Lacan, Ayna Evresi ve Marx

Feuerbach doğaya çok fazla, politikaya çok az göndermede bulunuyor

K. Marx

İnsan doğası gerçek insan toplumu olduğundan, insanlar doğalarını ortaya koymak suretiyle insan toplumunu, toplumsal varlığı üretir, yaratır. O toplumsal varlık tek bir bireye karşıt soyut evrensel bir güç değil, bilakis her bir bireyin, onun kendi etkinliğinin, kendi hayatının, kendi tininin, kendi zenginliğinin aslî doğasıdır.

K. Marx

İnsan yavrusunun, çocuğun 6.-18. aylar arasına sıkışmış ‘ayna evresi öyküsünün’, o evreye ilişkin Lacan’ın söylediklerinin önemi ne? Lacan’ın konuya ilişkin makalesinin başlığı tam olarak şu; “Psikanalitik deneyimde açığa çıktığı biçimiyle özne-ben’in (I) işlevinin oluşturucusu olarak ayna evresi” (The mirror stage as formative of the function of the I as revealed in psychoanalytic experience). Birlikte okuyalım:

“Lacan’ın çalışmalarını diyalektik maddecilik felsefesi ve Marksizmdeki ideoloji sorunuyla yakın ilişki içerisinde değerlendirmek tuhaf görülebilir, fakat Lacan’ın Freud’u yeniden incelemesinin önemi kesinlikle bu bağlantıların kurulmasındandır, çünkü bu çalışmalar toplumsal süreçteki maddi özne teorisinin temelini oluşturmaktadır: Her zaman/zaten bu toplumsal süreçlerde oluşturulan, fakat hiçbir zaman bir dayanağa indirgenmeyen bir özne. Dolayısıyla Lacan’ın öznesi diyalektik maddeciliğin bu yeni öznesidir: Süreç içindeki özne... Süreç içindeki özneyi kavramak, Lacan’ın bireyin özne olarak inşâsında gösterenin (yani dil) belirleyiciliğini vurgulaması üzerine kurulmuştur... Dile verilen önem toplumsal süreçteki öznenin, diyalektik maddeciliğin gerektirdiği öznenin incelenmesinde bir yol açar” (R. Coward- J. Ellis, Dil ve Maddecilik, İletişim yay, 1985, s:165-166 çev: E. Tarım).

Başka kavramsal karşılıklarla da (ayrılma/bireyleşme gibi örneğin) anlaşılmaya çalışılmış o döneme ilişkin Lacancı yaklaşımın benim için anlamı daha yalın olarak şu: İnsan-öznenin, öznelliğin kuruluşunun ne denli meşakkatli ve çok katlı bir süreç içinde gerçekleştiğini göstermeye çalışması ve o sürecin -biraz zorlayarak söylersek- ilk durağına düşürdüğü o ışık.

Ama belki de burada biraz durmalı: Psikanalizle en geniş anlamıyla politikanın; ‘öznel’ olanın analiziyle, daha ‘nesnel’ olanın; önemli ölçüde bireysel bir etkinlikle, toplumsal düzeyde oluşturulanın herhangi bir biçimde yan yana getirilişi sakınmamız gereken bir şey değil mi? Eğer değilse bu aymazlık, mesela “siyasal süreçleri psikolojize etmenin dayanılmaz hafifliği” türü bir şeye mi kapı aralar, ya da daha genel anlamda indirgemecilik filan mı olur? Olabilir tabiî ki. Psikolojik indirgemecilik diye bir şeyden, yani, örneğin siyasal olguları bir tür değişmez psikolojik kuruluşa göre/indirgeyerek anlamaya ve açıklamaya çalışan bir tutumdan pekâlâ söz edilebilir: Siyasal eylemciliği psikopatik, şizoid, paranoid vb. zihinsel süreçler ve davranış kalıplarıyla yargılamaya yeltenildiğinde olduğu gibi. Ya da örneğin, Ekim devrimini ‘ulusal baba imgesine’ karşı bir isyan olarak açıklamak gibi. Ama konumuz bu değil. Şöyle düşünmemiz yeterli: Analiz bir vakum içerisinde gerçekleşmiyor. Psikanalitik teori de yalıtılmış, bütün bağlarının ve ilişkilerinin dışındaki, deyim yerindeyse aşkın bir birey üzere söz almıyor. Analiz, bir toplumsal ilişkinin/bağın varlığından söz etmemize izin ve imkân verecek şartların oluştuğu bir ortamda yürüyen bir etkinlik. Analistle analiz edilenin arasındaki bir bağın varlığında. Dahası, analiz her biri diğerinin düşünce, duygu ve davranışlarını yorumlamaya çalışan bir özneler-arası söylem olarak kuruluyor ve ilerliyor. Analitik ilişkinin içinde, -aslında başka bir dizi ilişki için de geçerli olan bir şeyden bahsediyorum- bazı temel toplumsal ilişki çekirdeklerinin/çökeltilerinin bulunduğunu da eklemeli. Keza, analitik deneyimin anlaşılması, toplumsal evrenin; temel kurumların/aygıtların, ilişki örüntülerinin, semboller düzeninin, dilin anlaşılmasına bağlı. Diğer yandan, bireysel ve toplumsal arasındaki karşıtlıkları ve kesişmeleri, ikisi arasındaki karşılıklı hareketleri ve etkileşimleri anlamamızı sağlayacak anahtarları başka nerede arayabiliriz ki, psikanalizle politik/sosyolojik çözümlemenin örtüşme noktalarından gayrı?


Lacan ayna evresine ilişkin geliştirdiği anlayışı ilk kez 1936 yılında Marienbad’da toplanan 14. Uluslararası Psikanaliz Kongresi’nde sunmuştur. Lacan’ın psikanalitik teoriye ilk resmî katkısı sayılabilir. Ancak söz konusu bu orijinal makale yayımlanmamış, sadece uluslararası psikanaliz dergisi International Journal of Psychoanalysis’in Ocak 1937 sayısında yayımlanmış raporda, altında hiçbir metin ya da özet olmaksızın sadece İngilizce başlığıyla (The Looking-Glass Phase) indeksde yer almıştır.1949’da yeniden yazılan ve Zürih’de toplanan 16. Uluslararası psikanaliz kongresinde sunulan versiyonu yayımlanmıştır:

“13 yıl önce, son kongremizde sunmuş bulunduğum ayna evresi anlayışı, o zamandan beri Fransa grubunun pratiğinde az çok yerleşik hale gelmiştir. Ancak, psikanalizde deneyimlediğimiz biçimiyle özne-benin oluşumuna tuttuğu ışık bakımından, özellikle bugün dikkatlerinize yeniden sunmaya değer diye düşünüyorum. Bu deneyim bizi, doğrudan Cogito’dan neşet eden her türlü felsefenin karşısında olmaya zorluyor” (J. Lacan, Ecrits, Routledge, 1997, İngilizceye çeviren: A. Sheridan).

Ayna evresi, Lacan’ın bütün çalışması boyunca değişmez bir referans noktası olmuş, yeni ve değişik biçimleriyle düşüncesinde daima aktif kalmıştır. Kabaca, insan yavrusunu en yakın hayvan akrabasından, şempanzeden ayırmaya olanak sağlayan bir deneye göndermede bulunur. “Ayna testi”, Lacan adını anmasa da, daha önce, insanların ve hayvanların biliş (cognition) tarzları üzerine çalışan Fransız psikolog Henri Wallon tarafından keşfedilmiş ve tanımlanmıştır: Henüz motor yetilerindeki (kas ve iskelet sistemi) bütün koordinasyonsuzluğa ve dezavantaja rağmen altı aylık çocuk, aynı yaştaki şempanzeden aynadaki yansısı karşısında büyülenmiş olmakla ayrılır. Şempanze de, başka hayvanlar da pek tabiî ki aynadaki yansısını algılamaktadır, ancak sadece insan yavrusu, kendisiyle yansısı arasındaki karşılıklı ilişkiyi sanki idrak edebilmekte ve sevinçle onu kendi imgesi olarak benimsemektedir. Şempanze ise, imgeyi yanıltıcı bularak ilgisini oradan çekmektedir:

“Belki hatırlayanlarınız olacaktır, söz konusu anlayışımızın kaynaklandığı insan davranışı ögesi, karşılaştırmalı psikolojinin bir olgusunca aydınlatılmıştı. Buna göre çocuk, kullanıcı zekâda (instrumental intelligence) kısa da olsa belli bir süre için, şempanzenin gerisinde kaldığı bir yaşta iken bile, aynadakini kendi imgesi olarak tanıyabilmektedir. Bu tanıyışın çocuğun içine doğduğunun bir belirtisi olan, Aha-Erlebnis (işte! - deneyimi) dediğimiz el ve yüz anlatımları, Köhler’e göre, içinde bulunulan durumun algılandığı bilincini, yani zekâ eylemi için aslî olan evreyi gösterir” (Ecrits).

Çocuğun, ayna imgesini izlerken veya kendi davranışlarını bir yetişkinin veya başka bir çocuğun benzer jestlerinde yansımış haliyle gözlerkenki haline ilişkin bu ampirik gözlem, aynı zamanda Lacan’ın egoyu yeni bir çerçevede tanımlamak üzere yola koyulduğu noktayı da oluşturmaktadır. Tam bu anda çocuk ansızın keşfettiği şeyi kutlar ve ‘ben buyum’ der, onu dışavurur/ifade eder görünmektedir:

“Çocuk kendisi dışında bir imgeyle özdeşleşir, ister gerçek bir imge ister başka bir çocuğun imgesi olsun. -aynı zamanda sanki- ‘bu imgenin görünürdeki bütünselliği, bedenim üzerinde yeni bir ustalık edinmemi sağlıyor’ demektedir. –ya da şöyle- ‘kendim dışındaki bir imgeyle özdeşleşirsem, daha önce yapamadığım şeyleri yapabilirim’” (D. Leader, Yeni Başlayanlar İçin Lacan, Milliyet yayınları 1997, çev: G.Ç. Güven)

Lacan dikkatimizi, çocuğun sevinç yüklü tepkisine, imgeyle büyülenmesine çeker:

“Gerçekten de bu eylem maymunda, imgeye hâkim olunarak boş bulunmasından sonra yitip gittiği halde, çocukta daha belirdiği an bir dizi davranışsal tepki yaratmaktadır. Tamamen oyun niteliğindeki bu davranışlarla çocuk, imgede varsayılan hareketlerle aynada yansıyan çevre arasındaki ve bu fiili (virtual) karmaşa ile onun aynada ikileştirmiş olduğu asıl gerçeklik yani, kendi bedeni, etrafındaki insanlar ve eşyalar arasındaki ilişkiyi deneyimlemektedir”. (Ecrits)

Beslenmesi, bakımı, güvenliği, yatıştırılma ve rahatlatılma ihtiyaçları vb. birçok bakımdan bütünüyle ebeveynlerine/bakıcılarına muhtaç ve bağımlı olduğu bu evrede çocuk, ayna evresinde, orada aynanın önünde, ilk taslakları biçiminde de olsa bir özerklik ve hâkimiyet vaadi/yaşantısı karşısındadır.

“Bu olayın altı aylıktan itibaren meydana gelebileceği Baldwin’den beri biliniyor. Onun tekrarı, bizleri ayna önündeki bebeğin bu şaşırtıcı manzarası üzerinde düşünmeye sevk ediyor. Henüz daha yürümeyi bile becerememiş, hattâ ayakta bile duramayan ancak bir insanın ya da yapay bir nesnenin (Fransa’da trotte-bebe, yürüteç dediğimiz) desteğiyle tutunabilen bebeğin, yine de sevinçli bir çaba içinde desteğinin engellemelerini aşıp, bedenin duruşunu az çok sarkmaya benzer bir tarzda sabitleyerek, imgenin bir anlık bir parçasını geri getirmeye, onu bakışı içinde tutmaya çalışması üzerinde düşünmeye.” (Ecrits)

Onu büyüleyen de tam budur. Ama aynı zamanda ele geçiren: o özerklik ve hâkimiyet vaadi.

“Şempanzenin ayna imgesinin epistemolojik bir boşluk (epistemolojical void) olduğunu tanıyıp dikkatini başka bir yere yöneltebildiği yerde çocuk, aldatılmış kalmaya ilişkin sapkın isteğini muhafaza eder.” (M. Bowie, Lacan, Harvard University Press, 1991)

Ayna imgesi çünkü, oluşum halindeki egonun asgari düzeyde açıklanmasıdır. Bu oldukça sınırlı gözlem verisi temelinde, egonun daha sonraki serüvenine umut içinde bakmak ve olgun kendiliği, kendini-yapan insanı taslak halinde algılamak mümkün görünmektedir. Tam da bu nedenle sözü edilen şey, çocukluğun tek bir enstantanesi olmaktan çok, düzenleyici gelişme ilkesidir. Ya da, ayna evresini bireyin tarihinde sınırlı, gelip geçen bir evre olarak düşünmekten daha çok, insan-öznenin sürekli kavgasını verdiği bir mücadelenin, kendini inşâ etme mücadelesinin alanı olarak, deyim yerindeyse bir arena gibi anlamalı.

“...Özne-ben’in oluşumu, düşlerde bir kale, veya bir stadyumla sembolize edilir.” (Ecrits)


Nitekim daha sonra şunları yazacaktır Lacan:

“Bir fenomen olarak ayna evresine iki katlı bir değer atfediyorum. Birinci planda, çocuğun zihinsel gelişiminde tayin edici bir dönüm noktasına işaret ediyor olmasıyla tarihsel bir değeri vardır. İkinci olarak, beden imgesiyle esaslı bir libidinal ilişkiyi örneklemektedir.” (Aktaran: D. Evans, An Introductory Dictionary of Lacanian Psychoanalysis, Routledge 1997.)

Böylece sadece bir deney olma halini aşan özellikleriyle ayna evresi, öznelliğin yapısındaki temel bir boyutu temsil eder. Kalıcı bir öznellik yapısını, imgesel düzeni.

“Kişinin motor işlevlerinde ustalaşması ve insanın uzam ve hareket dünyasına girişi, bu yüzden temelli bir yabancılaşma pahasına gerçekleşebilir. Lacan, çocuğun imgede hapsolunması olgusunun altında yatan görsel alan ile ilişkisinin önemini vurgulamak üzere, bu özdeşleşmenin gerçekleştiği kayda ‘imgelemsel’ adını verir.” (D. Leader)

Öznenin biteviye bir biçimde kendi imgesiyle büyülendiği ve yakalandığı bir karşılaşma sahası.

Lacan, ayna evresi kavramını geliştirdikçe tarihsel değeri üzerine yaptığı vurguyu azaltarak, yapısal değerini giderek öne çıkarır. Ayna evresi özdeşleşme süreci yoluyla Egonun oluşumunu tanımlar. Ego, kişinin kendi ayna imgesiyle özdeşleşmesinin bir sonucudur:

“Ayna evresini, analizin bu terime kazandırdığı anlamda bir özdeşleşme olarak anlamalıyız. Özdeşleşme, yani öznede, bir imgeyi benimsediği zaman meydana gelen dönüşüm olarak. Analitik teoride antik bir terim olan imago’nun kullanılmış olması da, yazgısının böylesi bir evre-etkisine doğru olduğunu yeterince göstermektedir.” (Ecrits)

Buradaki tayin edici unsur, insan yavrusunun prematürlüğü (erken, vaktinden önce) doğumu olgusuna ilişkindir. İnsan daima prematür olarak doğar (“insanda doğumun spesifik prematürlüğü”). Tam bir motor kontrol sağlaması ve başarılı iradi eylemlere yetenekli olması için çok zaman geçmesi gerekecektir. Buna mukabil, insanın görme sistemi görece gelişkin bir haldedir. Bunun anlamı şudur: Bebek beden hareketleri üzerinde tam bir hâkimiyet kazanmadan önce de, aynada kendisini tanıyabilmekte ve kendi imgesini bir bütün olarak/halinde görmektedir.

Burada ama, şunları eklemeli: Lacan’ın yeni bir öznellik anlayışı geliştirdiğini, bunun bireyselliğe indirgenebilir olmayan bir öznelliği içerdiğini, böylece nesnel olanı anlama ufkumuzda da radikal bir dönüşüm yarattığını. Bu, özneyi egoya indirgeyen diğer öznellik anlayışlarından tamamen farklı bir pozisyondur. Zira ego, yukarıda da değinildiği üzere, ayna evresinde içselleştirilen (internalization) idealleştirilmiş imgelerin bir çökeltisi gibi tanımlanabilir. Bu evre öncesinde kendilik (self) birleşik bir bütün olarak henüz var değildir. Ayna evresinde; bebeğin deneyimi olan parçalanma (fragmentation) hali, aynadaki imgesinin kabulüyle bir tür bedensel bütünlüğün tasdikine dönüştürülür. Bebek ilk bütünlük ve özdeşlik duygusunu böylece yaşar. Ama aynı anda, parçalanma halini imgesel bir bütünlük ve birlik haline dönüştürmedeki başarı, imgenin sentezi karşısında duyulan sevinç bir tehditle karşılaşır. Söz konusu imgesel bütünlükle, bebek tarafından parçalanmış beden olarak deneyimlenen bedenin eşgüdümsüzlüğü arasında bir zıtlık olduğu duygusu belirir. O zıtlık bebek tarafından bir yandan kendi imgesiyle rekabet gibi yaşanır. Çünkü imgenin bütünlüğünün parçalı, eşgüdümsüz, eksik ama gerçek olan beden karşısında, bebek için oluşturduğu o tehdit, özne ile imgesi arasında agresif bir gerilime yol açar. Öznenin imgesiyle özdeşleşmesi o agresif gerilimi çözmek içindir. Egoyu oluşturan da bu ilksel özdeşimdir. (Ama burası, rekabetin ölümcül olmayabileceğini, bir ölümle/ yok etme ile sonuçlanmasının gerekmediğini gördüğümüz ilk örnektir belki de. Bütünüyle kurtulamayacağımız –enerjisini doğamızdaki agresif dürtüden aldığı ölçüde-, ama varlığını pekâlâ verimli bir gerilime, bir imkâna, bir olgunlaşma/yetkinleşme ümidine çevirebileceğimizi fark ettiğimiz ilk andır. Ama bizler ne zaman kaskatı kesiliyor ve her şeyi nasıl unutabiliyoruz? Kendimizi olağanüstü ve çok eziyetli bir ‘insanlık serüveniyle’ adım adım kurarken/insan yaparken biriktirdiğimiz onca şeyi nerede hoyratça harcıyor, nereye ve ne karşılığında savuruyor, boş veriyoruz? O ulvi heves ve emellerle aynı politik çatı altındayken bile, birbirimiz karşısındaki o inanılmaz, yıkıcı/yok edici agresyonu, öfkeyi; her türlü farklılığı ölümcül çağrışımlar eşliğinde okumayı ve anlamlandırmayı nereden, hangi enerji ve motivasyonlarla öğreniyoruz? Ne yazık!).

Diğer yandan aynadaki imge, hem boyutları, hem de ters yüz olmuş haliyle bebeğin aynısı değildir. Yabancı, dolayısıyla yabancılaştırıcı bir şeydir aynı zamanda. Yabancılaşma, psikanaliz geleneğinde daha önce belirgin hiçbir önemi ve ağırlığı olmayan bir kavramdır:

“Olgu şudur: Öznenin gücünün olgunlaşmasını (the maturation of his power) bir serap görüntüsü içinde ummasını sağlayan bedenin bütünsel biçiminin ona (özneye) yalnızca bir Gestalt olarak verilmesidir. Gestalt olarak, yani, içinde söz konusu o biçimin kesin bir biçimde kurulmuş olmaktan daha çok kurucu olduğu bir dışsallık içinde verilmesidir. Fakat o dışsallık içindeki söz konusu bedensel biçim bütünlüğü, özneye her şeyden önce onu aynı zamanda sabitleyen zıtlık yaratıcı bir boyut içinde (in a contrasting size) görünür. Ve aynı bedensel biçim bütünlüğü özneye onu ters yüz eden bir simetri içinde ve öznenin kendisine hayatiyet verdiğini hissettiği turbulent devinimlerle bir zıtlık içinde de görünür. Böylece, motor işleyiş tarzını henüz tam olarak bilemediğimiz, fakat gebeliğini insan türüyle bağlı saymamız gereken söz konusu Gestalt, görünüşünün bu iki özelliğiyle aynı zamanda hem özne-ben’in zihinsel sürekliliğini sembolize eder, hem de onun yabancılaştırıcı yazgısını haber verir. Çünkü Gestalt hala, özne-ben’i, insanın içine kendisini yansıttığı heykel ile ve özneyi boyunduruğuna alan hayaletlerle birleştiren tekabüliyetlere gebedir. Ve nihayet Gestalt, özne-ben’i, içinde özne-ben’in kendi yapımı olan bir dünyanın muğlak bir ilişki içerisinde tamamlanma eğilimi sergilediği bir kurgu-kişi (automaton) ile birleştiren bir tekabüliyete gebedir” (Ecrits).

Ayna imgesi özne-ben’in bir serabıdır ve bireyin bedensel biçim bütünlüğünü yaratmak üzere eşgüdüm ve ahenk sağlamaya ait gizil güçlerinin, potansiyelinin nihayetinde gerçekleşeceği vaadinde bulunur. Gerçekten de bu gelişmeleri başlatan bir işleve sahiptir. Fakat özne-ben’in ‘yabancılaştırıcı yazgısı’ da (alienating destination), bireyin kendisiyle mütemadiyen bir uyumsuzluk içinde olacağını duyurur. Özne-ben dur durak bilmez bir çabayla, dondurulması mümkün olmayan bir öznel süreci dondurmaya, kapatmaya, insanî arzunun oynak alanına eylemsizliği/hareketsizliği sokmaya, katıştırmaya uğraşır.

Lacan’ın bize gösterdiği imgedeki bu yabancılaşmanın ego’yla nasıl örtüştüğüdür. Ego, bedensel bütünlüğün başlangıçtaki eksikliğine dayanan yabancılaştırıcı bir özdeşleşmeyle yapılanır. Ne denli tamamlanmış görünürse görünsün, bunun ötesinde parçalanmış, eşgüdümsüz beden (Lacan’a göre Hieronymus Bosch’un resimlerinde oldukça iyi resmedilmiş olan) vardır. Bu yüzden ego, bütünün rahatsız edici eksikliklerini örten/gizleyen bir araç olmuştur ve bu yüzden analiz esnasında egoyla işbirliği kurma girişimleri (ego psikolojisinin önerdiği üzere) sonuçsuz kalmaya mahkûmdur. Ya da; içinde kendimizi tanıdığımız imge, ego daima yabancı bir öteki ego’dur. Bizler henüz tam olarak biçimlenmemiş arzuların bir toplamıyız. Sıkıcı olmak pahasına tekrarlayalım: Ego’yu oluşturan imge ile özdeşim anı, yani, öznenin imgesini kendisi olarak üstlenmesi sevinçle karşılanır. Zira imgesel bir hâkimiyet duygusuna yol açar. O imgesel zafer henüz başarılamamış şeyin gerçekleşeceği beklentisi ve ümidine ilişkindir. Arzulayan insan özne böylece, kendisine bütünlük sağlayan bir öteki çevresinde inşâ olur. Bu anlamda ayna evresi insan-öznenin merkezsizliğinin ilk kertesi sayılmalıdır.

Yukarıda anılan o sevinç anı/gösterisinin aynı zamanda depresif bir tepkiyi de beraberinde sürüklediğini vurgulamalı. O coşkulu sevinç anı kendi iflasını, bir hüsranla karşılaşacak olmasını sezdiren bir bağlamda belirir çünkü. Ayna evresinde ortaya çıkan her imgesel bütünlük, giderilmesi mümkün olmayan bir yarık/gedik (gap) üzerine kurulmuştur:

“Bütün hayvanlar kendi türlerinin imgesine duyarlıdır. Bu mutlak olarak esaslı bir husustur. Ve yaşayan yaratıkların bütününün sınırsız bir sefahat alemi olmaması bunun sayesindedir. Fakat insan varlığı kendi imgesiyle özel bir ilişki içindedir - bir eksiklik/yarık ilişkisi, yabancılaştırıcı bir gerilim ilişkisi. Burası, varlık ve yokluk düzeni olanağının, sembolik düzenin ortaya çıktığı yerdir” (The Seminar of Jacques Lacan, Book II, The Ego in Freud’s Theory and in the Technique of Psychoanalysis 1954-1955, der. Jacques-Alain Miller, W.W. Norton&Company, 1988).

(Burada M. Klein’ın paranoid-şizoid ve depresif pozisyonlarını hatırlatan dizilişin altını çizmeli: Çünkü Lacan, “ego’nun paranoyak yapısından”, ego’nun “paranoyak yabancılaşmanın kertesi” olduğundan, “analitik çabanın öznede kotrollü bir paranoyayı indükleme amacından” da söz eder).

Şunu da eklemeli: Gedik/yarık da çokluk ölçüsünde bir ‘gösteren gücü/potansiyeli’ içerir. Ayrıca diğeri olmaksızın hiçbiri böylesi bir güce sahip olamaz.

Çocuğun bir yandan, kendi nazik, sallantılı hâkimiyet duygusunu annenin tümgüçlülüğüyle (omnipotence) karşılaştırması; diğer yandan imgenin sentezi ve imgenin bütünlüğü tarafından büyülenme, çocuğun bedeninin eşgüdümsüzlüğü hakikatini yok edemeyecek oluşu o yarığın zuhur etme gerekçesini teşkil eder. Çocuk serseme döner. İmgesel bütünlük, kendi kuruluşunun yabancılaştırıcı ve dışsal niteliğini asla gideremeyecektir. O imgesel bütünlüğün özneye yönelttiği tehdidin en önemli sonucu; narsisizmin, agresif gerilimin kurucusu olarak farklı bir çerçeveye yerleştirilmesidir. Bu yüzden belki de gücün/iktidarın ve güce yönelik arzunun kaynağı, burada, imgesel kayıtta aranmalıdır.

Çocuk serseme dönmüş haldedir. Arı, saydam, mutlak, istikrarlı bir referans değildir imgelemsel ilişki. Ayna evresinde, kararlı, birleşik bir kimlik edinmek için imgesel ilişkide farklı ve öteki olanla özdeşim kurma ihtiyacı daima bir fazlalığa/artığa yol açacaktır. Daima bir farklı olan, bir istikrarsızlık kaynağı olarak bulunacaktır.

Bu durum, yani, imgesel temsilimizin istikrarlı bir kimlik edinmenin imkânı/kertesi olamadığı yer sembolik kaydın düşüldüğü yerdir. Zaten ayna evresi aynı zamanda sembolik bir boyut da içerir. Dahası, çocuğun doğumunu önceleyen, çocuğun içine doğduğu toplumsal, kültürel ve dilsel ağlar olarak sembolik, doğum anından önce buradadır. Çocuk doğumundan önce ebeveynleri ve ailesi tarafından inşâ edilmiş bir sembolik ağa sokulur, dahil edilir. Daha doğmadan ebeveynleri onun hakkında konuşur, bir isim seçer, geleceğini çizerler. “Dil doğum anından önce buradadır”.

“Eğer çocuk bir imge içinde ele geçiyorsa, özdeşleşme unsurları olarak anne babasının konuşmalarındaki imleyenleri benimseyecekti.... Bütün bunlar, çocuğu bir çizgiye, simgesel bir evrene soktuğu için, simgesel konuşmalardır. Bebek, kendi imgesine sözcükler ve isimlerle, dilsel temsilcilerle bağlanır... Çocuğun kimliği, onun anne babasının sözcüklerini nasıl anlamlandırdığına bağlıdır.” (D. Leader)

Keza sembolik ayna evresinde de, çocuğu taşıyan veya ona destek olan yetişkin figüründe vardır: Bebek, imgesini kendisi olarak sevinçle kabullendikten hemen sonra, sanki imgeyi onaylamasını istermişçesine Büyük Öteki’ni (The Big Other) temsil eden yetişkine döner. Yine Lacan’a göre; imgesel’den sembolik’e geçiş, tam olarak kronolojik olmaktan ziyade belirli bir mantıksal düzene işaret eden teorik bir soyutlamadır. Şu satırları da bu bağlamda okumak pekâlâ mümkün:

“Beslenme bağımsızlığı olmayan, motor yetersizliği içindeki çocuğun kendi imgesini coşkulu bir sevinçle bu kabullenişi, sembolik matriksi örnek bir durumda ortaya serer görünmektedir. Özne-ben, henüz ötekiyle özdeşleşmenin diyalektiğinde nesnelleşmeden (objectified) ve dil ona özne olarak işlevini evrensel düzeyde kazandırmadan önce, söz konusu o sembolik matriks içinde en ilk biçimiyle (in a primordial form) çökelmekte, oluşmaktadır.” (Ecrits)

Yine de belirgin özelliklerinin altını çizmeli: imgesel ayna imgelerinin, özdeşimlerin, tekabüliyetlerin düzenidir. Bireyin Öteki’ni yatıştırmaya çalışmadığı, fakat onun eşleşiği (counterpart) olarak ötekiliğini çözmeye uğraştığı deneyimin boyutudur. Narsisistik ‘ideal egonun’ doğum yeridir. Sembolik düzen ise, sabitlikten daha çok hareketin, benzerlikten çok farklı oluşun, bilinçdışının ve öteki olarak kalan bir ötekiliğin alanıdır. Öznenin egodan ayrı olarak varlık kazandığı kertedir.

Ama işte zihinsel/ruhsal gelişimimiz kesin sınırlarla ayrılmış dönemselleştirmelere çok fazla olanak tanımıyor. Nitekim ayna evresi de çocuğun dile sokulduğu, dil becerilerinin gelişmeye başladığı bir dönemin eşiğiyle çakışıyor. O evrede kendimizi özdeşleştirdiğimiz imgeler de önemli ölçüde ana babalarımızın bizi görme biçimlerinden türüyor ve dilsel olarak yapılanıyor. Her imge şu ya da bu ölçüde sembolik düzene entegre olmuş haldedir. Böylece denebilir ki; insanî deneyimin imgesel anlarını eklemleyen, onlara iç tutarlılıklarını ve iç bütünlüklerini sağlayan sembolik düzendir. Sembolik düzen mecburen özneler-arası ve toplumsaldır. Ego’nun imgelemselle ilişkisi ne ise, öznenin de sembolik ile olan ilişkisi odur.


Norman Geras Marx&Human Nature isimli kitabında Marx’ın ‘Feuerbach Üzerine 6. Tezini’ tartışırken o tezin alternatif yorumlarından birisini şöyle özetler: “Gerçekliği içinde insanın doğası toplumsal ilişkilerin bütünü tarafından belirlenmiştir, veya toplumsal ilişkilerin bütünü içinde çözülür (dissolved)”. Marx’ın yukarıda yer verdiğimiz sözüne bir kez daha bakalım:

“İnsan doğası gerçek insan toplumu olduğundan, insanlar doğalarını ortaya koymak suretiyle insan toplumunu, toplumsal varlığı üretir, yaratır. O toplumsal varlık tek bir bireye karşıt soyut evrensel bir güç değil, bilakis her bir bireyin, onun kendi etkinliğinin, kendi hayatının, kendi tininin, kendi zenginliğinin asli doğasıdır.”

Lacan’ın yapıtını, getirdiği bireyselliğe indirgenerek anlaşılması mümkün olmayan yeni öznellik anlayışını, öznelliğin bu yeni tarzda kavranışının nesnellik anlayışımıza da yeni açılımlar kazandırdığını birlikte ve yeniden düşündüğümüzde, orada göreceğimiz; bireysel ve toplumsal düzeyler arasında varsayılagelen temelli ayrımı geçersiz kılmaya yönelik esaslı bir girişimdir.

Ya da şudur göreceğimiz: İnsanlığın eşitlikçi ve özgür bir gelecek tahayyülünün, yeryüzü kardeşliği ütopyasının bu denli yoğun bir tutulma, şiddet ve kuşatmaya marûz kaldığı bugün, Marx’ın yüz yıl sonra bir başka büyük düşünür, filozof, psikanalistte, Lacan’daki yankısı, karşılığıdır. Bu da az şey değildir, böyle ‘her şey yine de yerli yerinde, çok şükür’ dedirten, onu yeniden, yeniden duyumsatan sevinç anlarının varlığı... Çok güzeldir, üstelik. Bilenler bilir...