görmesini destekler (Tunçay, 1981, s.326). Pozitivizmin halkın onayı diye bir sorunu yoktur. Pozitivizm silâhıyla donanmış Kemalizm’in de kezâ. Kemalist kadronun esas kaygısı, otoriter iradeye karşı halkın direnmemesi ve görünüşte bile kalsa, biraz uyum göstermesidir.

Kemalizm konusunda yaygın kanı, otoritarizminin gereklilikler karşısında fiiliyata geçtiğidir. Bu konuda, Şeyh Sait isyanı, İzmir suikastı gibi olaylar, siyasal alandaki şiddetli otoriter girişimlerin ortaya çıkmasının ardındaki nedenler olarak sunulur. Halbuki 1924 yılını beklemeden, Mustafa Kemal’in kendisi ve yakın çevresi otoriter eğilimlerinin izlerini farklı olaylar vesilesiyle birçok kez ortaya koyarlar (Tunçay, 1981; Demirel, 1994). Ahmet Demirel’in I. Meclis’teki muhalefeti inceleyen çalışması, tek-parti yönetiminin geçici değil, kalıcı bir sistem olarak benimsendiğini göstermektedir. Örneğin Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na, 15 Nisan 1923’te, yani birinci Meclis’in toplandığı son gün bir ilâve yapılarak, saltanatın kaldırılmasına ilişkin 1-2 Kasım 1922’de alınan karara sözle ya da yazıyla muhalefet de vatana ihanet suçları içine alınır. Fiiliyatta bu, 1 Nisan 1923’te Mustafa Kemal’in ilân ettiği seçim beyannamesinde yer alan 9 Umde’ye karşı siyaset yapmanın büyük ölçüde meşrûiyet dışına çıkması anlamına gelir (Zürcher, 1987). I. ve II. Meclis’te Mustafa Kemal’in empoze etmek istediği reformlara karşı direniş veya ayak sürümenin esas nedeninin, bunların arkasından bir şahıs diktatörlüğü gelmesi kaygısı da vardır (Tunçay, 1981; Tanör, 1998). Kendi iradesine karşı gösterilen bu çekinge ve direniş, Mustafa Kemal’i daha hızlı biçimde, otoriter devlet anlayışını hayata geçirmeye sevk eder.

Mustafa Kemal’in kendisi, 1923’ten itibaren açık biçimde çok partili sistemi eleştirmekte, kuvvetler ayrımı ilkesini “bir meczubun kaleminden çıkmış hezeyanlar” olarak yorumlamaktadır. Teşkilâtı Esasiye’nin öngördüğü vilâyet ve nahiye şuralarının hayata geçirilmesi engellenir. Yerel yöneticilerin halk tarafından seçilmesi öneri ve girişimlerine şiddetle karşı çıkar. Halbuki Anadolu ve Rumeli Müdafai Hukuk Grubu’nun 1923 seçim bildirgesinde “vilâyet muhtariyeti” ve “Şûralar Kanunu” vaat edilmektedir (Tanör, 1998, s. 264-266). Sadece Mustafa Kemal değil, yakın çevresi de, çoğulculuk ve katılıma karşı şiddetli bir tepki duyarlar. Mustafa Kemal’in gayrı resmî sözcülerinden birisi olan Yunus Nadi’nin, muhalefet olgusu hakkında düşündükleri son derece açıktır. “Bizde muhalefet behemehal hıyanet ve ihanete tereddi eder. Her muhalefet fikrinde, hususiyle bu fikir taazzuv etmeye başlarsa, mutlaka bir hıyanet amiri farz edilmelidir. Bazen de hıyanet ve ihanet bizde muhalefetin teşekkülü sebebi olur” (Demirel, s. 605). Falih Rıfkı’ya göre, “demokrasi sadece Ankara’ya Bâbıâli’yi getirmeye” yolaçar. Bu konuda örnekleri çoğaltmak zor değildir.

Şeyh Sait isyanını bahane ederek, Mustafa Kemal’le beraber uygulamaya koydukları Takrir-i Sükûn kanunu, kendisi başlı başına otoritarizm felsefesinin tecessümü olan Hıyanet-i Vataniye Kanunu ve bunun daha sonra dinin siyasete âlet edilmesini engelleyici bir o kadar ağır hükümle değiştirilmesi, gerçek bir siyasal mahkeme olarak sıkıyönetim bölgeleri dışında da faaliyet göstermeye başlayan İstiklâl Mahkemeleri, onu izleyen baskı politikaları ve 1926’daki suikast girişimi bahane edilerek girişilen büyük temizlikle ilgili, İsmet İnönü’nün 1927’de, olaylar daha çok yakınken yaptığı değerlendirme, günümüze kadar devam eden otoritarizmin, olağanüstü durum yaratan fırsatçı pratiğini ele verir: “İki sene evvel karşısında bulunduğumuz hadisatın en mühimi Şeyh Sait isyanı ile tebarüz eden harekat-ı fiiliye değildi. Asıl tehlike: memleketin umumi hayatında hasıl olan teşevvuş ve tezebzüp idi” (Tunçay, s.138). Memleketteki “karışıklık” ve “kararsızlık” halini aşmanın gelenekselleşen yolu, olağanüstü durum yaratmaya uygun olaylardan yararlanmaktır. Bu karışıklık ve kararsızlık halinin sorumluları, İsmet İnönü’ye göre, “küçük ihtirasatı işlemeye alışmış mütereddi münevverler”dir (Tunçay, s.138). “Mütereddi”, yani soysuzlaşmış münevverler... Otoriter zihniyetin 1927’den günümüze aldığı mesafe, 1998 yılında Genelkurmay Başkanı’nın, “soysuzlaşmış münevverler” yerine “sözde aydınlar” tabirini kullanmasındaki incelikte yatmaktadır!

Bu çerçevede, Kürt sorunu, 1923’ten itibaren, otoriter devlet ve yönetim geleneğinin önemli bir taşıyıcısı olur. Kemalizm Kürt sorununu gericilikle mücadele kisvesi altında sürdürmeye itina eder. Böylece “devrimci meşrûiyetinin” zedelenmesini engeller ve Türk unsurlar arasından Kürt sorunu konusunda karşı bir tavır oluşmasını engeller. Bir yandan, rejime sadık Kürt şeyh ve ağalarını milletvekili tayin ederken, diğer taraftan Doğu Anadolu’da gericilikle mücadele adı altında Kürt elitlerinin gücünü yıkmaya yönelik askerî girişimlerde bulunur. Kemalizm Kürt sorununu araçlaştırır, olağanüstü durum ve bunun ardından fiilî durumları yaratmak için bu sorunu kullanır. (Beşikçi, 1978, s. 254-55)

1930’lar, millet-parti özdeşleşmesinin, devlet-parti özdeşleşmesi ve şef-parti özdeşleşmesiyle tamamlandığı, 20. yüzyıl Türkiye tarihinde otoritarizmin Altın Çağıdır. Bu dönemde “Kemalizmin otoriter bir demokrasi” olduğu (Bozkurt, 1940); “devlet(in), Atası etrafında toplanan millet” (Orhan Arsel) (Demirel, 1994, s.611) olarak tanımlandığı; “hükümetin parlamentoya karşı mesul olması ve parlamento tarafından murakabe edilmesi işi(nin) çok fırkalı memleketlerde devlet çalışmasını güçleştirdi(ği) (...), bu keşmekeş(in) milletlerin medeni ilerleyişinde maksada gidişte sürat isteyen bir devirde, idare ve siyasa birliğini bozucu ve hattâ köreltici fena tesirler yaptı(kları) (Peker, 1936, s. 19-20) vurgulanır.

CHF’nin 1931’de toplanan III. Kongresiyle biçimlenen “oybirlikli demokrasi” (Mete Tunçay, 1981), 1935’de IV. kongrede partinin devlete bütünüyle el koyması noktasına gelir. Ama bunu izleyen bir yıl içinde, kutsal devlet geleneğinin biçimlendirdiği otoriter gelenek, faşizan-totaliter eğilime üstün çıkarak, partinin görece özerk varlığına da katlanamayarak, partiyi devletin içinde özümler.

Buna rağmen, 1930’larda CHF’nin “totaliter eğilimleri” bazı siyasal tasarruflara dönüşmekten de geri kalmaz. Zürcher, Serbest Fırka deneyiminden sonra, “Mustafa Kemal ve yandaşlarının, (...) İttihat ve Terakki döneminden beri ayakta kalmış bağımsız toplumsal ve kültürel örgütleri yasaklayıp, ülkenin tüm kültürel ve düşünsel yaşamını doğrudan kendi denetimleri altına alarak, ülkedeki nüfuzlarını pekiştirdiklerini” belirtir (Zürcher, 1993, s. 262). Türk Ocakları’nın kapatılıp yerine, partinin yan teşkilatı olarak Halkevleri’nin açılması, kendine ne kadar yakın olursa olsun, siyasal merkezin ikinci bir iktidar odağını kendisi için bir tehdit olarak algılamasının anlamlı bir örneğidir (Üstel, 1997, s.403). 1931 yılında yürürlüğe giren Matbuat Kanunu, “memleketin umumi siyasetine dokunacak” yayımlar yapan gazete ve dergilerin icra vekilleri tarafından geçici olarak kapatılmasını sağlarken, kapatılan gazetenin sahip ve yazıişleri müdürlerinin de bu süre içinde yeni bir yayım faaliyetinde bulunmalarını yasaklar. Son bir iki muhalif yayın organı da kapatılır. Buna benzer bir hükmün, 1982 Anayasasında da yer alması anlamlıdır (Tanör, 1998, s. 318). 1909 tarihli Cemiyetler kanununda, 1923’te yapılan iki otoriter içerikli değişiklik yeterli bulunmayıp, 1938’de yeni çıkarılan kanunla dernek kurmak fiilen yasaklanır. Türk Kadınlar Birliği’nin, Türk Mason Locaları’nın kapatılması; Darülfûnunun kapatılıp, İstanbul Üniversitesi olarak açılması sırasında, öğretim kadrosunun üçte ikisini oluşturan, yüzün üzerindeki öğretim üyesinin üniversiteden atılmaları ve akademik ünvanlarının ellerinden alınmaları gibi gelişmeler, devletçiliğin sadece bir iktisat politikası ilkesi değil, yeni oluşan laiklik-milliyetçilik-cumhuriyetçilik teslisinin uygulanma ilkesi olduğunu gösterir (Aktar ve İnsel, 1987). Devletçilik felsefesi, otoritarizmin pratiğe geçerken aldığı haldir.

Kemalist cumhuriyetçilik/devletçilik, devlete sadece ekonomik kalkınma ile sınırlı bir rol tanımaz. Yeni devlete itaatın ve tebaanın devletin hizmetinde olması bilincini verecek yeni Türk yurttaşlığı bilinci ve kimliğinin oluşmasında, fikri ve kurumsal nazımlık yapmak görevini tekeline alır.

Otoriter cumhuriyet rejiminin kurucu ve yönlendirici ideolojisi olan Kemalizm/Atatürkçülük, katı bir siyasal ideolojidir. Taha Parla’ya göre bu ideoloji, “şefçi, paternalist, elitist ve vesayetçi (...) tek-partici (çok-partili dönemde bile özde çok-partililiğe karşı); otoriter, yer yer totaliter; para-militer, yer yer de doğrudan militarist”tir (Parla, 1992, s.322). Bütün bu kısmi özelliklerin toplamı, şiddetli bir demokrasi allerjisinin varlığına işaret eder.

MUSTAFA KEMAL SONRASI OTORİTARİZM

Millî Şef dönemi olarak tanımlanan 1938-1945 yılları arasında, otoritarizmin dozunun konjonktürel olarak arttığı, ama bunun, tek-partinin bünyesinden ziyade devlet otoritesi içinde yoğunlaştığı görülür. Ne var ki, Millî Şef dönemi otoritarizmi de “vesayetçi tek-parti” modeline bütünüyle uymamaktadır. CHP, II. Dünya Savaşının sonuna kadar, Milli Şef yönetimi ve tek-parti rejimini meşrûlaştıran tüm ideolojik açıklamaları topluma yaymaya gayret etmekten geri kalmaz. Milli Şef yönetimi ve tek-parti rejiminin geçici olduğu yönünde herhangi açık bir işarette bulunmaz (Koçak, 1996, c.II, s. 570). Bu dönemde de cumhurbaşkanlığı makamı, 1924 Anayasasının hukuki içeriğine aykırı biçimde, ama Cumhuriyetin kuruluşundaki otoritarizmin ruhuna uygun olarak, iktidarın merkezini oluşturur. Ne parti olarak CHP’nin, ne yasama organı olarak meclisin, cumhurbaşkanına karşı bir özerkliği vardır. CHP, yönetici değil yönetilen bir partidir. Egemenliğin kayıtsız şartsız onda olduğu ilân edilen Meclis, yönetimce kararlaştırılmış konuların meşrûlaştırılma yeridir. Atatürk dönemindeki tek-parti yönetimi ile İnönü dönemindeki tek-parti yönetimi arasında temel bir fark bulmak güçtür (Koçak, s. 580).

1946’da çok partili rejime geçişe izin verilmesi, dünya siyasal konjonktürünün değişmesi, Türkiye’nin Birleşmiş Milletlere üye olması gibi dış politika gelişmelerinin yanında, toplumda CHP yönetimine karşı oluşan geniş memnuniyetsizliğin de bir sonucudur. Bunda İsmet İnönü’nün öznel tavrının da payı olduğunu belirtmek gerekir. Ama ideolojik olarak savunmacı bir yapısı olan partinin bu muhalefeti göğüslemek için başvurduğu yöntem, eskisi gibidir. CHP, düşünce, vicdan ve örgütlenme gibi temel hak ve özgürlüklerin hayata geçirilmesine karşı direnmeyi sürdürmeye devam eder (Çavdar, 1995).

1950 seçimi, tek-parti yönetiminin beklemediği ama cumhurbaşkanının ağırlığını koyması nedeniyle, kabul etmekten başka çaresi kalmayan bir sonuçla bittiğinde, Türkiye’de otoritarizmin yeni dönemi başlar. Rejimin çok partili seçim sistemini benimseyebilmesi ve bunun sonuçlarını ilk elde kabul edebilmiş olması önemlidir. Cumhuriyet otoritarizminin totaliter yapılarla arasındaki farkın en anlamlı biçimde ifade edildiği olgulardan birisidir bu.

Bu yeni dönemde, çok partili rejimin iktidara getirdiği parti, otoriter geleneğin kurumlarını kendi lehine kullanmaya başlar. 1924 Anayasasında, parlamenter rejime özgü cepheler bulunmakla beraber, Mustafa Kemal ve çevresinin kuvvetler birliği yönündeki tercihleri ağırlıktadır. Buna bir şahıs diktatörlüğü görüntüsü vermemek ve bu yöndeki kaygıları yatıştırmak için, meclis üstünlüğü ilkesine dokunulmamıştır. DP’nin devraldığı anayasal çerçeve ve siyasal pratik, meclise ve hükümete egemen, disiplinli bir parti ile güçlü liderler ekseninde işleyen bir siyasal rejimdir (Tanör, 1998, s. 317).

Bir iktisadî ve siyasal liberalleşme programıyla iktidara gelen hükümet, iktisaden liberal bir devletçiliğin ötesine gitmezken, kısa zamanda siyasal liberalleşmeyi de askıya alır. Bunu yaparken, 1924 Anayasasının çoğunlukçu ve bütüncü içeriğini kullanır. Seçim sistemi de, çoğunluk partisine Meclis’te ezici bir üstünlük vermektedir. Bunun yanında, izlerini 1960’larda görmeye devam edeceğimiz, parti içi katı disiplin ve parti içinde dar bir liderler grubunun yarattığı oligarşi de etkendir (Bektaş, 1993). 1924 Anayasasında var olan meclis üstünlüğü, çoğunluk partisinin parti meclisinin üstünlüğüne götürür. Bu da, o partinin lider oligarşisinin kendini millî iradenin tek ve gerçek sözcüsü olarak görmesine yolaçar.

Üniversite mensuplarına siyasî faaliyette bulunma yasağıyla başlayan, 1950’de yürürlüğe giren Basın Kanunu’na bir yıl sonra yasaklar ve kısıtlamalar getirilmesiyle devam eden DP’nin siyasal özgürlükleri kısıtlama girişimleri, CHP mallarının müsaderesi, siyasî partilerin kapatılması, muhalefete oy veren seçim bölgelerinin cezalandırılması, parti faaliyetlerinin kısıtlanması, kamu görevlilerini re’sen emekliye sevk etme yetkisinin idareye tanınması gibi önlemlerle devam eder.

DP yönetiminin, otoriter geleneği sürdürürken, halk desteğini sağlamak için muhafazakâr temaları ön plana çıkarması, asker-sivil bürokrasinin iktidarını zayıflatacak girişimleri devreye sokması, otoriter gelenek içindeki kutuplaşmayı tırmandırır. Demokrat Parti, otoriter siyaset geleneğinin araçlarını kullanmaktan çekinmemesine rağmen, otoriter devlet yapısını sarsıcı bir işlev görür. Popülizm, DP siyaseti içinde ön plandadır. Popülizmi, geleneksel devlet otoritarizmi güçlerine karşı, bir toplumsal taban oluşturmak amacıyla, aktif biçimde kullanır. Buna tepkinin, askerî darbe biçiminde tezahür etmesi, Cumhuriyet rejiminin asli kurucu dinamiklerini açıkça ortaya koyar.

Darbenin hemen ardından Ankara’ya çağrılan beş üniversite hocasının yayımladıkları ve DP hükümetinin anayasaya aykırı davrandığını, bu nedenle meşrûluğunu yitirdiğini ilân eden ve darbeye hukuki bir meşrûiyet verme amacı güden bildiri, serbest seçimle gelmiş meclis egemenliğinin otoriter gelenek açısından bittiği sınırı gösterir. Anayasaya aykırı davranmanın esas gerekçesi, DP’nin kurdurduğu Meclis Tahkikat Komisyonudur. Kuruluş amacı itibariyle demokratik ilkelere uymayan bu komisyon, 1924 Anayasasına aykırı değildir. Çünkü 1924 Anayasası, anayasa yargısı gibi bir kurum getirmemiş, kanunları değiştirmek ve kanunlara aykırılığı öne sürülen tüzükleri değerlendirmek yetkisini Meclis’e vermiştir. Gerçekte ise bu yetki, kanunu önceden hazırlayan ve bunu denetleyen “Ulu Önder”de ve “Milli Şef”dedir. Meclis Tahkikat Komisyonu, kendi içinde İstiklâl mahkemeleri oluşturan ve bunları siyasal merkeze, hattâ bu merkezi şahsında temsil eden kişiye karşı muhalefetin yok edilmesi amacıyla işleten II. Meclis pratiğinden daha fazla anayasaya aykırı değildir. Buna karşılık, DP’nin kurdurduğu Tahkikat Komisyonu’nun amacı itibarıyle anti-demokratik olduğu, muhalefetin denetleme olanaklarını ortadan kaldırmayı amaçladığı ise açıktır. DP yönetimi, yürürlükteki anayasaya ve cumhuriyet devleti teammülerine aykırı davranmamış, tersine, kendinden önceki yönetimin otoriter geleneğini devam ettirmiştir. Çoğunlukçu ve bütüncü demokrasinin, yürürlükteki yasalara dokunmadan çoğunluk diktatörlüğüne dönüşmesi söz konusudur. DP yönetimi, kendisinden önceki anti-demokratik geleneği sürdürür. Darbe gündeme geldiğinde, anayasayı DP değil, cunta ilga eder.

Demokrat Parti yönetiminin, otoriter siyaset pratiklerini kısmen sürdürürken, halk desteği sağlamak için muhafazakâr temaları ön plana çıkarması, asker-sivil bürokrasının iktidarını zayıflatacak girişimleri devreye sokması, otoriter gelenek içindeki kutuplaşmayı hızlandıran birincil etmendir. 1924’ten 1950’ye kadar TBMM içindeki en güçlü sosyal grubu oluşturan asker kökenli milletvekilleri, 1950’de Meclis’in yüzde 3’üne düşerler. 26 yıllık CHP iktidarında, Milli Savunma Bakanlarının hepsi asker kökenliyken, DP hükümetlerinde Milli Savunma Bakanları, bir istisna dışında, sivil kökenlidir. Siyasal temsil açısından 1950’den sonra en büyük darbeyi “askerî sınıf” yemiştir. Bu andan itibaren, Türkiye’de ordu, özerk bir kutup olarak siyaset sahnesinde yer alacaktır. CHP aracılığıyla dolaylı biçimde temsil edilen askerî sınıf, artık kendisi için sınıf olma aşamasındadır.

27 Mayıs askerî darbesi, bir özlemden önce, bir tepkinin ifadesidir. Pazar ekonomisinin gelişmesi ve yeni toplumsal tabakaların güçlenmesiyle birlikte, devlet bürokrasisinin toplumsal hiyerarşideki üstün konumunu kaybetmesine karşı duyulan yarı bilinçli tepki, 1924 Anayasının çoğunluk diktatörlüğü üzerine kurulu mekanizmalarıyla otoriter siyaset geleneğini kendi lehine kullanmaya başlayan iktidar partisine karşı duyulan bilinçli tepkiyi pekiştirir. Başta Mustafa Kemal ve İsmet İnönü olmak üzere, Cumhuriyetin kurucu kadrosunun kökenleri gereği sahip oldukları askerî meşrûiyetten, 1950’lerin sivil kökenli yönetici kadroları mahrûmdurlar. Üstelik DP, geleneksel devlet bürokrasisine karşı, büyük çiftçilerin, yeni sanayicilerin, büyük tüccarların, dini-siyasal muhafazakâr çevrelerin desteğini almaktadır. DP, askerî-sivil bürokrasinin gözünde, inkilâplara karşı direnişin odaklandığı, bir tür “karşı-devrim” partisidir.

Bu tepkinin yanında, 27 Mayıs’ı gerçekleştiren güçlerin taşıdığı bir özlem de vardır: Cumhuriyeti kuran kuşağın, çağdaşlaşmanın örnek ülkeleri olarak benimsedikleri kıta Avrupa’sının iktisadî, toplumsal ve siyasal kurumlarını bir an önce Türkiye’de gerçekleştirmek. Bu özlem, otoriter devlet anlayışıyla özünde büyük bir çelişki arz etse de, DP’ye karşı gelişen tepki için, farklı bir paratoner işlevi görür. DP geleneğinin sözcüsü olduğu, “Türkiye’yi küçük Amerika yapmak” fikrine karşı, 27 Mayıs hareketinin “muassır medeniyet” örneği, özellikle Fransa’da yürürlükte olan merkeziyetçi, üniter demokrasi modelidir. Unutmamak gerekir ki, 1958’de biçimlenen V. Cumhuriyet Fransa’sını, bazı siyaset bilimciler, “cumhuriyetçi monarşi” olarak tanımlamakta tereddüt etmemektedir (Duverger, 1974).

Bu farklı tepkilerin varlığı, genç subayların organize ettiği darbenin sonuçlarının da çelişkili olmasına yolaçar. Başta İsmet İnönü olmak üzere, CHP yönetimi ve DP aleyhtarı aydınların bir kısmının çabalarıyla, askerî darbenin askerî bir rejime dönüşmemesi kısa zamanda sağlanır. O dönemde birçok Üçüncü Dünya ülkesinde boy veren, “milliyetçi ve anti-emperyalist” söylemli bir askerî cunta rejimi taraftarları tasfiye edilir veya etkisiz kılınır. Bunda, ulusal kurtuluş savaşını yürütmüş, cumhuriyeti kurmuş Meclis’in dokunulmaz bir meşrûiyeti olmasının da, önemli bir payı vardır. Meclis’i kaldırıp, yerine kalıcı bir askerî dikta rejimi kurmak, askerî otoritenin ideolojik meşrûiyet dayanaklarıyla çelişmektedir.

Temel hak ve özgürlükleri anayasa güvencesi altına alan, çok partili demokratik sistemi pekiştiren bir yeni anayasa hazırlanır. DP’nin popülist çoğunluk diktatörlüğü pratiklerine tepki olarak, yasamanın kendi içinde bir güç dengesi kurmak için, “akiller meclisi” konumunda bir Senato; yasamanın anayasal ilkeler açısından denetimi amacıyla bir üst mahkeme kurulur. Danıştay’ın, idarenin ve yürütmenin tasarruflarının yasallığını denetleme yetkisi genişletilir. 1961 Anayasasına, genel oya ve genel oydan çıkan organlara karşı bir güvensizlik egemendir. DP geleneğinin temsilcileri, bu yeni kurumsal yapılanmayı atanmışların seçilmişler üzerindeki denetimini güçlendiren, hürriyet aleyhtarı tasarruflar olarak yorumlarlar ve 1961-71 arasında Anayasa değişikliği talebini sürekli gündemde tutarlar. Ama talep ettikleri değişiklikler, icrayı güçlendirmek fikri altında, esas olarak, temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması yönündedir.

ORDU GÖLGESİNDE II. CUMHURİYET

1961 Anayasası, başlangıç bölümünde, Türk Silâhlı Kuvvetlerine yönetime müdahale yetkisi tanır. Bir askerî cuntanın iradesi ve eylemi ile milletin iradesi ve eylemini özdeşleştiren bir “fiksiyon” sayesinde, askerî darbelere ve darbe anayasalarına meşrûiyet kazandıracak emsal böylece siyasal yaşama sokulur (Parla, 1991a). Otoritarizmin önemli bir tezahürü olan sivil siyasete güvensizliğin ifadesi, 1962’de işlemeye başlayan, Milli Güvenlik Kurulu’dur. Yaratılan MGK, Bakanlar Kurulu’na eşdüzeyde bir konumdadır. Rejimin üst güvencesi konumunun ordunun tekeline verilmesiyle, TSK’nın elde ettiği yürütmeyi denetleme ve yönlendirme, yürütme ve yasama güçlerine müdahale yetkilerinin yasal zemini kurulur. Ordunun siyasal alanda kurumsal bir varlık kazanmasının önemli sonuçlarından birisi, askerî kanadın müdahalelerinin bundan böyle emir-komuta zincirine sıkı biçimde tâbi olmasının adım adım sağlanmasıdır. Bundan böyle otoritarizmin siyasal merkezî konumuna gelen ordu, kendi içinde iktidarın şahsileşmesi tehlikesini de, birkaç darbe girişimiyle birlikte bertaraf eder.

Mutlak sorumsuz ve sınırları her an tüm siyasal alanı kaplayacak biçimde geniş tutulmuş bir yetkiyle giderek donanan Türk Silahlı Kuvvetlerinin bu konuma gelmesinde, AP de aktif bir rol oynar. Otoriter geleneğin payandası işlevini gören AP yönetimi altında, TSK’nın, meşrûiyetini parlamentodan alan organların denetiminden çıkmasının önemli adımları, 1960-71 döneminde atılır. Bunu askerî yargının özerkleşmesi tamamlar. Bu adımlar, askerî bürokrasinin özerk bir yürütme ve yargı gücü olması yönündeki, 1971 ve 1973 Anayasa değişiklikleriyle, tamamlanır. Askerî yargıda Danıştay’ın devreden çıkması ve bunun yerini Askerî Yüksek İdare Mahkemesi’nin alması anlamlıdır. Danıştay’ın tasarruflarından AP de son derece şikayetçidir. Bunun yanında, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde askerî hakimlerin yer almasıyla yargı askerileştirilir.

1971’de yürürlüğe sokulan birinci “reform paketi”, üniversiteler, TRT, Yargıtay, Danıştay, Anayasa mahkemesi, siyasal partiler gibi birçok anayasal kuruluşun yapı ve işleyişinde otoriter değişiklikler getirir. AP’nin 1970 sonlarında gündeme getirdiği ikinci “anarşi paketi”, DGM’lerin yeniden kurulmasını, Olağanüstü Hal Yasası’nın çıkarılmasını ve Sıkıyönetim Yasası’nda öngörülen yetkilerin genişletilmesini içerir. Bu önlemleri, içine başka kurumları da katarak, 12 Eylül rejimi hayata geçirir. Temel hak ve özgürlükler rejiminde yapılan değişikliklerin ekseni, devlet otoritesinin kişiler ve toplum aleyhine büyütülmesi ve güçlendirilmesidir.

AP yönetiminin kaygısı, orduyu kullanarak icrayı güçlendirip, toplumsal muhalefetin sesini kısmaktır. Bu amaçla, AP yönetimi, asker ve sivil laikçi-devletçilerin baş düşman olarak gördükleri “irticai güçler” yerine, yeni bir baş düşman ikame etmeye girişir. Yaratılan yeni iç düşmanla, yani “komünizm tehlikesiyle” sivil yönetimin rahatlıkla başa çıkacağı, yeni askerî müdahaleler yapılmasına zemin hazırlayan “anarşi ve terör ortamı” doğmayacağı umulur (Cizre-Sakallıoğlu, 1993, s. 112). 12 Mart öncesinde, sürekli anayasa değişikliği talebini canlı tutan Demirel, devlet otoritesini kişi hak ve özgürlüklerinin sınırlandırılmasını hedefleyen 12 Mart ara rejiminin en büyük sivil destekçilerinden biri olur. Bu dönemde Kemalist kadroların sivil siyaset sahnesindeki temsilcisi olan CHP kökenli, Cumhuriyetçi Güven Partisi kadar, ara rejim tasarruflarını destekleyen bir siyasal tavır alır. Otoritarizm karşısındaki, kendisinin pragmatik olarak nitelendirdiği bu uyumlu yaklaşımı, Süleyman Demirel şöyle savunur: “Devleti otoriter devlet haline getirmek için dikta ve faşizm yollarına başvurmaya hacet yoktur. Hukuk devletini kendini koruyacak güçle teçhiz etmek ve yürütebilmek lâzımdır.” (a.g.e.) Otoriter bir hukuk devleti, Demirel’in temsilciliğini yaptığı taşra esnafı, sermayedar ve özel girişimci kesimler için bir siyasî idealdir. Ne var ki, uzun dönemde askeri siyasetten safdışı bırakmak için, TSK ile omuz omuza verip, otoriter iradenin kurumsal konumunu kısa vâdede güçlendirmeye dayalı “pragmatik” siyasetin sonuçları beklendiği gibi olmaz.

DP-AP geleneğinin içinde de bir otoriter eğilim vardır. Bu eğilim, muhalefeti “teşkilatlanmış bir fesadın tezahürü” olarak görür. Örneğin Demirel’e göre, “Türkiye’de tedirginlik olduğu kadar, tedirginlik yapma, yaratma çabaları vardır... Bütün bunların hülasası, Türkiye idare edilemez hale geldi dedirtmektir” (a.g.e). Bu, bir ölçüde doğru bir tesbittir. Ama tedirginlik yaratma çabalarının yuvaları, 1990 sonlarında bariz biçimde ortaya çıkacağı gibi, toplumda değil, daha çok devletin içinde ve çevresinde barınmaktadır. AP’ye göre ise, çare “kuvvetler ayrılığı prensibinin devleti üçe böldüğü” manasına gelen, “icrayı yetkisiz kılan” duruma son verecek anayasa değişikliklerinin yapılmasıdır. Otoriter geleneğin, kuvvetler ayrılığı ilkesine karşı duyduğu şiddetli tepki, farklı nedenlerle, DP-AP geleneği içinde de egemendir.

12 Mart ara rejiminin tasarruflarıyla, otoriter popülizmin temsilcisi Demirel’in arasında, en azından söylem ve uygulama bütünlüğü vardır. 12 Eylül askerî darbesinden birkaç ay önce, 12 Ocak 1980’de yayımlanan MGK bildirisinde, Demirel’in isteğiyle, “bütün anayasal kuruluşların ve vatandaşların, Cumhuriyet ve Atatürk ilkeleri doğrultusunda devletin yanında yer almaları zorunluluğu” ifade edilir. 12 Mart felsefesinin doğrudan bir uzantısıdır bu. Taktik nedenlerle vurgusu biraz abartılmış bile olsa, geçmişteki benzer tavırlardan bir kopuş anlamına gelmez. Belki Demirel, askerî darbe tehdidini savuşturmak için, TSK dahil, tüm kuruluşları durumdan sorumlu kılmaya çalışmaktadır. Ama aynı zamanda, bütün vatandaşların ve tüm kurum ve kuruluşların, devletin resmî ideolojisi doğrultusunda, devletin yanında yer almaları zorunluluğu fikrini, yeniden meşrûlaştırmaktadır. Böyle bir fikir, otoritarizmi üst sınırına, totaliter rejimin bütüncül pratiklerine yaklaştırır.

MGK, AP’nin de katkılarıyla, 1980 darbesi öncesinde, 1960 darbesini yapanların tasavvur sınırlarını aşan bir iktidar mevki haline gelir. Burada, MHP ve MSP’nin katkılarını saymaya gerek yoktur. Her iki parti de, genetik olarak otoriterdirler. Komünizm umacısının siyasal planda araçlaştırılması yoluyla, asli siyasal otorite nezdinde meşrûiyet elde etme stratejisi uygulamaktadırlar.

MGK, 1971’de, bir danışma kurulu olmaktan çıkıp, “tavsiye edici” kararlarını Bakanlar Kuruluna bildiren bir otorite haline dönüşür. Askerî iradenin, sorumsuz yetkili otoriter konumunu pekiştirmesindeki bir sonraki önemli adım, 12 Eylül askerî cuntasının son şeklini verdiği 1982 anayasasında, “tavsiye” sözcüğünün yerine, aldığı kararların “öncelikle dikkate alınacağı” hükmünün yer almasıdır. “Kuvvet temsilcilerinin (...) yardımcılık etmek üzere (...) temel görüşleri (Bakanlar Kuruluna) bildirdiği” MGK’dan, “Kuvvet Komutanlarının (...) gerekli temel görüşleri (Bakanlar Kuruluna) tavsiye ettiği” ara aşamadan geçip, 1982’deki konumunu alır. MGK artık, askerî ve sivil yürütme güçlerinin koordinasyon komitesi değil, askerî yürütme gücünün sivil yürütmeye karar empoze ettiği bir iç hükümettir.

1960 sonrası parti yapılaşmaları da, otoriter pratiklerin, sadece devlet ve iktidar içinde değil, tüm siyasal alan içinde egemen olduğunu gösterir. Esas olarak, Türkiye İşçi Partisi dışında, diğer partiler, kitle partisi değil, “komite partisi”dirler. Burada esas model, CHP’dir. Bektaş, CHP 1981’de kapatılıncaya kadar kurulan bütün partilerin, kendilerini CHP ile uyum sağlamak zorunda hissettiklerine işaret eder (Bektaş, 1993, s. 41). CHP, devletin çıkardığı parti, bir devlet partisi olarak, Türkiye siyasal parti geleneğini temsil eder. Kendi bünyesinden çıkan partilerin olduğu gibi, onun dışında oluşan diğer partilerin örgüt yapıları ve iç düzenlemeleri de, CHP’ninkine benzer. Bunu güçlendiren ikinci etken, 1965 Siyasî Partiler Kanununun, partilere tek tip örgüt yapısı empoze etmesidir. Bu tek tip yapının esas modeli ise, CHP’dir. Parti içi demokrasiyi sınırlayan bir dizi önlem, zaten kadro partisi olan partilerin geçmişten devraldıkları lider otoritarizmini güçlendirir. 1961-80 döneminde kendi bünyesinden en fazla üye ihraç eden partinin AP oluşu, otoriter siyaset pratiğinin bir kesime özgü olmadığını gösterir. Üstelik, CHP 1970’lerde kitle partisi olma yolunda ciddi adımlar atar, genel başkanını (hem de İsmet İnönü’yü) Kurultay’da devirerek, parti içi demokrasiye doğru yönelirken, AP gerçek bir eşraf kadro partisi yapı ve kimliğine sıkı sıkı sarılır. Bu değişime ayak uydurmaz.

Kendi içinde demokrasi yaratma konusunda özürlü olan siyasal partilerin, siyasal rejim içinde otoriter eğilimleri zayıflatıcı bir işlev görebilmeleri mümkün değildir.

ORDU YÖNETİMİNDE OTORİTER III. CUMHURİYET

12 Eylül rejimi, 1961’den daha açık biçimde, siyasî iktidarın yanında, bir de devlet iktidarı yaratır ve bunu kurumlaştırır. Yürütme MGK denetimi altına girer ve siyasal, yargısal denetimden bağımsızlaşır (Duran, 1988). Kağıt üzerinde, kişisel iktidara uygun bir sistem getirilir. Aslında, Mustafa Kemal sonrası Kemalist geleneğe uygun olarak, bunun kişisel biçimde değil, bir kastın iktidarı olarak uygulanmasına dikkat edilir. 1990 sonrası gelişmelerin gösterdiği gibi, ortaya MGK hükümetleri olarak tanımlayabileceğimiz bir yönetim biçimi çıkar. Toplumdaki gelişmeler, otoriter iradenin arzuladığı davranış kalıplarına aykırı düştüğü zaman; özellikle toplumun bazı kesimleri, kendileri için biçilen kimliği benimsemekte direnince, resmî söylemin tabu konularının alanı genişler ve müdahalenin dozu artar.

1982 Anayasası, temel hak ve özgürlüklerin, kural olarak serbestliği değil, sınırlılığı esasını kabul eder. Otoriter iradenin iktidar mevkii olan Türkiye Cumhuriyeti devleti, yeni anayasasına göre, insan haklarına doğrudan dayanmaz. Devlet, temel hak ve özgürlüklere, “toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde belirli koşullarda” saygılı olduğunu ilân eder. Anayasal bir otoritarizmin tüm öğeleri, 1980 sonrasında yerlerine konur. Toplum içindeki çalkantıların yarattığı fırsatlardan ustaca yararlanan otoriter irade, özgürlüklerin daraltılması yönünde sürekli bir baskı unsuru olarak çalışır. Artık MGK resmî bir “iç hükümet” olarak faaliyet gösterecektir. MGK kaynaklı karar ve faaliyetler, sadece “terör, bölücülük ve irtica ile mücadele” ile değil (ki bunların üçü başlı başına çok geniş bir müdahale alanıdır), ekonomi, bilim, sanat, öğretim, dış politika, insan hakları, resmî kutlama programları gibi yaşamın tüm alanlarını kapsar hale gelirler (Tanör, 1998a).

Bu yeni bir süreç değildir. Cumhuriyetin kuruluşundan beri bir “alt-akıntı ya da fiili durum olarak süregelen güçlü yürütme ve güçlü devlet dinamiği, önce 1961’de parti-hükümeti karşısında güçlü askerî bürokrasi biçiminde, sonra 1982’de, hem parti-hükümeti karşısında daha güçlü bir askerî bürokrasi hem de yasama-yürütme-yargı karşısında güçlü ve denetimsiz bir Cumhurbaşkanı biçiminde kanunilik kazanmıştır” (Parla, 1991a, s.134).

Cumhuriyet dönemi boyunca, özgürlükler yukarıdan geldikleri zaman meşrû addedildikleri için, bunların sınırlanmaları da aynı çevrelerce olağan ve meşrû olarak görülegelir. Özgürlükleri sınırlamayı meşrû kılmak için kullanılan yöntem, Cumhuriyet tarihi içinde aynıdır: devletin tanımladığı siyasal-toplumsal kimliğe aykırı düşen taleplere “iç düşman” damgası vurarak, bunların varlığının devletin bekâsını tehdit ettiğini iddia etmek ve yaratılan olağanüstü durumu bahane ederek, devletin topluma müdahale etmesinin dozunu arttırmak.

Otoritarizmin esas besin kaynağı, büyük ölçüde çıkışında kendi tasarruflarının rol oynadığı “olağanüstü hal” ortamıdır. Çünkü kendi tasavvurlarına karşı muhalefeti, devlete karşı muhalefet olarak tanımlamak, bunu da devletin bekâsına karşı gerçekleştirilen bir girişim olarak sunup, her türlü “aykırı” düşünce ve davranışı ezip, yok etmek yetkisini kullanabilmesi için, “aykırı”nın veya “öteki”nin varlığının had safhada dramatize edilmesi gerekmektedir. Otoriter bakış, iktidar-muhalefet ilişkisini sürekli “vatanseverler-vatan hainleri” ilişkisi olarak algılar ve bunu abartarak , böyle sunar. Türkiye’de bu algılama tarzı, 20. yüzyıl başlarından beri, sadece otoritarizmin askerî kanadına özgü değildir. Geniş bir sivil kesim de bunu paylaşır. Devletin ülkesini kaybetmesi psikozunun yarattığı gerçek bir sendrom, askerî ve sivil kesimlerin tahayyül dünyalarına hakimdir.

Bu sendromun somut tezahürleri, Kürt sorunu konusunda aykırı bulunan her türlü düşünce, tavır ve hattâ renk kompozisyonuna karşı kendini belli eder. Bu kadim psikozun yarattığı ruh hali içinde, kimi zaman irrasyonel davranışlar da sergilenir. Kürt sorunu, Türkiye’deki otoritarizmin boyutları ve kökleri konusunda, 1990’lar Türkiye’si için bir turnosol kağıdı işlevi görür. Örneğin DEP’in kapatılma davasında DGM savcısı, bir siyasal partinin kapatılmasına neden olacak suçlar listesine, “siyasal eylem suçunu” da ilâve eder. Aslında “siyasal eylem suçu”, o tarihe kadar bu biçimde ifade edilmemiş de olsa, Cumhuriyet tarihinin her döneminde varlığını sürdürmüştür. Bir siyasal partinin siyasal eylemde bulunmasının suç olarak tanımlanabilmesi, otoriter iradenin siyaseti tanımlama biçimini ve siyasal alana tanıdığı meşrûiyetin dar sınırlarını gösterir. Bunun yanında, dokunulmazlıkları kaldırılan DEP milletvekillerinin meclis sınırları içinde polis güçleri tarafından tutuklanması, iç devletin Meclis’e verdiği, Meclis çoğunluğunun da bunu seve seve kabullendiği bir gözdağıdır.

Ocak 1997’de yayımlanan bir yönetmelikle çalışmaya başlayan ve yönetimini MGK genel sekreterinin yürüttüğü Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi yönetmeliğinde, bu Merkez’in tüm idareye el koymasına kadar gidebilecek kriz halleri içinde, “devletin hedef ve menfaatlerine yönelik hasmane davranışlar” da yer almaktadır. Devletin tesbit ettiği doğrulara karşı tavır alan her türlü “aykırı” davranışı (fiziki ve düşünsel) “devlete karşı hasmane davranışlar” olarak tanımlama yetkisini elinde tutan otoriter iradenin, olağanüstü durumu sürekli üretebilmesinin yasal çerçevesi böylece güçlendirilir. Kendi iradesiyle güdük ve parçalı bölüklü hale getirilen siyasal alanın biçareliği, iç devlet gücünün siyaseti yönlendirmesine meşrûiyet kazandırır.

28 Şubat müdahalesi, bunun doruk noktasıdır. MGK temsilcilerinin devlet bürokrasisine sivil kuruluşların üst yönetimlerine brifing vermeleri, bu ortamda olağanlaşır. Otoritarizmin sivil toplumun tahayyül dünyasında işgâl ettiği egemen gücün en anlamlı işareti, başta meslek kuruluşları ve sendikalar olmak üzere, sivil toplum örgütlerinin önemli bir kesiminin brifing almak için kuyruğa girmesidir. Brifing talep etmek, devlet otoritesini temsil eden güce biat etmenin simgesi işlevini görür. Ortada askerî birifingli bir sivil toplum vardır. Otoriteye tabiyet refleksleri son derece gelişmiş bu sivil toplum katmanlarının, otoritarizme karşı etkili bir karşı cephe oluşturması elbette beklenemez.

Resmî ideolojinin biçimlendirdiği otoriter tahayyül dünyası içinde yetişmiş devlet dışı kadrolar da, devletin sahipliğini kendilerine atfetmiş kadrolarla özünde aynı refleksleri taşırlar. Ama devletdışı siyasal temsilciler, otoriter iradenin merkezinde yer alıp, aslî karar sahibi olamazlar. Sorumsuz yetkili konumunu tekelinde tutan iç devlet gücünün tersine, bunlar sorumlu ama kısmi yetkilidirler.

Anayasadaki ifadelerin somut uygulaması, egemenliğin kayıtsız şartsız devlette olduğuna işaret eder. 1997 yılında, bir üst düzey askerî yetkilinin ifade ettiği gibi, “Cumhuriyet, devletle Türk milleti arasında akdedilmiş bir sözleşmenin ürünü” olarak tanımlanır. Bu tanım, ilk elde, devletin toplumdan bağımsız bir özne olduğunu kabul eder. Devlet, simgesel bile olsa, toplumla sözleşme yapabilecek bir öznedir. Daha doğrusu, devletin sahipleri bu özneyi oluştururlar. Ama toplumla aynı düzeyde yer alan bir özne de değildir. 1982 Anayasasının başlangıç bölümü, “Türk Cumhuriyeti’nin varoluş nedeninin (...) Türk Devleti’nin kutsallığına dayan(dığını)” hatırlatır. Bu durumda, kutsalı bünyesinde bulunduran devlet karşısında toplumun aynı donanımda olması, devletle toplumun eşitler olarak sözleşme yapmaları benzetmesi, bütünüyle boşlukta kalmaya mahkûmdur. Millete tanımını ve ruhunu veren mercii devlet olduğu için, egemenliğin kayıtsız şartsız millî devlette olduğunu söylemek daha doğrudur.[10]

MGK Genel Sekreterliğinin 1 no’lu yayını olan, Devletin Kavram ve Kapsamı adlı kitapta, “bütün milletin, kendi tarihinden; bilimsel, akılcı ve gerçekçi yöntemlerle tespit edilen devletin varoluş nedenini bilmesi ve bunun bilincinde olması(nın) şart olduğu” belirtilir (MGK, 1990). Bu varoluş nedenini bilen ve bunun bilincinde olan millet, kaçınılmaz olarak “bir” olacaktır. Otoriter cumhuriyet felsefesinde sadece devletin örgütsel yapısı değil, milleti oluşturan unsurlar, yani “yurttaşlar” da üniterdirler. Bu “üniter yurttaşlık” kimliğinin dışına çıkıldığı anda, vatan hainliğinin topraklarına adım atılır. Üniter yurttaşlık kimliği, hiçbir somut yurttaşın kendini somutta tanımlayamayacağı bir soyutluk düzeyine yerleştiği için, devletin meşrûiyet dayanağının bu “üniter yurttaş” kimliğine dayandırılmasında sakınca yoktur. Çünkü ulusal kimlik, somut yurttaşların değil, devletin tanım tekelindedir.

Devlet, toplum adına, “millî yarar”ın tanımlanması tekelini kendi elinde kıskançlıkla tuttuğu gibi, bu yarara aykırı gördüğü her şeyi bastırmak yetkisini de, hiçbir denetime tâbi olmadan kullanır. MGK’nın tayin ettiği uzmanlar ve koalisyon hükümetinin temsilcilerinin elbirliğiyle, 1998 yılında hazırladıkları Ceza Kanunu reformu tasarısı, “millete, devlete ve kamusal barışa karşı suçları” otoriter-muhafazakâr biçimde tanımlayarak, “millî yarara karşı suçlar” başlığı altında, devlet ideolojisinin suç olarak görebileceği her türlü aykırı eylem ve düşünceyi cezalandırma kapısı açar (Kardaş, 1998). Demokratikleşme adına yapılan böyle bir reform girişiminden çıkan bu sonuca bakarak, otoritarizmin bugünün Türkiye’sindeki yaygınlığını ve sarsılmaz sağlamlığını ölçmek zor değildir.

PRETORYEN OTORİTARİZMİ VE PRETORYEN CUMHURİYETİ

Modern siyaset sosyolojisi literatüründe, pretoryen kavramının kullanımı 1960’ların başından itibaren yoğunlaşır. Maurice Duverger, Fransa’da, Cezayir’in bağımsızlığının tanınmasının eli kulağında olduğu, yeni V. Cumhuriyet’in kurumlarının daha oturmadığı, De Gaulle’e karşı askerî darbe beklendiği dönemde, bu kavramı darbeci subayları tanımlamak için önerir (Duverger, 1961). Duverger’nin tanımına göre, “pretoryen diktatörlük”, darbeyi yapan güçlerin kaygılarına cevap veren, “teknik bir diktatörlüktür”. Halkın beklentilerini iktidarı ele geçirme yolunda araçlaştırmaz ya da araçlaştıramaz. Ortak çıkarları, ülkenin yüksek menfaatlerini ve devletin kutsallığını korumak için harekete geçtiklerine inansalar; kendilerini samimiyetle bu değerleri özümsemiş insanlar olarak görseler; veya prestij, güç ve iktidar hırslarını tatmin etmek için hükümetin yerini alsalar ya da hükümetin üstünde yer alarak hükmetseler de, “pretoryen diktatörlüğü, ulusun onlara verdiği silâh ve güç kullanma ayrıcalığını, kendi grup amaçlarını yerine getirmek için kullananların fiilen iktidarda olduğu” bir diktatörlük rejimidir.

Siyasal gelişme kuramları içinde, pretoryen kavramı, 1960’ların sonuna doğru, Anglo-Sakson literatüründe sık kullanılmaya başlar. (Huntington, 1968; Perlmutter, 1969). Şematik biçimde, toplumları, “sivil toplumlar” ve “pretoryen toplumlar” olarak ikiye ayıran Huntington, hükümet biçimlerinin daha az anlamlı, her ülkedeki toplumsal farklılaşma ve devletin özerkleşmesinin derecesini dikkate almanın ise esas olduğunu iddia eder. “Pretoryen toplum” kavramını, özel alanla siyasal alanın klâsik biçimde ayrılmadığı toplumlarda, geniş bir toplumsal güç ve gruplar yelpazesinin, doğrudan siyasete karıştığı durumları işaret etmek için kullanır. Bu tanıma göre, pretoryen toplumlar, istikrarlı ve sistematik bir tarzda siyasî eylemleri yönlendirebilen siyasî kurumların var olmadığı oluşumlardır. Sadece askerler değil, düşük siyasal kurumlaşma nedeniyle, her toplumsal güç merkezî siyasete doğrudan katılır.[11] Huntington’un, daha sonra, pretoryen toplum kavramını somuta indirdiği çalışmalarında, bunun sığ biçimde tek-partiyle otoritenin özdeşleşmesini kastettiğini görürüz.

Perlmutter, tarihi pretoryenizmle modern pretoryenizmi ayırır. Bu yaklaşıma göre, “tarihi askerî pretoryenizm, var olan rejimin meşrûiyetini savunur ve temsil eder; modern askerî pretoryenizm ise, bu geleneksel meşrûiyete karşı çıkıp, bunun yerine kendi otoritesini koymayı amaçlar”. İkinci fark, “geleneksel askerî pretoryenizmde, askeriye ile siyasal düzen arasındaki ilişkinin, geleneklere dayalı olmasıdır; modern pretoryenizmde ise, bu ilişki rasyonel-yasal amaçlıdır” (Perlmutter, 1981, s.129). Bu tanımın uzantısında, 1970’lerde bir dizi ülke çözümlemesi gerçekleştirilir: Nasır Mısır’ı ve Baas Partisi Irak ve Suriye’si, en çok kullanılan örneklerdir.[12]

Pretoryen rejim kavramı yerine, Latin Amerika bağlamında daha sık kullanılan karşılığı, O’Donnell’in önerdiği “bürokratik otoritarizm”dir (O’Donnell, 1978 ve 1979). Bürokratik otoriter devletin sekiz ayrı özelliğini vurgulayan O’Donnell’ın çizdiği tabloda, uluslararası ilişkileri güçlü bir yüksek burjuvazi, devletin esas sınıfsal dayanağını oluşturur. Eski düzenin restorasyonu amacıyla, popüler kesimlerin depolitizasyonunu ve ekonominin normalizasyonunu sağlamak için bir devlet bloku kurulur. Bu, görüldüğü gibi, Brezilya ve Arjantin’deki askerî darbelerle biçimlenen devlet yapısını tanımlamaktadır. Collier, bürokratik otoritarizmi, “kendi kendini meşrûlayan teknokratik, bürokratik ve şahsi olmayan bir siyaset ve sorun çözme biçimi” olarak tanımlar (Collier, 1979; s.399).

Son dönemde Latin Amerika’da askerî diktatörlüklerin birbiri ardından ve genellikle yumuşak biçimde devrilmeleri ve yerlerini çoğulcu demokratik rejimlere bırakmaları, bürokratik otoritarizm çözümlemelerini de gündemden kaldırır. Buna karşılık, Cezayir, Filipinler, Pakistan ve benzeri birçok ülke için bürokratik otoritarizm kavramı kullanılmaya devam eder.

Yukarıdaki kavramsal yaklaşımların Türkiye bağlamında çözümleyici güçleri sınırlıdır. Latin Amerika türü darbeler tarihi, Türkiye’de geçerli değildir. Buna karşılık pretoryen kavramının geleneksel anlamına daha uygun biçimde, ordunun ya güç kullanarak ya da kullanma tehdidinde bulunarak, bağımsız bir siyasî güç durumuna gelişini belirten pretoryen güç kavramı, Türkiye’nin yakın tarihi açısından daha anlamlıdır (Hale,1994). Pretoryen güç, kendini devleti korumakla görevli yegâne güç olarak görür ve devleti kudsileştirerek, kendi konumuna da toplum dışında yer alan bir meşrûiyet atfeder. İktidarı şahsileştirmez ve buna karşı önlemler alır. Kollektif bir zümre ve kurum iktidarına dayanır. Cumhuriyetten esas olarak anladığı da budur. Bu nedenle, demokratik cumhuriyet fikrine karşı son derece allerjiktir.

Türkiye’de, bir pretoryen diktatörlük sürekli yürürlükte olmamıştır. Türkiye’de, siyasal rejim içinde, silahlı kuvvetlerin işgâl ettiği yer ve meşrûiyetini parlamentodan alan hükümetlere karşı ordunun açık veya dolaylı biçimde gerçekleştirdiği siyasal müdahaleler silsilesini dikkate alınca, pretoryen güç ve iradenin nüfuzu altında bir cumhuriyet rejiminin yürürlükte olduğu görülür. Buna pretoryenler cumhuriyeti de diyebiliriz. Tek parti döneminde, sivil iktidarın kendisi pretoryen kökenli olduğu için, ayrı bir müdahale ve kurumlaşmanın asgari meşrûiyeti yoktur. Gereği de yoktur. Çok partili rejim döneminde ise, Türk Silahlı Kuvvetlerinin siyasal iktidara karşı gerçekleştirdiği müdahalelerin kendisi kadar, bu müdahale edebilme yetkisinin yarattığı sürekli etki, Türkiye’de siyasal sistemi pretoryen nüfuzun egemenlik alanı haline dönüştürür. Bu sürekli bir diktatörlük değildir, ama pretoryen nüfuzun başat güç olduğu bir sürekli vesayet rejimidir. 12 Eylül askerî cuntasının hazırlattığı anayasa ile biçimlenen III. Cumhuriyet, pretoryen güçlerin vesayeti rejimidir.

Türkiye’de siyasal bunalım, genellikle, pretoryen nüfuz mevkileriyle parlamenter rejimden gücünü alan siyasal iktidar odakları arasında çıkan, devletin menfaatleri ve hedeflerinin tanımlanması konusundaki derin görüş ayrılıklarının kamu alanına yansımasıyla olgunlaşır. Geleneksel refleksler, bu bunalımı siyasal parti kurumlarının ve seçim sisteminin yarattığı bunalımlar olarak tanımlayıp, tartışmayı teknik bir alana çekerler. Bunalımın ne seçim sisteminden ne de siyasal partilerin yapısından kaynaklandığı, bunun esas kaynağının, kendini devletle özdeşleştirmiş pretoryen güç ve çevrelerde bulunduğu gerçeğinin üzeri örtülür. Siyasal bunalım bastırdığında akla gelen tek çözümün seçim sisteminde değişiklik yapmak ve yasamanın yetkileriyle oynamak olması, devlet yapısının değişmez olarak algılanmasının doğal sonucudur.

Otoritarizmin sürekliliğinin kaynağının devlet olmasının nedenlerinden birisi, Türk Silâhlı Kuvvetlerinin mutlak biçimde devletin sahibi olarak görülmesidir. Kendini devletin hiyerarşik yapısının hem kısmen dışında hem de üstünde gören Türk ordusu, parlamentodan gücünü alan siyasal meşrûiyetin son tahlilde kendi vesayeti altında kalması gerektiğine inanır. Bu anlamda pretoryen nüfuzun egemen olduğu bir çarpık parlamenter rejim yürürlüktedir. Ama çoğunlukla iddia edildiği gibi, parlamenter rejim, ne doğası gereği ne de Türkiye’nin koşullarının gereği çarpıktır. Onu çarpıtan, bu pretoryen nüfuzdur. Referandumla seçilen başkana dayanan başkanlık veya yarı başkanlık sistemleri de, bu pretoryen nüfuzun varlığının yaratacağı baskı karşısında çarpılmaya mahkûmdur. Gerçekte, siyasal rejimin bunalımının nedeni, devlettir; temel siyasal sorun, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kendisidir (İnsel, 1997).

Devletin kurum olarak varlığı, davranış kalıpları, tahayyül dünyasının belirleyenleri, yürürlükteki siyasal rejimin tarihini aşan, uzun bir tarihî kesitten türerler. Devlet kendini, uzun vâdedeki yegâne kalıcı unsur olarak görür ve tanımlar. Siyasal rejim ise, devletin var olması için gereken bir kurumsal hiyerarşi dizinidir. Bu dizinin biçimi, devletin varoluş ihtiyaçlarına göre değişebilir. Bu, sadece günümüze özgü bir olgu değildir. “Osmanlı aydını için de ‘devlet’ esas, devleti idare etmekte kullanılan kurum, prensip ve geleneklerin usûl kabul edildiğini” belirten Alkan, “devletin yıkılmaması için Osmanlı aydınının çiğnemekte tereddüt edeceği hiçbir siyasî fikir, program ve kaide olmadığını” vurgular (Alkan, 1992, s.187). Benzer bir durum, pretoryen Türk aydını için de geçerlidir.

Bu pretoryen nüfuz, sadece Silahlı Kuvvetler mensuplarından oluşmaz. Merkezini ordu üst yönetiminin işgâl ettiği pretoryen nüfuzun müdahale gücüne sırtını dayayarak var olan sivil çevreleri de, pretoryen çevre olarak tanımlamak gerekir. Kendilerini laik-Kemalist olarak adlandıran bu pretoryen çevre, geleneksel olarak Silahlı Kuvvetlerin konum ve tutumuna asgari bir toplumsal meşrûiyet verir. Bu pretoryen çevre için, toplum içinde farklı fikir ve toplumsal seçeneklerin birbirleriyle karşı karşıya gelmesi, bunların rekâbet etmesi ve kimi durumlarda çatışması, “anarşi”dir. Siyaset alanının hakemi, aynı zamanda hakim ve yasa koyucu/bozucu olduğu zamandır ki, pretoryen çevre üyeleri, siyasetin güvenli sularda seyrettiğine inanırlar.

Örneğin 12 Mart Muhtırası’ndan iki gün sonra, Türk-İş Başkanlar Kurulu’nun yayımladığı bildiride yer alan görüşler, pretoryen çevrenin tahayyül dünyasını özetler: “... Bugüne kadar, Anayasa düzenine, dolayısıyla demokratik rejime bağlılığın en güzel örneğini vermiş bulunan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin duruma, ortada hiçbir sebep yokken müdahale ettiğini söylemek mümkün değildir (...) Türk-İş Başkanlar Kurulu, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet komutanlarının muhtırasının birinci maddesinde yer alan hususların, gerçeğin tam ifadesi olduğunda görüş birliği halinde bulunmaktadır (...) Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kardeş kavgasına varan ve devletin bütünlüğünü tehlikeye atan bir anarşi ortamı içinde sessiz kalmasını beklemek, O‘nun varoluş nedenini, varlığının temel felsefesini inkar etmesini beklemek demektir.” (Mazıcı, 1989, s. 191). DİSK ve yedi “devrimci kuruluş” da 12 Mart darbesini destekleyen bir bildiri yayımlarlar. “Devrimci Türk Ordusuna” hitaben yazılan bu metinde, özetle müdahalenin, “Anayasaya ters düşen tutum ve davranışlarıyla meşrûiyetini yitiren işbirlikçi sermaye sınıfının Amerikan emperyalizminin vesayeti altındaki siyasî iktidarına ve onun parlamentosuna ‘dur’ demesi” anlamına geldiği vurgulanır.13

12 Eylül sonrasında ise, “demokratik kitle örgütleri”nin tavır almasına vakit kalmadan başlayan tutuklama, kapatma ve baskı fırtınası, pretoryen çevrenin eski bütünlüğünü artık koruyamadığına işaret eder. 1970’lerde toplumun bazı kesimleri, özellikle iyi eğitim görmüş, kendini yükselen yönetici kuşak olarak algılayan kesimleri, geleneksel siyasal meşrûiyet ilke ve kurumlarıyla bağlarını koparırlar. 12 Eylül darbesini izleyen devlet şiddet ve terörünün boyutları, bu kopuşla doğrudan bağlıdır. Buna karşılık Türk-İş, darbeyi desteklemekte ve “etkisi azaltılmaya çalışılan Atatürk ilkelerine yeniden güç ve işlerlik kazandırmak, (...) kaybolan devlet otoritesini yeniden tesis etmek için...” ordunun yönetime el koymasını alkışlamaktadır. İleride sivil toplum bayraktarlığı yapacak olan işveren çevreleri de benzer bir tavır içindedirler. Türkiye İşverenler Sendikaları Konfederasyonu’na göre, “12 Eylül 1980, bu milletin ve bu devletin yabancı ideolojilere teslim edilmeyeceğinin, devletin bir sahibi bulunduğunun iç ve dış düşmanlara bir kere daha ilan edildğini bir tarihtir.” (Mazıcı, 1989, s. 1967.) TİSK’in bildirisi, Türkiye otoritarizminin belli başlı temalarını bir iki cümle içinde özetleyen, mümtaz bir örnektir. MESS aynı görüşü daha romantik bir dille ifade eder: “12 Eylül 1980 sabahı (...) Türk ulusu (...) aylardır beklediği kurtarıcı kuvvetin yine aziz Türk Silahlı Kuvvetleri olduğunu görmüştür.” Kurtarıcı kuvvet, devletin sahibi, iç düşman, yabancı ideolojiler, kaybolan devlet otoritesi, devletin bütünlüğü, millî birlik ve beraberliğe en fazla ihtiyaç olunan şu an, Atatürk ilke ve inkılapları ideolojisi... Bütün bunlardan oluşan alaşım, Türk otoritarizminin tahayyül dünyasını oluşturur. Görüldüğü gibi, bu dünya ne ordu mensuplarıyla ne devlet memurlarıyla ne de yozlaşmış siyasetçilerle sınırlıdır. Hattâ çağdaşlaşması Türkiye’nin mümtaz kurumu olarak tanımlanan üniversiteler de, bu otoriter tahayyül dünyasının aktif unsurlarıdır. 27 Mayıs darbesine akademik çevrelerin verdiği kitlesel destek ve daha ileri gidip, TSK’nın “hukuksal bir ihtilal” yaptığını, bu nedenle “gerçek güçle meşrû yetkinin” ellerinde toplandığını belirterek, “her türlü yasama ve yürütme yetkisinin” Milli Birlik Komitesi’nde toplanmasını önerenler değerli hukuk profesörleridir. 12 Eylül sonrasında ise YÖK merkezli üniversite dünyasının otoriter ideolojinin aktif bir odağı konumuna getirildiği görülür. Getirildi yüklemindeki edilgen vurgu, bu konumun oluşumunda akademik dünyanın gönüllü katkılarını da unutturmamalıdır.

Ne var ki, 12 Eylül sonrasında, proteryen iradenin toplumsal hareketlenmeye ve onun parlamentodaki uzantılarına karşı duyduğu güvensizlik giderek artacaktır. Sivil toplum kuruluşları, ne kadar Atatürk ilke ve inkılaplarına bağımlılıklarını beyan etseler de, pretoryen güç artık kendi çevresindeki toplum katmanlarına da şüpheyle bakmaya başlar. Bu şüphe ve kaygı, devletin iç hiyerarşisinin yeniden tanımlanmasına yolaçar. Bu hiyerarşi, iç devlet/dış devlet ayrımı ekseninde oluşur. Pretoryen nüfuz, iç devleti sıkı sıkıya denetler. Toplumdaki farklı akımlar, demokratik mekanizmalar aracılığıyla dış devlete girebilirler. Buna karşılık, iç kalenin kapıları sıkı sıkıya kapalıdır. Aslî iktidar, iç kalede örgütlenmiştir. Bakanlıklar içinde, önemli olanları, aylık MGK toplantılarına katılma yetkisi olan bakanlıklardır.

Pretoryen gücün, III. Cumhuriyet içinde, nihai siyasal karar mercii olarak kurumlaşması, darbe türünden açık müdahale biçimleri yerine, “sürekli darbe rejimi” olarak adlandırabileceğimiz müdahale sistemini olağanlaştırır. Darbe türünden, siyasî ve iktisadî maliyeti yüksek bir tasarruf, gerçekleşme ihtimali yüksek ama gerçekleşmeyen potansiyel bir olay konumunda kaldıkça, etkinlik derecesi daha büyüktür.

Bu darbe beklentisini destekleyecek mizansenlerden de kaçınılmaz. Bunların en ünlüsü, tanklarla yapılan “balans ayarlarıdır”. Sürekli darbe beklentisi ortamında, sivil güçler ehveni şer anlayışıyla hareket ederek, pretoryen nüfuzun iktidara daha fazla ortak olmasını sağlayacak kurumları ve bunların yetki alanının genişlemesini kendileri önerirler. Buna, sivil siyasal güçlerin de, darbe umacısını kullanarak siyaset yapma alışkanlıklarını ilâve etmek gerekir.

Toplumun büyük bölümünde de, toplumsal sorunların toplumsal aktörler tarafından çözümlenemeyeceği inancı perçinlendiği için, pretoryen güç güvenilir tek “toplumsal kurum” olarak algılanır. Pretoryen çevre, pretoryen gücün, giderek katılaşan ve yaptırımcı bir içerik kazanan ideolojik söylemini (Atatürk milliyetçiliği) topluma taşıma işlevini üstlenir. Böylece, o güne kadar Türkiye otoritarizm geleneğinde yeri pek olmayan, kitlesel mobilizasyonların cılız örnekleri de devreye girer. Kültürel ve siyasal yoksunluk dozunun arttığı, dışlanmışlık psikozunun toplumsal tahayyüle egemen olduğu bu dönemde, toplumsal mobilizasyon “pop milliyetçilik” biçiminde tezahür eder.[14] “Pop milliyetçilik”, pretoryen otoritarizm için tam kıvamında bir toplumsal mobilizasyondur. Devletin yüksek menfaatlerine aykırı eylemlerde bulunacak kadar özerk olmayan, böyle bir kurumsallaşmaya tekabül etmeyen, gösteri toplumunun simgelerine tabi bir milliyetçi muhafazakârlıktır bu. Bu “yeni dalga” içinde, milliyetçi zihniyet kalıbının dini düşünce üzerindeki markajı güçlenir ve milliyetçilik “dünyevi otoriteyi iyice mukaddesleştirerek, bu baskıcı ideolojiyi iyice tahkim eder.” (Bora, 1998, s. 144-145).

Konumuz açısından önemli olan, pretoryen gücün kendisi için ve kendi inisyatifiyle değil, toplumun davetiyle iktidar ortağı olduğu fiksiyonunun, bu toplumsal tahayyülde etkili biçimde çalışmasıdır. Bu fiksiyona, pretoryenlerin kendileri de büyük ölçüde inanırlar. Gerçekte, giderek daha fazla kendisi için var olan ve kendini özerk ve üstün bir toplumsal zümre olarak gören proteryon güç, gelecek dönemin asli yönetici sınıfı olmaya devam etmek için gerekli tüm girişimlerde bulunmayı ihmal etmez. Harp okullarının Türkiye’deki en iyi eğitimi veren okullar olması, Harp Akademilerinin üniversite olarak faaliyet göstermesi tasarısı, bu akademilerde iktisat, sosyoloji, hukuk gibi bilim dallarının da yer almasının düşünülmesi, bu gelecek iktidar tasavvurunun anlamlı ipuçlarıdır.

TSK mensupları, giderek kendileri için var olan bir zümre ve hattâ bir sosyal sınıf konumu arz ederler. Maaş, emeklilik ve diğer sosyal haklar itibariyle, devlet personeli içindeki en yüksek refah seviyesi, ordu mensuplarınındır. Buna özerk bir malî, sınai ve ticari güç ilave olur. Özel bir kanunla kurulan OYAK’la; bir kısım vergilerin doğrudan devredildiği Kara, Deniz ve Hava Kuvvetlerini Güçlendirme Vakıflarıyla doğrudan TSKdenetiminde çalışan sanayici tesisleriyle; son derece gelişmiş ve dışarıya kapalı sosyal hizmetleriyle Türkiye’de Silahlı Kuvvetler üyeleri neredeyse klasik anlamda bir sosyal sınıf oluştururlar. Bir yönetici sınıf bilincine ve olanaklarına sahip olan bu zümrenin egemenlik tahayyülünü, proteryen çevreler de besler ve desteklerler. Proteryen tahayyül, şiddetli bir otoritarizme dayanan, din benzeri katı bir ideolojisi olan ve toplumsal sınıf özelliklerini gösteren bir bileşimdir.

Kendini özerk ve üstün bir toplumsal zümre olarak gören pretoryen tahayyül, Türkiye’de siyasal bunalımın toplum içinde çözülememesinin ve bu nedenle kronikleşmesininin başta gelen sorumlusudur. Toplumsal temsile dayalı her türlü siyasal rejim biçiminde, bu otoriter dünya ve siyaset görüşü, aynı tıkanmalara, aynı bunalımlara neden olacaktır.

KEMALİST OTORİTER İDEOLOJİNİN GELECEĞİ

Huntington’un, biraz mekanik biçimde olmakla beraber, ilginç bir tespiti vardır: “oligarşi dünyasında asker bir radikaldir; orta sınıf dünyasında, bir katılımcı ve hakemdir; kütle toplumu ufukta görünmeye başlayınca, mevcut düzenin tutucu muhafızı olur” (Huntington, 1968, s.221). Böyle bir evrensel sosyolojik evrime verilebilecek birçok karşı örnek elbette bulunur. Ama bu önerideki iç dinamik anlamlıdır. Son otuz yılda hızla sanayileşen ve kentlileşen Türkiye’nin, kütle toplumu olmaya başladığı söylenebilir. Bu durumda, Huntington’un değerlendirmesi, tüm zaaflarına rağmen, en azından bir benzetme olarak anlam kazanmaktadır. Türkiye’deki otoriter gelenek de, pretoryen gücün bu evrimine başat olarak değişir. Otoritarizmin ideolojik içeriği, “Atatürk milliyetçiliği” muhafazakârlığıyla dondurulur.

Yukarıdaki öneriden hareketle, birbiriyle bağlantılı üç saptama yapabiliriz:

1- Hareketlenen, kendi içinde farklılaşan, kütle toplumu dinamikleri kazanan toplum karşısında, pretoryen güçlerin muhafazakârlaşma zeminini Kemalizm ideolojisi (resmî olarak Atatürkçülük milliyetçiliği) vermektedir.

2- Kutsal devlet geleneği içinde, toplumun siyasallaşarak “siyasal topluluk” veya “yurttaşlar topluluğu” haline gelmesi, “devletin menfaatlerine yönelik hasmane tutum ve davranışların” ifade edilebilmesini de yanında getireceğinden, kabul edilemez bir süreçtir.

3- Bu bağlamda Menderes Çınar’ın sorduğu soru gündeme gelir: “Bütün modern toplumların ancak siyaset vasıtasıyla ‘topluluk’ haline geldiğini gözönüne aldığımızda, ancak siyaset vasıtasıyla varlığını devam ettirebilecek siyasal topluluk, Kemalist gelenek tarafından, içerdiği siyasal tutum nedeniyle bitkisel hayata sürükleniyorsa, onun (Kemalizmin) eşiğinde durarak gerçekten demokratik bir açılım sağlayabilir miyiz?” (Çınar, 1998, s. 262).

Günümüzde Kemalizm, pretoryen cumhuriyetin resmî ideolojisi olarak işlev gördüğü için, otoritarizmden çıkışın anahtarını Kemalizm içinde aramak nafile bir çabadır.

Ataerkil zihniyetin egemen olduğu siyasal İslâmın içinde de otoritarizmin doğal olarak mündemiç olduğu dikkate alınırsa, bugün Türkiye siyasal yaşamının belirleyici iki kutbunun da, otoriter gelenekten bir kopuş vaadini içlerinde taşımadıkları görülür. “Batılılaşma-laiklik” ve İslâmlaşma projelerinin her ikisi de, bir toplumsal grubun siyasal pozisyonunu belirtmekte ve bu toplumsal kesimin değerlerinin ötekilerin değerleri üzerinde egemen olmasının taşıyıcı simgesi olarak işlev görmektedirler (Mahçupyan, 1996).

Yukarıdaki karamsar tespitten hareket ederek, Türkiye toplumunun perspektifinde demokratik bir modernleşme projesinin yeri olmadığı sonucuna varmak elbette mümkündür. “Yerlilik” adı altında, son zamanlarda gelişen, otoriter içerikli “ulusal sol” söylemin benzeri, Güneydoğu Asya’da, “yerel/geleneksel düzen içinde kalkınma” olarak, hakim otoriter güçler tarafından telaffuz edilmektedir. Yerel/geleneksel düzenden anlaşılan, demokrasinin egemen örgütlenme biçimi olmadığı diktatörlük, monarşi, oligarşi türü düzenlerdir. Türkiye toplumu için de böyle bir gelecek mümkündür.

Ama yukarıdaki tespitlerden hareketle varılabilecek başka sonuçlar da vardır. Demokratik modernleşmenin tamamlanması için gerekli adımların atılmasının önündeki engellerle mücadelede, bu otoriter ve ataerkil geleneklerin ideolojileri ve onlardan türeyen siyasal pratiklerle mücadelenin birincil olduğu sonucu da çıkarılabilir. Demokratik modernleşmenin tamamlanması demek, tebanın yurttaşlaşması, güdülen toplumun yurttaşlar topluluğuna dönüşmesi ve siyasetin indirgenemez meşrûiyeti ve özerkliğinin kabul edilmesi demektir. Bu hedef, Türkiye’de, otoriter milliyetçiliğin yurttaş kimliğini belirleme ve topluma yön verme tekelini kırmayı, ulusun türdeşliği dogmasını ve bu dogmayı besleyen etnik, kültürel veya dini türdeşlik fiksiyonunu aşmayı ve kutsal devlet ideolojisinin tahakkümüne son vermeyi içerir. Böyle bir eşiğin aşılabilmesi, otoritarizmin Cumhuriyet tarihindeki sürekliliğine son verirken, yeni bir cumhuriyetin de temellerini atacaktır.

KAYNAKÇA

Ahmad, Feroz (1985), İttihatçılıktan Kemalizme, Kaynak yay., İstanbul.

Alkan, Ahmet Turan (1992), İkinci Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, Cedit Neşriyat, Ankara.

Aktar, Cengiz ve Ahmet İNSEL (1987), “ ‘Devletin Bekâsı’ için yürütülen çağdaşlaşma sürecinin toplumsal sorunları”, Toplum ve Bilim, no. 31-39, Birikim yay., İstanbul.

Aktar, Cengiz (1993), Türkiye’nin Batılılaştırılması, Ayrıntı yay., İstanbul.

Arendt, Hannah (1968), The Origin of Totalitarism, cilt III, Harcourt, New York.

Atatürk, Kemal (1982), Nutuk, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul.

Batur, Muhsin (1985), Anılar ve Görüşler, Milliyet yay., İstanbul.

Badie, Bertrand (1984), Le développement politique, Economica, Paris.

Bektaş, Arsev (1993), Demokratikleşme Sürecinde Liderler Oligarşisi, CHP ve AP (1961-1980), Bağlam yay. , İstanbul.

Beşikçi, İsmail, (1978), Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Tüzüğü ve Kürt Sorunu, Komal Yay., İstanbul.

Bora, Tanıl (1998), Türk Sağının Üç Hâli, İletişim yay., İstanbul.

Bozdoğan, Sibel ve Reşat Kasaba (ed.) (1998), Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik, Tarih Vakfı Yurt yay., İstanbul.

Casper, Gretchen (1995), Fragile Democracies; The Legacies of Authoritarian Rule, Univ. of Pittsburgh Press, Pittsburgh and London.

Chehabi, H. E. and Linz J.J. (eds.) (1998), Sultanistic Regimes, The John Hopkins University Press, Baltimore and London.

Cizre-Sakallıoğlu, Ümit (1993), AP-Ordu ilişkileri; Bir İkilemin Anatomisi, İletişim yay., İstanbul.

Cizre-Sakallıoğlu, Ümit (1995), “Çiller’in Doğru Yolu: Otoriter Popülizm”, Milliyet, 28.11.1995, İstanbul.

Collier, David (ed.) (1979), The New Authoritarianism in Latin America, Princeton Univ. Press, Princeton.

Çavdar, Tevfik (1995), Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, İmge yay., İstanbul.

Çınar, Menderes (1998), “Tezcan’a yanıt: bir siyaset grameri olarak Kemalizm”, Toplum ve Bilim, no.76, Birikim yay., İstanbul.

Dagron, Gilbert (1996), Empereur et prêtre; Etude sur le “césaro-papisme” byzantin, Gallimard, Paris.

Dahl, Robert A. (1989), Democracy and Its Critics, Yale University Press, New Haven and Londra.

Demirel, Ahmet (1994), Birinci Meclis’te Muhalefet, İletişim yay., İstanbul.

Dominguez, Jorge İ. (ed) (1994), Authoritarian and Democratic Regimes in Latin America, Garland Publishing, New York and London.

Duran, Lûtfi (1988), Türkiye Yönetiminde Karmaşa, Çağdaş yay., İstanbul.

Duverger, Maurice (1961), De la dictature, Julliard, Paris.

Duverger, Maurice (1967), Les partis politiques, Armand Collin, Paris.

Duverger, Maurice (1974), La monarchie républicaine ou comment les démocraties se donnent des rois, Robert Laffont, Paris.

Gellner, Ernest (1994), Encounters with Nationalism, Blackwell, London (Türkçe çevirisi, İletişim yay., 1998).

Hale, William (1994), Turkish Military and Politics, Routledge, London (Türkçe tercümesi, Hil yay. İstanbul, 1996).

Hermet, Guy (1985), “L”autoritarisme” in Madeleine Grawitz ve Jean Leca (eds.), Traité de Science Politique, cilt II, Presses Universitaires de France, Paris.

Huntington, Samuel (1968), Political order in changing societies, Yale Univ. Press, New Haven.

Huntington, S., Moore, C. (1970), Authoritarian Politics in Modern Society, Basic Books, new York.

İnalcık, Halil (1992), “Comments on’Sultanism’: Max Weber’s Typification of the Ottoman Polity”, Princeton Papers in Near Eastern Studies, 1.

İnalcık, Halil (1998), Türkiye ve Avrupa: Dün Bugün”, Doğu Batı, sayı 2, Ankara.

İnsel, Ahmet (1984), La Turquie entre l’ordre et le développement, L’Harmattan, Paris (genişletilmiş Türkçe tercümesi, Düzen ve Kalkınma Kıskacında Türkiye, Ayrıntı Yay., 1995).

İnsel, Ahmet (1997), “Siyasal Rejim Bunalımının Nedeni Olarak Devlet”, Birikim, sayı 95, Birikim yay., İstanbul.

Kardaş, Ümit (1998), “Farklı Düşünmek Yasak” (Nilüfer Kuyaş’la söyleşi), Milliyet, 5/8/1998, İstanbul.

Kayalı, Kurtuluş (1994), Ordu ve Siyaset (27 Mayıs-12 Mart), İletişim yay., İstanbul.

Kazancıgil, Ali (1991), “Democracy in Muslim Lands: Turkey in Comparative Perspective”, International Social Science Journal, sayı 128, UNESCO, Paris.

Kazancıgil, Ali (1998), “Turkey’s Democracy in the 1990’s: a retrospective and prospective view”, Conference on Atatürk and Modern Turkey, mimeo, A. Ü. Siyasal Bilgiler Fak., Ankara.

Koçak, Cemil (1996), Türkiye’de Milli Şef Dönemi, 2 cilt, İletişim yay., İstanbul.

Kozanoğlu, Can (1995), Pop Çağı Ateşi, İletişim yay. İstanbul.

Köker, Levent (1990), Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İletişim yay., İstanbul.

Köker, Levent (1996), “Kimlik krizinden meşruluk krizine: Kemalizm ve sonrası”, Toplum ve Bilim, sayı 71, Birikim yay., İstanbul.

Linz, Juan (1975), “Totalitarian and Authoritarian Regimes”, in F. Greestein , N. Plosby, Handbook of Political Science, Addison Wesley, New York.

Mahçupyan, Etyen (1996), Osmanlıdan Postmoderniteye, Yol yay., İstanbul.

Makdisi, Georges (1978), “Authority in Islamic Community”, in G. Makdisi (ed.), La notion d’autorité au Moyen Age, Islam, Byzance et Occident, P.U.F., Paris.

Malloy, Jean (ed.) (1977), Authoritarism and Corporatism in Latin America, Univ. of Pittsburg Press, Pittsburg.

Mardin, Şerif (1983), Jön Türklerin Siyasal Fikirleri, İletişim yay., İstanbul.

Mardin, Şerif (1962), The Genesis of Young Ottoman Thought, Priceton Univ. Press (Türkçe tercümesi, İletişim yay., 1996).

Mardin, Şerif (1990), Türkiye’de Toplum ve Siyaset, İletişim yay., İstanbul.

Mardin, Şerif (1996), Türk Modernleşmesi, İletişim yay., İstanbul.

Mazıcı, Nurşen, (1989), Türkiye’de Askerî Darbeler ve Sivil Rejime Etkisi, Gün Yay., İstanbul.

MGK (1990), Devlet’in Kavram ve Kapsamı, MGK Genel Sekreterliği yayınları, Ankara.

Münch, Gerardo L. (1998), Authoritarianism and Democratization; Soldiers and Workers in Argentina,1976-1983, The Pennsylvania State University Press, Pennsylvania.

O’Donnell, Guillermo (1973), Modernization and Bureaucratic-Authoritarianism: Studies in South American Politics, University of California, Berkeley, Politics of modernization series, sayı 9.

O’Donnell, Guillermo (1978), “Reflections on the Patterns of change in the Bureaucratic-Authoritarian State”, in Latin American Research Review, 13.

O’Donnell, Guillermo ve Philippe C. SCHMITTER (1986), Transitions from Authoritarian Rule, The John Hopkins University Press, Baltimore and Londra.

Ortaylı, İlber (1983), İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Hil yay., İstanbul

Özbudun, Ergun (1995), “Paradoxes of Turkish Democratic Development: The Struggle Between the Military-Bureaucratic ‘Founders’ of Democracy and New Democratic Forces”, in H.E. Chelabi and A. Stepan, Politics, Society, and Democracy; Comparatives Studies, Westview Press, Boulder and Oxford.

Parla, Taha (1989), Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, İletişim yay., İstanbul.

Parla, Taha (1991), Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmî Kaynakları; Atatürk’ün Nutku, İletişim yay., İstanbul.

Parla, Taha (1991a), Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmî Kaynakları; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, İletişim yay., İstanbul.

Parla, Taha, (1992), Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmî Kaynakları; Kemalist Tek-parti İdeolojisi ve CHP’nin Altı Ok’u, İletişim yay., İstanbul.

Perlmutter, Amos (1969), “The Praetorian State and The Praetorian Army”, Comparative Politics, April/1.

Perlmutter, Amos (1981), Modern Authoritarism, Yale Univ. Press, New Haven and Londra.

Peker, Recep (1936), İnkılap Ders Notları, Ankara (yeni baskı, Toplum ve Bilim, yaz 1983).

Rouquie, Alain (1982), L’Etat militaire en Amérique latine, Seuil, Paris.

Tanör, Bülent (1998), Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, Yapı ve Kredi Yayınları, İstanbul.

Tanör, Bülent (1998a), “MGK’nın ilgi alanları”, Milliyet, 13/7/1998, İstanbul.

Tunaya, Tarık Zafer (1980), Siyasal Kurumlar ve Anayasa Hukuku, Hukuk Fak. Yay., İstanbul.

Tunçay, Mete (1981), Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), Yurt yay., Ankara.

Üstel, Füsun (1997), Türk Ocakları, İletişim yay. İstanbul.

Yeğen, Mesut, (1999), Devlet Söyleminde Kürt Sorunu, İletişim Yay., İstanbul.

Weiker, Walter (1973), Political Tutelage and Democracy in Turkey, Brill, Leiden.

Zürcher, Erik Jan (1986), Milli Mücadelede İttihatçılık, Bağlam yay., İstanbul.

Zürcher, Erik Jan (1993), Turkey: A Modern History, I.B. Tauris, Londra (Türkçe çevirisi, İletişim yay., 1995).

[1] Çok yaygın olan bu yaklaşımı sunmak için uzun bir liste yapmak gerekir. Otoriter rejime karşı eleştirel bir tavır almakla beraber, “gereklilik nedeniyle otoriter rejim” çözümlemesini benimseyen ve yakın zamanlarda yayımlanmış iki çalışma için bkz [Kazancıgil, 1998; Tanör, 1998].

[2] Türk siyasal rejiminin bugün içinde bulunduğu birçok açmazı dikkatle vurguladıktan sonra, Kazancıgil’in yazısını “zorunluluk kuramına” başvurarak bitirmesi, bu çözümleme modelinin empoze ettiği epistemolojik sınırı sergilemektedir. Bu yaklaşımın, tek-parti rejiminden çok-partili rejime yumuşak geçişi açıklamada yarattığı rahatlığın da, kendisinde yarattığı bir cazibe vardır. Bunun yanında, gelecekle ilgili bir nebze olsun iyimser olmayı sağladığı için de, gözlemciye rağmen bu yaklaşımın kendini bazen empoze ettiği söylenebilir.

Bu konuda Ergun Özbudun daha sarihtir: “Kemalist rejim, tek-parti modeli içinde ama tek-parti ideolojisine sahip olmadan gelişir. CHP doktrininin hiçbir parçası, kalıcı bir tek-parti sistemini meşrulaştırmaz. Tersine, liberal demokrasi bir ideal olarak kalır ve otoritarizm sadece, karşı-devrimcilere karşı Kemalist devrimleri korumak için ihtiyaç duyulan geçici bir önlem olarak savunulur. Bir doktrin olarak Kemalizm, 19. yüzyıl liberalizmine çok daha yakındır” [Özbudun, 1995, s. 299].

3 Brezilya ve Arjantin askerî diktatörlükleri de, müdahalelerinin demokrasiye geçişin ön koşullarını hazırlamak için bir gereklilik olduğunu iddia ederek, yıllarca ülkeye hükmettiler. Dahl, bu “geçici askeri dikatörlük” tezinin, birçok askeri diktatörlüğün asli meşruiyet söylemi olduğunu ve geçici müdahalenin doğasında kalıcılılığın bulunduğuna işaret eder. Bunun nedeni, demokrasinin günümüzde, fiilen öyle olmasa bile, ideolojik olarak evrensel norm konumunu işgal etmesidir [Dahl, 1989, s.233].

[4] Siyaset sosyolojisindeki kalkınmacı yaklaşımların toplu bir değerlendirmesi için bkz., Badie, 1984.

[5] Abdülaziz’in 1868’de Şûra-yı Devleti açış konuşmasında şöyle der: “Teşkilat-ı Cedide, kuvvei icraiyenin kuvvei adliye, diniye ve teşriiyeden tefriki esasına müsteniddir”. Bu konuşmayı aktaran Tanör, kuvvetler ayrılığı ile paralel olarak din-devlet ayrımı yolunda bir eğilimin belirmiş olduğunun altını çizer (Tanör, 1998, s. 101).

[6] Şerif Mardin, bu yaklaşımı şöyle değerlendirir: “Askerî erkânın milleti uyaran bir elit görevini görmesi ve bununla beraber halkın en çok sürekli bir seferberlik halinde bulundurulması fikrini Rıza Bey -belki Bahaeddin Şakir aracılığıyla- Von der Goltz Paşa’nın bir kitabından almıştı. Von der Goltz Paşa, Türkçeye Millet-i Musallaha ismiyle tercüme edilen ve bütün Avrupa’da o devirde geniş bir ilgi gören kitabında, savaşın kazanılması için sivil sektörün askeri sektörden ayrılmaması gerektiği fikrini aydınlara intikal ettirmişti. Fikir, toplumu, “total” olarak bütün devlet faaliyetlerine katıldırılması gereken bir kudret hazinesi saydığı derecede totaliter öncesi düşüncenin karakteristik izlerini taşıyordu. Devlet, faaliyetlerini başarıyla sonuçlandırmak için her bireyi savaşta ve barışta, kendi amaçlarına hizmet eden birer piyon değerine getiriyordu. Von der Goltz Paşa’nın daha sonra XX’inci yüzyıl faşist Almanya’sında kurulan “paramiliter” örgütlerin XIX’uncu yüzyılda temellerini atmış olması, bize kendisinin bu konudaki fikirlerini açıkça anlatmaktadır. Fakat Jön Türklerin fikriyatını ilk defa uyarlı bir teori halinde ortaya koyan görüşün de bu totaliteröncesi akımların etkisi altında kalmış olması dikkate değerdir” (Mardin, 1983, s. 160).

[7] “T.B.M.M.’nin hukuku hakimiyet ve hükümraninin mümessili hakikisi olduğuna dair heyeti umumiye kararı”nda (2.11.1922), “hilafetin, Osmanlı hanedanına ait olduğu ve halifenin TBMM tarafından atanacağı” belirtildikten sonra, madde şu ifadeyle biter: “Türkiye Devleti makamı hilafetin istinatgâhıdır”. 3.4.1924 tarihli hilafetin ilgasına dair kanunda ise, “hilâfet, Hükümet ve Cumhuriyet mâna ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilâfet makamı(nın) mülga” olduğu ilân edilir (Gözübüyük ve Kili, 1982). Bu iki karar birlikte ele alındığında, Diyanet Işleri Başkanlığının genel idare içinde yer alması anlamlıdır. Cumhuriyet yönetiminin bugüne kadar süregelen laiklik anlayışında, hilafet makamının işlevlerinin devlet ve hükümet yetkileri içinde yer alması esastır.

[8] “O, kurtarandır (halaskâr), koruyandır (hâmi), kurandır (bâni), yetiştirendir (mürebbi), yol gösterendir (mürşit), denetleyendir (vasi), önder olandır (pişüva), layık olandır (liyakatli), şaşmaz olandır (layetezelzel), baş-başkandır (reis), havarileri olandır, tekdir (“Ben”), en büyük babadır (Atatürk). Daha sonra izleyicileri ve toplum tarafından Atatürk’e yakıştırılacak -çoğu resmen ve yaygın olarak- olan bu yüceltici, ululayıcı sıfatların hepsinin zaten Nutuk’ta açık ya da dolaylı ve örtük, Atatürk’ün öz yakıştırmaları olarak kendileri ve tanımları, izleri ve gerekçeleri vardır” [Parla, 1991, s.167].

[9] Ankara Cumhuriyet SavcısıBaha Arıkan, 1936 yılı başında bunu şöyle ifade eder: “Ben Atatürk’ü bizim gibi fani bir mahlûk saymıyorum. Atatürk’ün bizim gibi yiyen içen, fizyolojik bir mahluk olmaktan daha başka bir mevcudiyeti olduğuna kaniyim. Bence Atatürk bir şahsiyeti maneviyedir. Her camianın varlığından süzülerek ortaya çıkan, bir manevi benliği vardır. İşte Atatürk bence 17 milyon Türk’ün maddi ve manevi varlıklarının süzülmüş bir benliğinden başka bir şey değildir.” (Beşikçi, 1978, s. 239)

[10] Cumhurbaşkanının veto ettiği af yasa tasarısı, bu açıdan anlamlıdır. Kişilere karşı işlenen suçları affedebilen bu zihniyet “devletin şahsına karşı işlenmiş suçları” af kapsamı dışında bırakır. Çünkü kutsal olan insan hak ve özgürlükleri değil, devletin hak ve özgürlükleridir. Kutsal olana karşı işlenen suç affedilemez. İnsan hak ve özgürlüklerinin kutsal olması elbette gerekmez. Ama devlet kutsalken, bunun karşısında yer aldığı düşünülen insan topluluğuna hiçbir kudsiyet atfetmek, siyasal dengenin ne tür bir yapısal dengesizlik üzerine kurulduğunu ortaya koyar.

[11] Nurşen Mazıcı, bu bağlamda 1980 darbesi öncesi, Türkiye’de toplumun pretoryen bir özellik gösterdiğini belirtir. (Mazıcı, 1989, s. 263).

[12] Pretoryenizm konusunda toplu bir Türkçe değerlendirme için bkz. Mazıcı, 1989, s. 70-78.

[13] 12 Mart askerî müdahalesini yayımladıkları bildirilerde destekleyen diğer “demokratik kitle örgütleri” şunlardır: Türkiye Öğretmenler Sendikası, Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı, Dev-Genç, Devrimci Avukatlar Derneği, Sosyal Demokratlar Derneği, Türkiye Hukuk Kurumu, Üniversite Asistanları Derneği, Mimarlar Odası, Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası, Elektrik Mühendisleri Odası, Maden Mühendisleri Odası, Orman Mühendisleri Odası, Türkiye Orman Yüksek Mühendisleri Sendikası, Teknik Personel Sendikası, ODTÜMezunlar Cemiyeti.

[14] Pop milliyetçiliğin gündelik siyasal ve toplumsal tezahürlerinden anlamlı kesitler için bkz. Kozanoğlu (1995).