“Zenginler ceplerini şişirsinler, fakirler ölsün”

Ağır, kara bir bulutmuş meğer ölüm. Bedenleri yavaşça sarar, içlerindeki canı eritirmiş. Kaskatı gerçeği ölümün, fakirler son kez temiz hava yerine ciğerlerini yırtan zehri solurlarken apaçık ortaya çıkarmış. En çok o zaman.

Biz çok sonra, sis kalkıp ortalık aydınlanırken avuca yazılmış o yazıyı okuduğumuzda öğreniyoruz bunu: “Oğlum hakkını helal et”. Sonra yine, “Güzel kızım diye severdi beni babam” diye ağlayan küçücük kızlardan. O sırada çoğumuz çoktan gözlerimizi kaçırmış oluyoruz. Duymamak için. Kalbimiz dayanmayacak gibi bir yarık açılıyor içimizde çünkü. Bu denli sert bir gerçekle karşılaştığımızda olan şey oluyor yine işte. Bütün kelimelerimizi kaybediyoruz. Hayatlarımızın bütün tutamak noktalarını tek tek yerinden söken bir acı nasıl olursa öyle. Bize iyi gelecek, teselli bulacağımız hiçbir şey gelmiyor aklımıza artık.

Bildiklerimizi hatırlamaktan başka, elimizden gelen bütün gücümüzle: Yeryüzünde yoksulluktan daha apaçık olan şey nedir ki? Yoksulluktan daha kahredici? Yoksulların çaresizliğinden ve kimsesizliğinden daha acı ne vardır ki? Ne vardır süt kuzusu yoksul çocukların bile sırtına çöken yükten daha ağır ve beter? Yoksulluğun hayatları un ufak eden dehşetinden daha korkunç? Yoksulluğun boğum boğum gerçeğinden daha gerçek? İncecik ruhların, bedenlerin kemirile kemirile, azar azar tükenmesi nerededir ki başka?

Ya da bir kalpsizlik ve canavarlık varsa eğer, taş gibi bir ruhsuzlukla tek tek bütün hayatları parçalayan ve yok eden zalimce bir hareket, sermayeye ait değil midir o? Zamanımızın en sistematik ve her birimizi hedef alan yıkıcı şiddeti, sermayenin hep daha çok birikme döngüsünün tam çekirdeğindeki şey değil midir? Aramızdan en masum, en savunmasız, en zayıf olanları en önce kurban eden sermayenin kontrolsüz şiddeti ve saldırganlığı? Her bir kuruşunda insan kanı! Tereddüt etmeyelim hiç: AKP denen cinayet, talan, katliam, hırsızlık, yalan makinesini konumlandıracağımız yerdir burası.

Demek ki hakikati, bu gezegende mümkün olabilecek en hakiki hayatın koşulunu orada arayacağız: Sermayenin canavarca hareketinin en çok bastırdığı, daha baştan hesaptan düştüğü, saymadığı hayatların deneyimlerinde. Tenezzül edilip gider hanesine bile kaydedilmeyen hayatların çektiklerinde. Dahası, ne varsa hayata ve ölüme dair, güya “nesnel” simgesel/kültürel dünyalarımızın hakikatinden kaçan çıplak ve ham gerçek tam orada, o hayatların var kalmaya çalıştığı o incecik çizgide değil midir? Bir hayatı ve ömrü, her an yok olacakmışçasına ve ama yine de en küçük ve sıradan her şeyi özenle ve nezaketle muhafaza ederek yaşamakta değil midir insana dair nihai sır? İnsanı arayacağımız yer tam burası; bir hayvan türünden, ölümlü ve yırtıcı “tüysüz bir iki ayaklı”dan hareketle kendini ölümsüz bir varlık yapma sebat ve iradesinin ortaya çıktığı yer değil midir? İnsanlığımızı bulmak ve çoğaltmak için, o eşsiz şans ve armağan için, bizi insanlıktan en çok çıkardıkları yere, en insanlık-dışı, en cehennemî şartlara mahkûm ettikleri yere bakacağız demek ki.

Aylık bin lira karşılığında her gün, daha derin, daha karanlık uzayıp giden bir mezara canlı canlı girenler henüz ölmemişken, arzın merkezinden bir ateş topu kopmuş gibi geride sıcak tozdan ve çamurdan başka bir şey kalmamışken bile yine aynı kuyulara inmeye mecbur olanlar sağken ve kalabalıkken, sadece birer ikişer ölüyorken sorun yok demeyecek; topluca katledildiklerinde de sanki doğal bir afet karşısındaymışız gibi dualarla, yas ayinleriyle, yardım paketleriyle, psikiyatri/psikoloji aygıtının standart “travma ve yas” kitapçıklarıyla ya da adli ve idari soruşturmalarla yetinmeyeceksek eğer, sözü kapitalizme getireceğiz: Kapitalizmin büyük halk yığınlarını yoksullaştırır ve mülksüzleştirirken küçücük bir azınlığı zenginleştiren ve besleyen vahşi ve korkunç bir egemenlik sistemi ve somut bireylerin ve onların şeytani niyetlerinin ötesinde küresel ölçekte işleyen nesnel ve sistematik bir el koyma, talan, sömürü ve dolaşım sistemi olduğundan gireceğiz söze. İnadına yükselteceğiz bahsi: Asıl vurguyu, sermayenin ortaklaşa sahip olduğumuz her şeyi gasp eden ve yağmalayan, en nihayetinde –üzerinde yaşadığımız gezegen de dahil– topluca mahvımıza sebep olacak kör ve delice hareketini durduracak, kendini engelsizce yeniden-üretme kapasitesini parçalayacak şeye, sınıf mücadelesine yapacağız.

Bıkmadan ve ara vermeden yapacağız bunu. Bugünün çokkültürcü/kimlikçi, ilerici siyasetinde askıya alınan şeye işaret edeceğiz. Toplumun derin bir uzlaşmazlıkla sınıflara bölünmüş yapısına.

Sağcı/neoliberal/muhafazakâr/İslamcı vb. cephenin topluca sürdürdüğü şantaj ve saldırı –“ütopikçe ve salakça imkânsız bir şey istediğinizin farkında değil misiniz”– karşısında; –“Biz o eski kafalı sosyalistlerden çok farklıyız artık, daha gerçekçi hedefler peşindeyiz, dünyanın temel düzeninin toptan değişmeyeceğinin ve kolektif kurtuluş tasarılarının hayal olduğunun tabii ki farkındayız”– diyerek çekildiğimiz sınırdan çıkmak ve hiç tereddüt etmeden “evet, imkânsız olanı, bu kahrolasıca dünya düzenini tümden değiştirmek istiyoruz; temel mesele de budur” diyerek ileri atılacağız.

Bir de o sapıklar çetesi var tabii. Her durumda aynı sefil inkâr söylemiyle, aynı taş kalplilik ve meymenetsizlikle boy göstermekten geri duramayanlar. İnsana “bu saf kötülük ve hayasızlık çekirdeği fıtratlarının tam merkezindeki şey olmalı” dedirten aynı tuhaf ve korkunç libidinal ekonominin aktörleri. Üzüntümüzü ve acımızı her seferinde aynı hoyratlıkla biraz daha kanırtanlar. Kavrayamayacağımız bir itkiye teslim olmuşçasına aynı iğrenç jesti aynı soğuk fütursuzlukla tekrar edip duranlar. İç dünyalarına musallat olmuş sadistik bir nesnenin kıyıcılığından sonra sanki, güçle ve iktidarla buluştukları anda “hissettiğimiz acı ve işkenceyi şimdi tüm ötekiler yaşayacak” demek için sıra bekleyen habis narsisistler cemaati. Toplumu, kendi zayıflık ve yetersizliklerinin bedelini ödemesi gereken ve gerektiğinde fırlatılıp atılacak bir nesneden fazlası olmayan mağluplar ve kendilerini her türlü nüfuz, güç, hak ve imtiyaza sahip gören galiplerin toplamı olarak tasavvur eden bir zihniyet dünyasının sefil ve düşkün failleri. Neoliberal kapitalizmin vahşice saldırısını ve yıkıcı şiddetini İslamcı bir çerçeveyle hemhal ederek yumuşatmaya ve tamponlamaya memur olduklarını söylemenin açıklayamayacağı bir halet-i ruhiye karşısında değil miyiz burada? Daha tekinsiz, daha ürkütücü bir ruhsal içerik karşısında? Sıradan sapıklıktan söz ediyorum.

Her şeyin kuşku verici, muğlak ve şüphe yüklü olduğu, birbirine tahvil edilebilir ve pazarlığa tabi sayıldığı, her şeyin bir piyasa kalemine tercüme edildiği ölçüde anlamına kavuştuğu neoliberal vasatın öznesi bu. Sıradan sapık. Her türlü yasanın ve simgesel referans çıpasının hükümsüz kaldığı aynı dikişsiz ve ağırlıksız yüzeyin kendini kaim kılması böylesi bir mecburiyete, zahmetsizce yasa konumuna yerleşiveren o totaliter söylem ve figürün varlığına muhtaçtır çünkü.

Sapık, büyük Öteki’nin bazı figürlerine (Tanrı ya da tarihten partnerinin arzusuna kadar) doğrudan erişiminin bulunduğunu ve böylece dilin bütün muğlaklığını bertaraf ederek direkman büyük Öteki’nin istencinin bir aracı olarak edimde bulunabildiğini iddia eder. Bu anlamda hem Usame Bin Ladin hem de Başkan Bush, politik olarak düşman olmalarına karşın bir sapığın yapısını paylaşırlar. Her ikisi de edimlerinin doğrudan ilahi istenç tarafından düzenlendiği ve yönlendirildiği varsayımı üzerinden edimde bulunurlar.[1]

İlahi bir istence dayandıkları inancı, yalana ve umursamazlığa kolayca ram olmalarının, en küçük bir itiraz ve eleştiri karşısında gösterdikleri yıkıcı öfkenin, aleni haram ve hırsızlığı bile meşru saymalarının, her seferinde sergiledikleri aynı utanmazlık ve ölçüsüzlüğün, kendilerinden farklı herkese karşı benliklerine nakşolmuş derin nefretin ve kinin, zalim, vicdansız ve merhametsiz varoluşlarının temel nedenidir.

Tümü aynı safta ve tam karşımızdadırlar.

Bu ülkenin güzel, namuslu, yiğit kadınları ve erkekleri aynı acı ve kederle sarsılıyor, aynı çaresizlikle kıvranıyorlarsa en çok şimdi, çok sonraları geriye bakılıp “Soma’dan Sonra” denilecek bir tarih yaşayacağımızdan kimsenin kuşkusu olmasın.

Soma’dan Sonra işte...

Sürüp gidecek hayatlarımıza yine de katlanmak için,

Aklımızı muhafaza etmek, sıkışıp kalmış kalplerimizi azıcık da olsa serinletmek, uykularımız bölünmeden uyumak için,

Bütün babalardan daha çok dağ gibi, daha çok kocaman, daha heybetli babalarının gölgesine bir daha sokulamayacak Soma’lı yetimlerin yüzüne bakacağımız yüzlerimizi kaybetmemek için,

Hiç olmazsa yüzümüzü, demek ki “insanız biz” dedirten kimliğimizi umduğumuz yerde bulmak için her seferinde,

Gördüklerimizden başka tarafa çeviremeyiz artık kafalarımızı. Soma’dan sonra. Umarım bir mıh gibi çakılmıştır kafalarımıza... Soma...Orada öldürülen işçiler... Kardeşlerimiz...


[1]    S. Zizek, How To Read Lacan, W.W. Norton, 2007, s. 116.