AB Sürecinin En Uyumsuz Alanı: Sosyal Haklar

AB uyum sürecinde, sivil-siyasal hak ve özgürlükler açısından köklü ve şaşırtıcı yasal değişiklikler yaşanırken, sosyal hak ve özgürlükler alanında ise görmezden gelme eğilimi ve direnç sürmekte. Bu yüzden sosyal politika AB sürecinin yarattığı değişimin en az hissedildiği alan olarak kalmaktadır. Bu güne değin yasalaşan ve iki Anayasa ve sekiz yasa değişikliği paketinden oluşan AB uyum paketleri içinde sosyal/sendikal haklara ilişkin kayda değer bir düzenleme yer almadığı gibi; uyum yasalarının kâbul edildiği dönemde sendikal haklar ciddi baskılara marûz kaldı: Yargı kararlarına rağmen bütün etkili grevler ertelendi, anadilinde eğitimi savunduğu için ülkenin en büyük ve en yaygın sendikası Eğitim-Sen’e kapatma davası açıldı.

AB uyum sürecinde yapılan yasal düzenlemeler büyük ölçüde 1789 model sivil/siyasal hak ve özgürlükler katalogu ile sınırlı kalırken, çalışma hukuku/sosyal haklar alanında ise temel bir eğilim dikkat çekmektedir: Bireysel işçi haklarına ilişkin (işçi sağlığı, ayırımcılık, çocuk ve genç işçilerin korunması gibi) kimi iyileştirmeler yapılırken, kollektif sosyal haklar açısından ise uyumsuzluk bütün boyutlarıyla devam etmektedir. Diğer bir deyişle sosyal politika uyumunda, paternalist yaklaşım, özgürlükçü yaklaşıma yeğlenmektedir. Sosyal hakların toplumun örgütlü gücü ile kazanılması değil, devlet tarafından ihsanı; geleneksel devletçi saik varlığını korumaktadır. AB’nin demokrasi ve insan hakları normlarının Türkiye’yi “zayıflatacağı ve böleceği” iddiasına dayanan ve “bürokratik oligarşinin” direnci olarak adlandırılan geleneksel devletçi direnç, kağıt üzerinde aşılmış gözükse de, AB’nin sosyal normlarının sermayenin “rekabet gücünü zayıflatacağı” iddiasına dayalı “iktisadî oligarşinin” direnci, sosyal hakların gelişmesinin/uyumunun önündeki en büyük engel olarak durmaktadır. Piyasa ile onu kısıtlayıcı bir koruma hareketi olan sosyal politika arasındaki gerilim AB uyum sürecinde de bütün çarpıcılığıyla ile devam etmektedir.

PİYASAYA KARŞI BİR KORUMA HAREKETİ OLARAK SOSYAL POLİTİKA

Kendi çıkarı için en akılcı seçimleri yapan birey varsayımına dayanan klasik iktisadî yaklaşım (ekonomik liberalizm), devlete sadece kapitalist piyasanın düzgün işlemesini sağlayacak bir hukuk düzeni kurmak ve güvenliği sağlamak görevi biçer ve “rasyonel bireyin” tercihlerine devletin müdahalesine şiddetle karşı çıkar. Devlete “gece bekçiliği” görevi yükleyen, işçi-işveren ilişkilerini borçlar hukuku çerçevesinde eşitlerin ilişkisi olarak düzenleyen, bireyler ve toplumsal sınıflar arasındaki ilişkileri doğal seyrine bırakan liberal itikat sadece klasik iktisada özgü değildir. 20. yüzyılın ikinci yarısında yükselen ve son çeyrek yüzyılda etkisini iyice artıran neo-liberalizm de devletin sosyal işlevlerine ve sosyal politikaya şiddetle karşı çıkmaktadır. Bu yaklaşımın radikal temsilcisi olan Hayek, piyasaya yönelik her türlü devlet müdahalesine karşı çıkmakta ve piyasayı düzenlemeye yönelik girişimleri köleliğe doğru gidiş olarak tanımlamaktadır: The Road to Serfdom, Köleliğe Giden Yol, 1944. Hayek, devletin işlevini ve müdahalesini sadece rekabetin daha iyi işlemesini sağlayacak bir hukuk düzeni kurmak olarak tanımlamakta ve sosyal korumacı düzenlemelere karşı çıkmaktadır. Hayek, net bir biçimde piyasaya dayalı ekonomik düzen içinde sosyal adalete yer olmadığını ve bunun boş bir kavram olduğunu, sosyal adalet adına bir otorite tarafından piyasaya getirilecek yükümlülüklerin varlığı durumunda piyasa düzeninin korunamayacağını ve sosyal adaletin ancak bir komuta ekonomisinde ya da merkezi olarak yönetilen bir ekonomide mümkün olduğunu ileri sürmektedir.[1] Hayek, Keynesyen makroekonomik politikalar ve açık finansman dahil, piyasaya müdahalenin her türüne karşı düşmanca bir tutum takınmıştır. Onun radikal neo-liberalizmi ekonomik planlamanın bireysel özgürlükle tamamen uyumsuz olduğu inancına dayalıdır.[2]

Hayek’in Köleliğe Giden Yol’u yayımladığı 1944’te Karl Polanyi, laissez-faireci kapitalizme köklü eleştiriler yönelttiği Büyük Dönüşüm: Çağımızın Politik ve Ekonomik Kökenleri’ni yazdı. Polanyi, Hayek’in tam tersine bireyin özgürlüğünün, sermayenin sosyal denetim altında olmasına bağlı olduğunu savunuyor, piyasa ile onu sınırlamaya yönelik karşıt hareketleri modern toplum dinamiklerinin “çift yönlü hareketi” (double movement) olarak nitelendiriyordu.[3]

Polanyi, “çift yönlü hareket”i iki düzenleyici ilkenin çelişkisi/mücadelesi olarak tanımlıyordu: Birinci düzenleyici ilke ekonomik liberalizm (laissez-faire) idi ve kendi kurallarına göre işleyen bir piyasanın kurulması amacına yönelmişti. İkinci ilke ise, piyasanın kendi kurallarına göre işleyişinden ve yıkıcı etkilerinden zarar görenlerin korunmasını amaçlayan sosyal koruma ilkesiydi. Sosyal koruma ilkesi, koruyucu yasal önlemler (sosyal hukuk: iş hukuku, sosyal güvenlik hukuku) ile ekonomik liberalizmi kısıtlayıcı örgütler (sendikalar) ve çeşitli müdahale araçlarını kullanıyordu.[4]

Polanyi’ye göre, piyasa toplumunun temel özelliklerinden biri; sosyal olarak çözülmüş (disembedded), sosyal ve politik kurumlardan kopmuş ve köksüzleşmiş olmasıdır. Polanyi, böylesi bir piyasanın insanlarda güvensizlik ve toplumsal endişe yaratacağını vurgulamaktadır. Bu nedenle toplum ve devlet tarafından oluşturulacak koruyucu karşı hareketlerle; devlet müdahalesi ve sosyal hukuk yoluyla piyasanın toplumsal ve siyasal kurumlardan tümüyle kopmasının ya da onlardan bağımsızlaşmasının önüne geçilmelidir.[5]

Polanyi, sosyal korumanın temel amacının tam da insan emeği ile ilgili arz-talep yasalarına müdahale etmek ve insan emeğini piyasanın yörüngesinden çıkarmak olduğuna inanmaktadır.[6] Kendi dengesini sağlayan piyasa (self regulating market) fikrinin düpedüz ütopya olduğunu vurgulayan Polanyi, böyle bir sistemin toplumun insanî ve doğal özünü yok etmeden uzun süre devam etmesinin olanaksız olduğunu* ve toplumun kendisini savunmak için bazı koruyucu önlemler alacağını belirtiyordu.[7]

Uzunca bir dönem Polanyi’nin “kendiliğindenci koruyucu tepki” olarak adlandırdığı biçimde var olan sosyal politika[8] son yarım yüzyılda zaman zaman aktif sosyal politika önlemleri gündeme gelmesine rağmen bu özelliğini büyük ölçüde korumaya devam etmektedir.

AB SOSYAL POLİTİKASININ KAPSAMI

Avrupa merkezli bir kavram olan ve ulus-devlet ölçeğinde ortaya çıkan sosyal politika, doğası gereği farklı sosyal ve siyasal güçler arasında temel bir çekişme ve mücadele konusu olmuştur. Sosyal politikanın, bu özelliği küreselleşme ve Avrupa bütünleşmesi sürecinde de devam etmektedir. Tartışmanın bir ucunda yurttaşların ve emeğin sosyal Avrupası yaklaşımı, diğer ucunda ise sermayenin engelsiz bütünleşmesi ve piyasaların olabildiğince serbestleştirilmesi yaklaşımı yer almaktadır.

Sosyal politika, özellikle 1980’lerden bu yana AB içinde derin bir ihtilaf kaynağı olmayı sürdürüyor. Sorunun temelinde AB’nin gelecekteki en uygun ekonomik ve siyasal modelinin ne olması gerektiği tartışması yatmakta, Polanyi’nin kavramsal çerçevesini kullanacak olursak, piyasa ile onu kısıtlayıcı önlemler arasındaki gerilim ve çift yönlü hareket bu kez ulus-üstü düzeyde devam etmektedir.

Piyasaların ulusal sınırlar ötesine genişlemesinin, daha fazla ekonomik etkinlik, üretim ve başarıyı beraberinde getireceğini savunan neo-klasik iktisat teorisine dayalı[9] Avrupa bütünleşme süreci, “sosyal” değil “ekonomik” bir temele dayalı olarak başladı ve bütünleşmenin ilk 30 yılına bu yaklaşım egemen oldu.[10] Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu (AET) kuran liberal yaklaşımlı Roma Antlaşması (1957) “sosyal” boyutu piyasaya, bir diğer deyişle ekonomide sağlanan bütünleşmeye bağlamıştır. Başarılı bir ekonomik bütünleşmenin sonucunda Topluluk içinde bir sosyal bütünleşme kendiliğinden sağlanacaktı.[11]

Bu nedenle Roma Antlaşmasında son derece sınırlı sosyal hükümler yer almıştır ve kuruluştan, 1970’lere kadar AET’nin ortak bir sosyal politikası söz konusu değildir.[12] Sosyal politika bu dönemde marjinal bir alan olma özelliğini korumuştur. Bu yıllarda negatif bütünleşme engelleri aşılmış olmasına rağmen, AET iktisadî, sosyal ve siyasî açıdan zayıf bir birlik görünümündedir. 1960’ların sonlarında başlayıp ’70’lerin ortalarına kadar devam eden işçilerdeki militanlaşma dalgası ve eşitlikçi toplumsal yönelimler, Topluluğun sosyal politikasının değişmesinde etkili oldu ve kuruluş döneminin düşük profilli sosyal politika yaklaşımı yerini 1970’lerin başlarında daha müdahaleci bir tarza bıraktı.[13] Ancak ’70’lerin ortasından itibaren dünya ekonomisinde başlayan yavaşlama ve sosyal hareketlerdeki düşüş, sosyal politika alanında ilerlemeyi yavaşlattı.[14]

1980’lı yıllarda Keynesyen iktisat politikalarının ve ona dayalı sosyal uzlaşmanın sona ermesi, sadece bir dizi makro ekonomik politika bütününün çöküşü değil, aynı zamanda ulusal devlete dayalı bir politika tarzının da yetersizliği anlamına geliyor ve ulusal devlet, sosyal refah politikalarının biricik aktörü olmaktan çıkıyordu. Öte yandan, önce Tek Avrupa Senedi ve daha sonra da Maastricht Antlaşması ile Topluluğun karar alma süreçleri ulusaldan, ulus-üstü düzeye kaymaya başladı. AB içindeki bu süreç, iki projenin mücadelesi ve çekişmesi ile belirlenmektedir: Neo-liberal proje ile düzenlenmiş kapitalizm projesi ya da Anglo-Amerikan modeli ile Kıta Avrupa’sı modeli.

Bu iki modeli, iki ayrı eksende ele almak mümkün: Birinci eksen; sosyal müdahaleden piyasa liberalizmine uzanan sağ/sol ekseni, diğeri ise ulusal devletin restorasyonundan federal bir Avrupa fikrine uzanan ulusal/ulus-üstü ekseni. Düzenlenmiş kapitalizm ya da Kıta Avrupası sosyal modeli, sol ve ulus-üstü yaklaşımların kesiştiği alanda ortaya çıkarken, neo-liberalizm ise sağ ve ulusal eksenlerin kesiştiği alanda ortaya çıkmaktadır (Şekil 1). Böylece sosyal korumacı yaklaşım, karar süreçlerinin ve sosyal politikanın Avrupa ölçekli hale getirilmesini savunurken, neo-liberalizm Avrupa ölçeğinde bir sosyal politika ile Avrupa ölçekli demokratik kurumların (örneğin Parlamentonun) güçlendirilmesine karşı çıkmakta ve sosyal politikanın ulusal devletlerin yetki alanında kalmasında ısrar etmektedir.[15]

Bu çerçevede, Avrupa sermaye hareketlerinin keyfiliğinin, piyasa anarşisinin ve otoriter ulus ötesi şirketlerin sosyal dengeyi bozucu stratejilerinin dizginlenmesi için sosyal politikaya ilişkin iradenin ve kurumların AB düzeyinde oluşturulmasının gerekli olduğunun altı çizilmektedir.[16] Habermas, küreselleşme süreciyle birlikte özellikleri ne olursa olsun ulusal hükümetlerin, artan bir biçimde ulus ötesi ağlara takıldıklarını ve bağımlı hale geldiklerini; seçtikleri sosyal politika ne olursa olsun kuralsızlaşmış piyasaların, özellikle de malî piyasaların dayattığı kısıtlara boyun eğmek zorunda kaldıklarını; bu nedenle de Anayasa ile güçlendirilecek bir Avrupa bütünleşmesinin küresel ekonominin yeniden düzenlenmesi ve istenmeyen sonuçlarının dengelenmesinde etkili olacağını yazmaktadır.[17] Avrupa sendikaları da sosyal politika konusunda AB’nin ulus-üstü karar süreçlerinin güçlendirilmesi gerektiğini savunmaktadır.

Egemen ulus-devletlerin Avrupa ölçeğinde bir sosyal politikaya alan bırakmadığı, AB’nin piyasa-yapıcılığına odaklandığı, ulus-devletlerin sosyal refah uygulamalarının dokunulmaz kaldığı ve aslında bir AB sosyal politikası olmadığı iddiaları sıkça dile getirilmekle birlikte Avrupa bütünleşmesi ve sosyal politikada alınan yol, ulus-devletlerin sosyal politika alanındaki tekelini her geçen gün aşındırmaktadır.

1980’lı yıllarda topluluk sosyal politikasında yeni açılımlar gündeme geldi. Bu dönemde yaşanan Akdeniz genişlemesi Toplulukta sosyal damping korkusunu ve buna karşı sosyal politika alanında yapılması gerekenleri daha yoğun bir biçimde gündeme getirmeye başladı.[18] 1989’da Topluluk Sosyal Şartının müzakereleri sırasında, Topluluğun sosyal politika alanında müdahaleci düzenleyici rolünü savunanlar ile laissez-faire yaklaşımını savunanlar arasında keskin bir bölünme yaşandı.[19] İkinci eğilimin önde gelen temsilcisi İngiltere, ILO sözleşmeleri ile Avrupa Sosyal Şartından (1961) esinlenerek hazırlanan ve 12 temel sosyal hakkı güvence altına alan Topluluk Sosyal Şartını onaylamadı. Ancak diğer 11 ülke tarafından 1989’da kâbul edilen Topluluk Sosyal Şartı, İngiltere dışındaki AB üyeleri için ortak bir sosyal politika zemini oluşturmuştur.

Avrupa bütünleşmesinde geri dönülmez bir aşamayı temsil eden 1992 Maastricht Antlaşması ise İngiltere’nin olumsuz yaklaşımı nedeniyle beklenen Avrupa Sosyal Birliği’ni gerçekleştirememiş ve Roma Antlaşması’nın sosyal politikaya ilişkin hükümlerinde hiçbir değişiklik yapılamamıştır. Ancak İngiltere’nin bu tutumu karşısında diğer 11 ülke ayrı bir Sosyal Politika Anlaşması’nı imzaladılar ve böylece sosyal politika alanında “iki vitesli” bir süreç başladı. İşçi Partisi’nin iktidara gelmesinden sonra 1997’de Sosyal Şartı da içeren Amsterdam Antlaşması’nı imzalamasına karşın, İngiltere; AB içinde sosyal politikaya karşı neo-liberalizmin koç başı olmaya devam etmektedir.

Haziran 2004 Brüksel zirvesinde AB liderleri tarafından kâbul edilen ve önümüzdeki günlerde onay süreci başlayacak olan AB Anayasası, sosyal politika açısından önem taşıyan bir diğer belgedir. Anayasa, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin (İHAS), AB hukukunun genel ilkelerini oluşturacağını belirtmektedir. Anayasa’nın sosyal politika açısından en önemli yönlerinden biri, Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nın, Anayasanın ikinci bölümüne olduğu gibi aktarılmış olmasıdır. Böylece Aralık 2000 Nice zirvesinde kâbul edilen Temel Haklar Şartı’nın hukuksal statüsüne ilişkin tartışma sona ermiştir. Anayasa’nın bir parçası olan Temel Haklar Şartı, klasik hak ve özgürlükler yanında örgütlenme, grev, toplu sözleşme, yönetime katılma ve iş güvencesi gibi sosyal haklara da ayrıntılı bir biçimde yer vermektedir

Temel sosyal haklara AB Anayasası’nda yer verilmesi, AB Sosyal sistemini fazla katı bulan ve esnekleştirilmesini isteyen neo-liberaller tarafından şiddetle eleştirilmektedir. Anayasa’da yer alan sosyal haklar bildirgesinin (Bill of the Social Rights) piyasaları daha rekabetçi yapmaya çalışan liberal güçleri yavaşlatacağı ve rekabetçilik ile esneklikten geriye doğru giden ciddi bir adımı temsil ettiği iddia edilmektedir.[20] Ancak neo-liberallerin ayak diretmelerine rağmen AB Anayasası sosyal hakları içeren bir metin haline gelmiştir.

AB SOSYAL POLİTİKASININ YORUMU SORUNU

AB sosyal politikalarının nasıl yorumlanacağı ve Türkiye’nin uyumunun nasıl gerçekleşeceği konusunda sendikalar, işveren örgütleri, bilim çevreleri, hükümet ve AB organları arasında önemli yaklaşım farkları göze çarpmaktadır. Dar yorumu benimseyen hükümet ve işveren örgütleri, AB sosyal politikası için AB Antlaşmaları ve yönergelerinin lafzını esas almakta ve sosyal politika uyumunu yönergelerle sınırlı teknik bir sorun olarak değerlendirmektedir. Konuya geniş yorumla bakılacak olursa; AB Antlaşma ve yönergeleri yanında, Kopenhag kriterleri ile AB Antlaşma ve belgelerinin atıf yaptığı Uluslararası Antlaşma ve Sözleşmeler ile evrensel hukuk normları ve AB’nin yaslandığı temel değerler sosyal politika uyumunda esas alınmalıdır.

AT Antlaşmasının sosyal politikaya ilişkin en önemli maddeleri (Anayasa ile de esas olarak korunan) 136. ve 137. maddelerdir. 136. madde sosyal politikaya ilişkin ilke ve hedefleri belirlerken, 137. madde topluluk organlarının bu hedeflere ulaşmak için yetkilerini ve karar alma yöntemlerini saptamaktadır. Topluluk organları, ücretler, örgütlenme özgürlüğü, grev ve lokavt konuları dışında kalan diğer sosyal politika alanlarında bağlayıcı karar alabilecektir.

137/4’e göre, bu madde uyarınca kâbul edilen düzenlemeler, üye ülkelerin bu madde ile uyumlu olan “daha sıkı koruyucu” kuralları korumasını ya da yenilerini almasını engellemeyecektir. Bir diğer deyişle, madde ile öngörülen düzenlemeler asgari olup mevcut daha koruyucu düzenlemelerin aşağıya çekilmesini gerektirmemektedir.

137/5’e göre, bu maddenin düzenlemeleri ücretler, örgütlenme, grev hakkı için geçerli olmayacaktır. Buradan hareketle AB üyeliğinin kollektif sosyal/sendikal haklar konusunda bir kazanım sağlamayacağı iddiası ileri sürülmektedir. Oysa bu kural sadece Topluluk organlarına bağlayıcı karar alma konusunda sınırlama getirmekte olup genel olarak örgütlenme ve grev hakkının Topluluk hukuku dışında olduğu anlamına gelmemektedir. Bu kural bir istisna niteliği taşımaktadır ve dar yorumlanması gerekir.[21] AB’nin örgütlenme özgürlüğü ve grev hakkı konusunda düzenleme yetkisinin olmaması, AB’nin grev hakkını ihlâl ve ihmal ettiği anlamını taşımamaktadır. Çünkü örgütlenme ve grev hakkı ön koşul niteliğindeki siyasî kriterlerinin bir parçasıdır. Bunu, çeşitli AB belgelerinde açıkça görmek mümkündür.

AB’nin kendini bağlı saydığı uluslararası antlaşmalar ve insan hakları sözleşmeleri nedeniyle; temel sendikal/sosyal haklar, AB hukukun olmazsa olmaz bir parçasıdır. AB Anayasası; AB’nin ”insan onuru, özgürlük, demokrasi, eşitlik, hukuk devleti ve insan haklarına saygı temelinde kurulduğunu” belirtilmekte ve “çoğulcu toplum, hoşgörü, adalet dayanışma ve ayırımcılığın reddinin üye ülkelerin ortak değerleri olduğunu” vurgulamaktadır.

Topluluk Antlaşmasının 6. maddesi ile, Birlik kendini İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (İHAS) ile bağlı saymaktadır. Antlaşmanın 136. maddesinde Topluluk Temel Sosyal Haklar Şartı’na ve Avrupa Sosyal Şartı’na (ASŞ) açıkça atıfta bulunulmuştur. Anayasa’nın bir parçası olan Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nda, İHAS, ASŞ, Adalet Divanı (ATAD) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) içtihat hukukundan kaynaklanan haklar teyit edilmiştir.

Haziran 1993’te Kopenhag Zirvesi’nde kâbul edilen ve “Kopenhag siyasî ölçütleri” olarak bilinen kararlar; AB üyeliği için gerekli ölçütleri sıralarken, demokrasi, hukuk devleti ve insan haklarını garanti altına alan kurumların istikrarlı bir biçimde varlığını ön koşul olarak belirtmiştir. Bu hakların sadece kağıt üzerinde varlığını değil, günlük yaşamda fiilen uygulanması gerektiğini vurgulamıştır. Bu nedenle örgütlenme ve grev hakkı siyasî kriterler bağlamında AB hukuku kapsamındadır.

Kopenhag kriterleri çerçevesinde, sosyal/sendikal hak ve özgürlüklerin eksiksiz varlığı bir siyasî kriter olarak değerlendirilmekte ve bu nedenle, Konsey tarafından hazırlanan Katılım Ortaklığı Belgeleri (KOB), Komisyon tarafından hazırlanan Düzenli İlerleme Raporlarında sendikal/sosyal haklar, siyasî kriterler bölümünde yer almaktadır.

Tüm yukarıda sayılanlar göstermektedir ki, sosyal politika alanında AB normlarına uyumun sağlanması, AB’nin sosyal politikaya ilişkin çoğu teknik nitelikli yönergelerinin iç hukuka aktarılması ile mümkün değildir. Temel sendikal ve sosyal hakları güvence altına alacak bir mevzuat ve zihniyet değişikliği olmadan sosyal politika uyumundan söz edilemez.

Ancak Türk sermaye çevreleri aynı kanaatte değil. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK), uyum sürecinde geniş yoruma karşı çıkmakla kalmayıp, var olan koruyucu düzenlemelerin daha da daraltılmasını istemekte, AB’nin sosyal politikasını, emredici düzenlemeler (Topluluk Antlaşmaları ve Yönergeler-Acquis) ve onların lafzı ile sınırlı yorumlamaktadır. Türkiye’nin uyumunun büyük ölçüde gerçekleşmiş olduğunu[22] ve zaten AB’de sosyal politika alanında çok fazla ortak standart bulunmadığını ileri süren TİSK, şu görüşleri dile getirmektedir.[23]

“Avrupa Birliği’ne tevdi edilen Ulusal Program’ın çalışma hayatına ilişkin taahhütleri konusunda çok ciddi endişeler yaşıyoruz. Programın bazı bölümlerinde, AB’nin ülkemizden talep etmediği, ayrıca Birliğin Tüzük ve Yönergelerle ortak düzenlemeye gitmediği, dolayısıyla Türkiye’den yerine getirilmesi istenmeyen pek çok düzenlemenin taahhüt edildiği dikkati çekmektedir.”[24]

AB sosyal politikasının dar yorumu hükümet ve işveren çevreleri ile sınırlı değildir. Bu yaklaşıma sendikal çevrelerde de rastlanmaktadır. Türk-İş, AB sosyal politikası konusunda uzunca bir süre dar yoruma yakın durmuş ve “AB üyeliğinin sendikal hak ve özgürlükler ve temel işçi hakları açısından doğrudan hiçbir katkısı yoktur” görüşünü savunmuştur.[25] AB sürecinin, sendikalar ve çalışanlar açısından yaratacağı olanaklar yeterince irdelenmemekte, AB’nin müktesebatında sendikal/sosyal haklar açısından önemli bir yenilik olmadığı, AB üyeliğinin çalışanlara bir yararı olmayacağı hattâ zararı olacağı gibi eksik/hatalı değerlendirmeler yapılmaktadır.[26] Bu değerlendirmeler sosyal politika uyumu konusunda aktif ve pozitif bir rol oynaması gereken sendikaları sürecin dışına düşürmektedir.

AB üyeliğinin; işçi hakları açısından hiçbir katkısının olmayacağı; hattâ işçi haklarının daha kötüleşeceğine ilişkin düşünceler bilim çevrelerinde ve solda da dile getirilmekte, AB’nin “ezilenlerin afyonu” olduğu tezlerine rastlanmaktadır.[27] AB üyeliğinin işçi sınıfı lehine olacağını söylemek “aymazlık, yeni mandacılık ve protektoracılık” olarak nitelenmekte, dahası AB üyeliğinin lehte düzenlemeler bir yana var olan hakların da geriye çekilmesine yol açacağı ve işçi sınıfı adına AB’ye girişi savunacak bir şeyin olmadığı iddia edilmektedir.[28] Bir diğer değerlendirme ise; AB’nin Türkiye’den birçok alanda değişiklik isterk en, sendikacılıkla ilgili yasalar konusunda hiçbir istemde bulunmadığı şeklindedir.[29] Oysa 2001 ve 2003 Katılım Ortaklığı Belgeleri ve 1998-2003 arası yayımlanan altı ilerleme raporu sosyal ve sendikal haklar alanında son derece detaylı eleştiri ve önerilere yer vermektedir.

AB organları ise sosyal politika alanında geniş yorumu tercih etmektedir. Bunu KOB ve İlerleme Raporlarının içeriğinden ve sistematiğinden anlamak mümkündür. İlerleme Raporlarında sendikal ve sosyal haklar iki ayrı bölümde ele alınmaktadır. Bunlardan biri Siyasî Kriterler bölümünde yer alan Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar başlığı, diğeri ise müktesebata uyum başlığı altında istihdam ve sosyal politika bölümüdür. AB, sendikal/sosyal hakları açıkça siyasî kriterler bağlamında değerlendirmektedir.

Grev hakkı, AB sosyal politikasının geniş yorumu konusunda çarpıcı bir örnek oluşturmaktadır. Şişecam grevinin ertelenmesiyle ilgili Kristal-İş Sendikasının mektubunu yanıtlayan Avrupa Komisyonu’nun Genişlemeden sorumlu üyesi Günter Verheugen, şu görüşlere yer vermiştir.[30]

“Grev hakkının düzenlenmesi ile ilgili bir Topluluk mevzuatı olmasa da Grev hakkı, AB üyesi ülkelerin ulusal anayasalarında saygın bir yer almasının yanında çeşitli uluslararası sözleşmeler tarafından (Uluslararası Çalışma Örgütü sözleşmeleri ve Avrupa Temel Haklar Şartı gibi) temel bir hak olarak tanınmıştır. Dahası, Kopenhag Kriterlerine uygun olarak aday ülkelerin temel insan haklarına, kültürel haklara ve sosyal haklara saygı göstermeleri gerekmektedir. Grev hakkını içeren sendikalaşma ve toplu pazarlık hakkı bu sosyal haklardan biridir”

Sonuç olarak AB sosyal politikasına uyum, sadece AB müktesebatının teknik hükümlerine uyum sorunu değil, temel sendikal hak ve özgürlükler açısından, AB’nin benimsediği hak ve özgürlüklerin ve değerlerin kâbul edilmesi sorunudur.

SENDİKALARIN YAKLAŞIMI

Sendikaların AB sürecinde takındıkları tutum, sosyal politika uyum sürecini doğrudan etkilemektedir. Sendikaların yaşadığı tereddüt ve gel-gitler hükümetlerin sosyal politika alanında ağırdan almasını kolaylaştırmaktadır.

Türk-İş, 1960’ların başlarından 2000 yılına kadar Türkiye’nin AET/AB üyeliğine olumlu bakmış, ancak 2000 yılından itibaren, tutumunda köklü bir değişiklik yaşanmıştır. 1995 Genel Kurulunda alınan ve Türk mevzuatının AB standartlarına uygun hale getirilmesi kararına rağmen, 2000 yılında Türk-İş Genel Başkanı Bayram Meral tarafından yapılan bir değerlendirmede şu görüşlere yer verilmiştir:[31]

“Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde sendikal hak ve özgürlükler alanında önemli adımlar beklemek de gerçekçi değildir…. Türkiye’nin daha da demokratikleştirilmesi, 12 Eylül sonrasında askerî yönetimi destekleyen bazı AB ülkelerinin çabalarıyla olmaz. Daha da demokratikleşme, Türk işçilerinin kendi demokratik mücadelesi ile gerçekleşecektir”

Türk-İş, Cumhurbaşkanı Sezer’e sunduğu 11 Aralık 2001 tarihli ‘AB Türkiye’den Ne İstiyor’ başlıklı raporla, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı açıkça karşı tutum almaya başlamıştır.[32] Rapor, AB’nin sosyal boyutunu irdelemeyi göz ardı eden, tamamen siyasal sorunlar etrafında hazırlanmış bir bildirge olarak değerlendirilebilir.

Bu raporun ardından, Türk-İş ve üye sendika yöneticilerinin önemli bir bölümünün de imzalarının yer aldığı ve Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan tam sayfa bir gazete ilânı yayımlanmıştır.[33] İlanda şu görüşlere yer verilmiştir:

“Türk ulusunun tarihine, yeteneklerine ve hedeflerine büyük bir saygısızlık göstererek, Avrupa Birliği’ne girmeyen bir Türkiye’nin, bir Ortadoğu diktatörlüğüne dönüşeceğini ileri sürerek, büyük bir acele ile Avrupa Birliği’nin Türkiye’den istediği bütün taleplerin yerine getirilmesi konusunda teslimiyetçi bir tavır izlemektedirler”.

Türk-İş’in son yıllarda AB konusunda izlediği ikircikli tutumun özellikle sosyal politika alanında yapılabilecek reformların yetersiz kalmasında dolaylı bir rol oynadığını, gerek hükümet, gerekse Komisyon düzeyinde sosyal politikanın geliştirilmesi yönünde yapılabilecek girişimleri aksattığını söylemek mümkündür.

1980-90’lı yıllarda AB üyeliğine karşı çıkan Hak-İş ise, daha sonra bu tavrını terk etti ve giderek AB üyeliğinin ısrarlı savunucusu haline geldi. Hak-İş’in eski yaklaşımı şu yöndeydi:

“Türkiye’nin Müslüman bir ülke olması, Avrupa ile entegrasyonda ciddi bir sorun teşkil etmektedir…Türkiye, tarihi, ahlaki, felsefi, dini ve millî karakterleri itibari ile Batılı değildir. Batılılaşma Türk toplumunun gündemine her zaman bir ihanet ve yabancılaşma olayı olarak girmiştir (…) Eğer mutlaka AT üyeliği için ısrar edilecek olursa, bu mutlak bir teslimiyet anlamına gelecektir.... Öte yandan Türkiye’nin AT’a başvurusu yürürlükteki anayasa ve yasalar açısından hukuki açıdan ağır bir cürüm oluşturmakta, devletin bağımsızlığını, ülkenin bütünlüğünü tehdit eden bir nitelik arz etmektedir. Müesses nizamı tebdil ve tağyire yönelik bir cürüm oluşmuştur. Bu konuda iktidar ve muhalefet partilerinin sessiz kalmaları düşündürücüdür.”[34]

Hak-İş, aynı raporda AT üyeliğinin egemenliğin devri anlamına geleceğini ve mutlaka referanduma başvurulması gerektiğini savunmaktadır.[35] 2003 yılına gelindiğinde ise Hak-İş’in köklü bir görüş değişikliğini benimsediği görülecektir. Hak-İş, AB uyum sürecinde yapılan reformları “Atatürk’ün başlattığı çağdaşlaşma ve Batılılaşma projesi yönündeki ileri bir aşama” olarak tanımlamaktadır”:[36]

DİSK’in kuruluş bildirgesinde doğrudan AET’ye bir atıf olmamasına karşın “kapitalist kalkınma yoluna” karşı köklü eleştirilere yer verilmişti.[37] DİSK’in kurucularının büyük ölçüde Türkiye İşçi Partisi’ne ve sosyalist düşünceye yakın olması, DİSK’in 1980’lere kadar Ortak Pazar karşı çıkan tutumunu açıklayıcı niteliktedir. DİSK 1979’da[38] “NATO, CENTO, OECD ve Enerji Ajansı gibi askerî ve ekonomik örgütlerden çıkılması, AET ve IMF ile ilişkilerin kesilmesi” gerektiğini karara bağlamıştı.

1994 yılında toplanan DİSK Genel Kurulu’na sunulan çalışma raporunda sendikaların sosyal boyutlu bir Avrupa için mücadele ettikleri belirtilmekte ve AB üyeliğine ilişkin herhangi bir karşı çıkışa rastlanmamaktadır.[39]

KESK, “AB’nin; Avrupa sermayesinin çıkarları ve ihtiyaçları çerçevesinde şekillenen bir kurum” olduğunu savunarak, sermayenin Avrupasına karşı emeğin Avrupası yaklaşımını öne çıkarmaktadır. 16-17-18 Ağustos 1996 tarihinde toplanan KESK 1. Genel Kurulunda AB ile ilgili alınan bir kararda[40] şu değerlendirme yapılmıştır:

“KESK, AB’nin sermaye denetimindeki emekçilerin kazanımları aleyhine üretilen politikalarını tespit ederek, sermayenin Avrupa’sına karşı Avrupa ülkelerindeki emekçilerin yürüttüğü mücadeleyi destekler. (...) Avrupa’daki emekçilerin iktidarının ve emeğin Avrupa’sının kurulması mücadelesine katkı yapmayı önüne hedef olarak koyar, Avrupalı emekçilerin mücadele deneyimlerinden dersler çıkarır, kazanımlarının korunması ve geliştirilmesi için çaba harcar.”

görüşlerine yer verilmiştir. AB konusunda eleştirel bir tutum takınan KESK Türkiye’nin AB üyeliği konusunda açık bir tutum ifade etmemekle birlikte Avrupalı emekçilerin kazanımlarına ve sosyal Avrupa yaklaşımına vurgu yapmaktadır.

SOSYAL POLİTİKADA UYUMA DİRENÇ

Türkiye’de sermayenin ve devletin sosyal politika konusundaki dirençleri ve uluslararası normlara uyum konusundaki gönülsüzlükleri köklü bir geçmişe sahiptir. Türkiye 1952 yılında onayladığı örgütlenme özgürlüğü ile ilgili 98 sayılı ILO sözleşmesinin gereklerini yerine getirmediği için yarım yüzyıl sonra, bugün bile ILO tarafından eleştirilmektedir. ILO’nun 1948 yılında kâbul ettiği sendika özgürlüğü ve örgütlenme hakkına ilişkin 87 sayılı sözleşme (özellikle sendikalaşma hakkının devlete karşı güvence altına alınması hakkında) Türkiye tarafından tam 44 yıl sonra, 1992’de kâbul edilmiştir. Ancak gerekleri hâlâ yerine getirilmemiştir. 1961 tarihli Avrupa Sosyal Şartı’nı, 1989 yılında onaylayan Türkiye, Şart’ın en önemli hükümlerine; adil çalışma şartları hakkı (m.2), işçi sağlığı ve iş güvenliği hakkı (m.3), sendika hakkı (m.5), toplu pazarlık hakkı (m.6), çalışan kadınların korunması (m.8), bedensel ya da zihinsel özürlülerin mesleksel eğitimi hakkı ve mesleksel ve yeniden uyum hakkı (m.15), çekince koymuştur. Avrupa Sosyal Şartı’nın 1996’da revize edilen son şeklinin onaylanması ise henüz gündeme bile gelmemiştir.

Bu geleneksel direnç politikası, AB uyum sürecinde de devam etmektedir. Bu süreçte gerçekleştirilen 2001 ve 2004 Anayasa değişiklikleri ve toplam yedi “uyum paketi” içinde, en az yer verilen alan sosyal hukuk ve sosyal politika olmuştur. İlerleme Raporları ve KOB’da dile getirilen AB ilkelerine ve müktesebatına aykırılıkların ortadan kaldırılması için sosyal hukuka ilişkin yapılması gereken düzenlemeler ısrarla geciktirilmektedir. Son olarak Avrupa Parlamentosu tarafından 1 Nisan 2004 tarihinde onaylanan Türkiye Raporunda da Türkiye’de sendikal hakların tam olarak güvence altında olmadığı, sosyal diyalogun son derece sınırlı olduğu vurgulanmakta ve hükümetten sınırlamaları ortadan kaldırarak AB ülkelerindeki sendikal yasalara benzer yasaları çıkartması istenmektedir.[41] Ancak buna rağmen Mayıs 2004’te gerçekleştirilen Anayasa değişikliği paketi içinde sendikal haklara yer verilmemiştir.[42]

Sosyal politika alanındaki direncin en anlamlı göstergelerinden biri 2001 ve 2003 Ulusal Programları (UP) arasındaki farktır. 2003 Ulusal Programı özellikle sendikal haklar ve sosyal politika açısından 2001 UP’nin çok gerisinde bir yaklaşım sergilemektedir.

2001 UP’nin Siyasî Kriterler bölümünde “sendikal haklarla ilgili mevcut sınırlamaların gözden geçirilmesi… ve sendikal hakların 87 ve 98 sayılı ILO Sözleşmeleri ve Avrupa Sosyal Şartı doğrultusunda yeniden düzenlemesi” hedefine yer veriliyordu. Ayrıca Sosyal Politika bölümünde “grev yasağının kapsamının daraltılması, yüzde on yetki barajının kaldırılması ve kamu personeline sendikalaşma hakkı” tanınması konularında düzenleme yapılması öngörülüyordu. Ancak 57. hükümet, UP’de yazılanlara rağmen bunların gereğini yapmadı. 59. hükümet ise bu taahhütleri UP’den tümüyle çıkarttı. 2003 UP, AB’nin sosyal boyutunu küçümseyen, Anglo-Saxon ve neo-liberal bir bakış açısını yansıtmaktadır.

2003 UP’nin, Siyasî Kriterler bölümünde, 2001 UP’nin aksine sendikal-sosyal hak ve özgürlüklere tek kelime bile yer verilmemiştir. “Sosyal politika ve istihdam bölümünde” ise büyük ölçüde teknik düzenlemeler yer almıştır. 2001 UP’de taahhüt edilen sendikal ve sosyal hakların AB normları ve ILO sözleşmelerine uyumlu hale getirilmesi hedefinden neden vazgeçilmiştir? Bunun cevabını işveren örgütlerinin taleplerinde görmek mümkündür.

“Avrupa Birliği’ne tevdi edilen Ulusal Program’ın çalışma hayatına ilişkin taahhütleri konusunda ciddi endişeler taşıyoruz. Ulusal Program’ın yapılacak ilk revizyonunda; Kısa vadeli gerçekleştirilmesi öngörülen ve siyasî kriterler arasında yer alan hak grevi ve iş güvencesi gibi konular Programdan çıkartılmalı, kısa ve orta vadede ele alınması öngörülen konular yeniden değerlendirilmeli ve Türk ekonomisinin rekabet gücünü zayıflatacak hiçbir düzenlemeye yer verilmemelidir.”[43]

İşveren örgütlerince yapılan telkinler ile 2003 UP metni karşılaştırıldığında açıkça görülmektedir ki; 59. Hükümet bu telkinleri dikkate almıştır. UP’nin sendikal ve sosyal haklara ilişkin bölümü büyük ölçüde TİSK’in istemleri doğrultusunda revize edilmesine rağmen, TİSK revize edilmiş (2003) UP’nin takviminden de rahatsız olduğunu, sosyal politika uyumu için aceleye gerek olmadığını ve uyumun tamamlanması için 2004 yılı hedefinin erken olduğunu belirtmektedir:

“Bu alanla (sosyal politika) uyum çalışmalarının 2004 yılı sonuna kadar sonuçlandırılması zorunluluğu yoktur. Bu iş tam üyelik müzakerelerinin başlamasından ve bazı durumlarda ülkemizin üyeliğinden sonra bile devam edebilecek bir süreçtir. Önümüzde onca zaman varken, iki ayağımızı bir pabuca sokmaya çalışmanın ülkemizdeki sosyal barışı olumsuz etkileyebileceği, zaten düşük olan rekabet gücümüzü daha da düşürebileceği endişelerini taşıyoruz.”[44]

TİSK, sosyal politika konusunda uyum ölçütü olarak rekabet edebilirliği esas almakta ve rekabeti olumsuz etkileyebilecek sosyal düzenlemelerden (bunlar AB hukukun gereği olsa bile) kaçınılmasını ya da bunların ertelenmesini savunmaktadır.[45]

Türkiye’de sosyal politika alanında yaşanan direnç, ülkenin özgün sosyal gelişme çizgisi ve devletçi-otoriter geleneği ile yakından ilgilidir. Türkiye’nin kendine özgü koşulları, sosyal politika alanında devletçilik-paternalizm olarak ortaya çıkmaktadır. İnsel, devletçiliğin Türkiye’nin modernleşme sürecinde temel ilke olduğunu belirterek, devletçiliğin gerçek kapsamının devletin iktisada müdahale etmesiyle sınırlanamayacak kadar geniş olduğunu; hattâ iktisadî devletçiliğin gerekli görüldüğünde hemen atılacak bir safra olarak sunulduğunu yazmaktadır. Devletçilik; toplumdaki her türlü dinamiğin, devlet denetim ve gözetimi altında gerçekleştiği ve toplumsal gelişmenin devletin çıkarları açısından değerlendirildiği bir yaklaşımdır.[46] Devletçilik; sadece bir iktisadî kalkınma programının ifadesi değil, bir iktisadî faaliyet alanı kurarken bu alan içinde yer alacak devletin burjuvazisi ve devletin işçi sınıfını yaratmak teşebbüsüdür.[47]

Türkiye’de sosyal politikanın temel özelliği, sosyal ve sınıfsal dinamiklerin ürünü olarak değil, devletin etken olduğu bir süreç olarak gelişmesidir. Geç kapitalizm, geç işçi sınıfı ve geç demokratikleşme süreci Türkiye’de sosyal politikanın baskın karakterinin paternalizm olmasına yol açmıştır.Türkiye’nin Batı’ya göre geç sanayileşmesi ve Batı gibi bir Sanayi Devrimi yaşamaması, sosyal politikanın aşağıdan yukarıya bir basınç yoluyla gelişmesini engellemiştir. Batı tipi bir burjuva sınıfının oluşmaması ve bu burjuva sınıfının bir özgürlük mücadelesi yürütmemesi, tam tersine devletin kendisinin bir burjuva sınıfı yaratmaya çalışması Türkiye’de sosyal politikayı ve çalışma ilişkilerini farklılaştırmaktadır.

Paternalist yaklaşım, AB uyum sürecine de sinmiştir. 2001 Anayasa değişiklikleri ile 1982 Anayasasında köklü değişiklikler yapılmış, klasik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi konusunda önemli adımlar atılmıştır. Ancak 1982’den bu yana yürürlükte olan grev hakkı ile ilgili 54. maddeye ILO ve AB’nin yıllardır dile getirdiği eleştirilere rağmen dokunulmamış ve yine ILO ile AB’nin ısrarlı eleştirilerine rağmen kamu çalışanlarına toplu sözleşme ve grev hakkı tanınmamıştır. Oysa sınırsız sendika özgürlüğü, toplu sözleşme özerkliği ve grev hakkı geleneksel insan haklarının bir uzantısı durumundadır.[48] Bu çerçevede özellikle grev hakkının, Türkiye’nin aday üyeliğinden bu yana yargı kararlarına rağmen sistematik olarak ihlâl edildiği görülmektedir. AB uyum sürecinin başladığı 2000 yılından bu yana hiçbir etkili greve idare tarafından izin verilmemiş ve toplam 8 grev ertelenerek engellenmiştir (Tablo 1).

2004 Anayasa değişiklikleri doğrudan sosyal haklarla ilgili düzenlemelere yer vermemiş, ancak Anayasa’nın 90. maddesine eklenen bir fıkra ile dolaylı olarak sosyal hakları olumlu etkileyecek bir düzenleme yapılmıştır. Düzenlemeye göre sosyal ve sendikal hakları da içeren temel hak ve özgürlüklerle ilgili uluslararası antlaşmalarda yer alan hükümler ulusal yasaların yerini alabilecek ve antlaşmalarla çelişen ulusal yasalar geçersiz sayılacaktır. Bu değişiklik yargı organları tarafından uygulamada benimsenirse, uluslararası insan hakları sözleşmeleri ile çelişkili pek çok yasa hükmü uygulanmaz hale gelecek ve sosyal haklarda bir genişleme imkânı doğabilecektir.

Anayasa değişiklikleri dışında, toplam sekiz uyum paketi içinde sendikal/sosyal hakları doğrudan etkileyen tek düzenleme, üçüncü uyum paketi ile serbest bölgelerdeki grev yasağının kaldırılması oldu. Yapılan değişikliklere rağmen, 1982 Anayasası ile aralarında Sendikalar Yasası, Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası, İş Yasası, Kamu Personeli Sendikaları Yasası, Özel Öğretim Kurumları Yasası, Devlet Memurları Yasası ve Bazı Kurumların Korunması ve Güvenliklerinin Sağlanması Hakkında Yasa da olmak üzere pek çok yasada temel sendikal hakları sınırlayan çok sayıda düzenleme varlığını sürdürmektedir.

AB uyum sürecinde temel sendikal haklar konusunda uyumun ölçüsü Türkiye’nin de taraf olduğu ve onayladığı 87, 98 ve 151 sayılı ILO sözleşmelerinin gereklerinin yerine getirilmesi olmalıdır. Çünkü AB’nin benimsediği değerler; “insan haklarına ve temel özgürlüklere saygı “ ilkesi dolayısıyla bu sözleşmeler AB hukukunun bir parçası haline gelmiştir.[49]

AB süreci, sosyal politika ve sendikal haklar açısından elbette bir sihirli değnek değildir. Ancak bu süreç, hem genel demokratik hak ve özgürlükler hem de sendikal/sosyal haklar açısından önemli olanaklar sağlayacak potansiyeller içermektedir. Sermaye çevreleri ve siyasî iktidar neo-liberal bir Avrupa bütünleşmesi istemektedir. Bu bütünleşmede sosyal politikaya yer yoktur. Çünkü sosyal politika sermaye için sadece bir maliyet faktörü anlamına gelmektedir. AB uyum sürecinde sivil/siyasal hak ve özgürlüklerle ilgili direnç görece kolay aşıldı. Çünkü hem sermaye çevrelerinin hem de hükümet partisinin kendisinin sivil/siyasal özgürlüklere ihtiyacı vardı. Ancak sosyal hak ve özgürlüklerle ilgili direnci aşmak oldukça güç gözüküyor. Polanyi’nin sözünü ettiği, piyasaya karşı toplumu koruyacak karşı hareketin dinamikleri, neo-liberalizm toplumun hücre yapısını değiştirdiği için, şu anda bu rollerini oynamaktan uzaktalar.

[1]Friedrich A. Hayek, Law Legislation and Liberty, Volume 2: The Mirage of Social Justice, Chicago: The University of Chicago Press, 1976, s.67-69.

[2]Kari Polanyi Levitt, “The Great Transformation from 1920 to 1990”, Karl Polanyi in Vienna-The Contemporary Significance of The Great Transformation, Ed: Kenneth McRobbie, Kari Polanyi Levitt, Londra: Black Rose Books, 2000, s.3.

[3]Karl Polanyi, The Great Transformation: The Political and Economic Origins of Our Time, Second Beacon Paperback Edition, Boston: Beacon Press, 2001, s.136.

[4] Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm: Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri, İkinci Baskı, çeviren: Ayşe Buğra, İstanbul: İletişim Yayınları, 2002, s.194.

[5] Ronaldo Munck, Globalisation and Labour the New “Great Transformation, Londra: Zed Books, 2002, s. 176.

[6] Polanyi (2001), s.186.

(*) Polanyi’nın piyasanın insan doğası ile uyumsuzluğuna ilişkin tezleri ve piyasaya bu temelde yönelttiği eleştiriler, ekonomik indirgemeci ve dar sınıfçı sosyalist yaklaşımların da bir eleştirisi olarak da okunabilir. Polanyi’nin düşüncesi ,günümüzde küresel piyasaya yönelik eleştirel hareketlerin toplumsal çeşitliği ve hareket noktalarını anlayabilmek ve alternatif bir küreselleşme yaratabilmek açısından geç de olsa önem kazanmaktadır.

[7] Polanyi (2001), s.3.

[8] Helen Wallace ve William Wallace, Policy-Making in the European Union, Fourth Edition, Oxford: Oxford University Pres, 2000, s. 288.

[9] Robert R. Geyer, Exploring European Social Policy, Cambridge: Polity Press, 2000, s. 21-22.

[10] Mesut Gülmez, Avrupa Birliğinde Sosyal Politika, Ankara: Türkiye-AB Sendikal Koordinasyon Komisyonu, 2003. s.2.

[11] Gülmez, s.3.

[12] Ali Güzel, “Roma ve Maastricht Antlaşmaları Sürecinde Avrupa Sosyal Modeli ve Türkiye”, Metin Kutal’a Armağan, Ankara: Tühis, 1998Güzel (1998), s.100.

[13] Guglielmo Carchedi, For Another Europe A Class Analysis of European Economic Integration, Londra: Verso, 2001, s.240.

[14] Carchedi, s. 240.

[15] Liesbet Hooghe ve Gary Marks, The Making of a Polity: The Struggle Over European Integration, European Integration Online Papers, (EIoP Vol.1 (1997) No: 004, s.4 http://eiop.or.at/eiop/texte/1997-004a.htm (Erişim: 4 Şubat 2004).

[16] Richard Hyman, “Avrupa Birliği, Ekonomik Globalleşme ve Endüstri İlişkileri”, Çeviren: Ahmet Selamoğlu. IV. Ulusal Endüstri İlişkileri Kongresi. Ankara: Kamu-İş, 1995, s.117.

[17] Jürgen Habermas, “Why Europe Needs A Constitution”, New Left Review 11, Eylül-Ekim 2001, s.11-12.

[18] Frank McDonald, and Stephen Dearden. European Economic Integration. 3. baskı. Essex: Longman, 1999, s.187.

[19] McDonald, s.190.

[20] Georges De Menil, “Europe’s reforms will curb economic flexibility”, Financial Times, 4 Ağustos 2003.

[21] Gülmez, s.40.

[22] TİSK, İşveren Dergisi, Cilt XXXVIII, Sayı 6, Mart 2000

[23] TİSK, 21. Genel Kurul Çalışma Raporu, Ankara, 2001, s. 108.

[24] TİSK (2001) s. 108.

[25] Yıldırım Koç, Türkiye AB İlişkileri, Ankara, Türk-İş Yayını, 2001, s. 61; Türk-İş 19. Olağan Genel Kurul Çalışma Raporu, s. 506-507.

[26] Aziz Çelik, “Sendikalar Neden AB Sürecini Desteklemeli?”, Radikal gazetesi, 18 Haziran 2002.

[27] Kemal Ülker (Editör), Avrupa Birliği: Ezilenlerin Afyonu, İşçi Mücadelesi Tartışma Defterleri 2, , İstanbul: Ütopya Kitapevi Yayınları, Tarihsiz.

[28] Yüksel Akkaya, “Avrupa Birliği ve Sendikacılık”, AB, Türkiye, Editör: Mehmet Türkay, İstanbul: Yeni Hayat Kütüphanesi, 2003, s. 218-238.

[29] Engin Ünsal, “Sendikacılığımızın Dönüşüm Sorunu”, Cumhuriyet gazetesi, 13 Mayıs 2004.

[30] Günter Verheugen, Kristal-İş Sendikası Genel Başkanlığı’na gönderilen 3 Şubat 2004 tarihli mektup.

[31] Türk-İş 19. Olağan Genel Kurul Çalışma Raporu, 3-7 Aralık 2003, Ankara, 2003. s. 506-507.

[32] Türk-İş, Avrupa Birliği Türkiye’den Ne İstiyor? Ankara, 2001.

[33] Cumhuriyet gazetesi, 7 Haziran 2002.

[34] Hak-İş, 6. Olağan genel Kurul Faaliyet Raporu, Ankara 22, 23,24 Aralık 1989, s.471-472.

[35] Hak-İş (1989), s.351-352.

[36] Hak-İş, 10. Olağan Genel Kurul Faaliyet Raporu, 5-7 Aralık 2003, Ankara, 2003, ss. 22-23.

[37] “DİSK Kuruluş Bildirgesi”, Aktaran Alpaslan Işıklı, Sendikacılık ve Siyaset cilt 2, Ankara: Öteki Yayınevi 1995, ss287-298.

[38] DİSK (1980), s. 471.

[39] DİSK, 9. Genel Kurul Çalışma Raporu, 4-7 Ağustos 1994, İstanbul: DİSK Yayınları, 1994, s. 24-28.

[40] http://www.bes.org.tr/kesk-psi/genkurkararlari.htm (Erişim 16 Mayıs 2004).

[41] European Parliament, Report on the 2003 regular report of the Commission on Turkey’s progress towards accession, Rapporteur: Arie M. Oostlander, (COM(2003) 676 – SEC(2003) 1212 – C5-0535/2003 – 2003/2204(INI)).

[42] Aziz Çelik, “Anayasa Değişiklikleri Yetersiz: 54’üncü Madde Tabu mu”, Radikal gazetesi, 7 Mayıs 2004.

[43] TİSK, XXI Olağan Genel Kurul Çalışma Raporu, 22-23 Aralık 2001, Ankara ss 108-110.

[44] Bülent Pirler, “AB Mevzuatına Uyum ve Ulusal Program”, İşveren Dergisi, Cilt 41, Sayı 11, Ağustos 2003.

[45] “Ulusal Programa İlişkin TİSK Görüşleri”, İşveren Dergisi, Cilt 41, Sayı 11, Ağustos 2003.

[46] Ahmet İnsel, Türkiye Toplumunun Bunalımı, 4. Baskı. İstanbul: Birikim Yayınları, 2002, s. 14-15.

[47] İnsel, s.194.

[48] Güzel, s. 117.

[49] Gülmez, s. 184-185.