Birikemeyenler

Birikim’in 100. sayısı 18 Eylül Perşembe gecesi elime geçti. Gerçi gazete ve dergilerde çıkan haberlerden bir hafta, on gün önceden 100. sayıdan haberim olmuştu. Piyasaya ilk ne zaman çıktı, bizim memlekete ilk ne zaman geldi bilmiyorum ama, birinci sayıdan beri abone olduğum için merakımı yenerek -biraz da kırgınlıkla- postadan çıkmasını bekledim. Artık ümidimi kestiğim bir sırada nihayet dergiyi elime alabildim. Birinci serzeniş; derginin iç işleyişini de biraz bildiğim için bu gecikmenin yalnızca postadan kaynaklanmadığını sanıyorum ve bana “aynı cepheyi paylaştığım insanlar”dan da hesap sormayı öğreten Birikim’den bu özensizliğin hesabını soruyorum (şimdilik sade bir okur olarak).

Gelelim asıl bu yazıyı yazmak için bana aşağı yukarı 19 yıl sonra, yeni Birikim’in birinci kapanışından beri elime ilk kez kalemi aldıran duygulara... 100. sayıyı akşam eve gelir gelmez büyük bir hızla karıştırdım. Üç saat kadar süren bu faaliyetin sonunda garip duygularla ve düşüncelerle dergiyi kapattım ve kaleme sarıldım. Derginin mihenk taşları kendilerini ve Birikim’in tarihini çok güzel ifade etmişlerdi. Dışarıdan ve içeriden pek çok insan da Birikim’in işlevini ve katkılarını, benim de çoğunu paylaştığım şekilde anlatmıştı. Ancak bence büyük bir eksik vardı. Eksiği sonunda, artık karıştıracak sayfa kalmadığında üzülerek farkettim: 100. sayıda ben yoktum. Birikim’in 26 yıllık tarihinde benden hiç bahsedilmiyordu. Haydi hiç demeyelim: Ümit’in yazısında biraz vardım, biraz da 75-80 dönemindeki çeşitli fraksiyonlarda yer alanların gönderdikleri saygı/eleştiri yazılarında. Oysa “benim” Birikim’in tarihi irdelenirken hem geçmiş hem de gelecekte olmak üzere iki ayrı zamanda yerimin olması gerektiğine inanı-yorum, hattâ iddia ediyorum. Artık izninizle “biz” demeye başlayacağım, çünkü “ben”, geçmişte binlerce, onbinlerce olmasa bile yüzlerce kişiydi; bugün ve gelecekte de gündelik yaşama karşı aynı tavrı gösterme paydasında birkaç kişi daha kaldığımızı umuyorum.

Birikim’in geçmiş tarihinde bize de bir iki satır ayrılması gerekiyor, çünkü biz de bizi pasifistlikle, revizyonistlikle suçlayanlara karşı ve rağmen, onlarla birlikte onlar kadar 1975-80 dönemindeki politik toplumsal hareketliliğin içinde yer aldık. Genellikle yapıldığı gibi ölçü hapis, işkence, ölmek ise biz de hepsinden nasibimizi aldık. Birikim’i okuyan ve savunanların illâ ki yalnızca pasifist, revizyonist teorisyenler olmadığını savunmak gibi bir misyonumuz, daha da önemlisi Birikim’de yazılan ve tartışmaya açılan teorinin pratiğe geçirilebileceği gibi bir iddiamız vardı. İşimiz gerçekten çok zordu. Bir yandan bütün dünyayla savaşmaya çalışıyorduk, bir yandan da -Birikim önce kendimizi ve ilişkilerimizi değiştirmemiz, dönüştürmemiz gerektiğini söylediği için-, kendimizle. Diğer fraksiyon üyeleri yalnızca dergilerinde yazılanları ezberleyip savunarak ve MK’ları tarafından kendine verilen görevi yerine getirerek devrimci pratiklerini sürdürürken, biz işbölümü nü aşabilmek için, her işi aynı zaman dilimi içerisine sığdırarak yapmalıydık. Bir yandan kendimizi teorik olarak geliştirirken, bir yandan da devrimciliğimizi her eyleme katılarak kanıtlamak zorundaydık. Üstelik herkesin ne yapıp yapmayacağını, yatak odasına kadar MK’ları belirlerken, bizim Ömer ve Murat abilerimiz, biz ne kadar sıkıştırırsak sıkıştıralım “devrimci pratiğe” ilişkin hemen hiçbir şey söylemiyorlardı. 18-20 yaşlarında hangisinin daha kolay olduğunu siz takdir edin. Bu çabamızın çok başarılı olduğunu iddia etmiyorum, 100. sayıda kimsenin bu çabayı hatırlamaması da belki zaten bunun bir göstergesi. Doğrusu Birikim’in genel misyonu içerisinde bizim bu kendi kendimize üstlendiğimiz misyonun ve çabanın önemini ve yerini de bilmiyorum. Belki de çok bir anlamı yoktu. Buraya kadar hezeyanlarım biraz öznel ve nostaljik dürtüler olarak yorumlanabilir. Ama bir avuç insanın 1975-80 döneminde Birikim’i yalnız okumakla ve teorik bir düzeyde savunmak veya tartışmakla yetinmediğini, devrimci pratiğini Birikim’deki yazılar doğrultusunda şekillendirmeye çalıştığını ve hattâ Birikim’deki teoriler doğrultusunda bir devrimci pratik yaratmaya çalıştığını anımsatmak istedim. (Çok mu duygusal davranıyorum ve yeri mi bilmiyorum ama bu mücadelede verilen kayıplarımızı da unutmamak ve unutturmamak istiyorum.) 100. sayı yazılarında bugün ve gelecekle ilgili olduğunu iddia ettiğim ikinci eksiklik ise Birikim’in çok önemli bir katkısından yeterince bahsedilmeyişi. Birikim özellikle Ömer ve Murat abilerin yazılarıyla sosyalist hareketin ve teorinin içinde Türkiye’de ilk kez insanla ilgilendi. İnsana kafasıyla koluyla yaptığı işlerin bir bütünü olarak bakılmasını sağlamaya çalıştı. Yalnızca ne yaptığının değil, nasıl yaptığının da önemli olduğunu vurguladı. Murat Belge, 1 Mayıs afişinde işçinin koca bir pazu ve küçücük bir kafayla gösterilmesine karşı çıkarken (bkz. Şirin Tekeli’nin yazısı), Ömer Laçiner kadın döven erkeğin sosyalist olamayacağını (bkz. dergideki söyleşi) söylerken bu görüşlerini savunuyorlardı. Birikim sosyalistlerin devrimi önce kendi yaşamlarında gerçekleştirmeleri gerektiğini, işbölümü, hiyerarşi gibi olumsuzlukların insanların kendi gündelik yaşamlarında aşılması gerektiğini savundu. Bireylerin gerektiğinde örgüte ve topluma rağmen kendi haklarını savunmaları ve korumalarını o dönemde söylemek en az Stalin’i eleştirmek kadar cesaret isteyen bir tavırdı. 

Birikim vida olmayı değil, makinenin bütünü olmayı hattâ makineyi tasarlayan, planlayan ve imal eden insan olmayı hedef olarak gösterirdi. 12 Eylül sonrası ortamında tek başına kalan insanlarda bireyselleşme çok aşırı uçlara vardı. Özal döneminde bireyselleşme köşe dönme ile eşanlamlı hale geldi. Birikim belki de tüm bu tehlikelere karşı insanları hazırlamaya çalışıyordu, her türlü uygun olmayan ortamda bile insanın insanlığını korumasını sağlamaya çalışıyordu. Birikim’e göre insanın gündelik yaşamında kurduğu ilişkilerin biçimi, günlük yaşamdaki olaylara karşı aldığı tavır çok önemliydi, sosyalizme giden yol buradan başlıyordu. Ömer ve Murat abiler yalnızca yazılarıyla değil -kendileriyle birlikte olma imkânı bulan hiç kimsenin yadsımayacağı gibi-, kendi gündelik yaşamlarında çok şey öğrettiler. Her türlü hiyerarşiyi yadsımanın, çifte standardı olmamanın, işbölümünü tanımamanın canlı örnekleri oldular. Birikim bu konuda da ne kadar başarılı oldu bilmiyorum. 

Bu çıkarsamaları ben kendim istediğim için mi yaptım, aynı çıkarsamaları yapan ve gündelik yaşamında uygulamaya çalışan kaç kişi birikti bilmiyorum, ama olduğunu umuyorum. Birikim’den tekrar “ben”e dönelim. Evet, ben yukarıda sözünü ettiğim bir avuç kişiden biriyim. Ömer ve Murat abilerin bu bir avuç kişiye aşılamaya çalıştığı çok yönlülüğün içinde en önemli rollerden birini de yazarlık alıyordu. Herkesin çok okumasının yanısıra iyi birer de yazar olmasını hayal ediyorlardı. Bu yazıdan anlaşılacağı gibi en azından benimle ilgili olarak hayallerine pek ulaştıkları söylenemez. Ümit Kıvanç yazısında Birikim’in sosyalist formasyonundaki yerini vurguluyor. Sosyalist, demokrat gibi kavramlar her zaman içerikleri çok tartışılır terimler oldular. Ben bunların yerine “insan formasyonu” kavramını kullanacağım ve Birikim’in en büyük işlevlerinden birinin pek çok kişinin “insan formasyonunu” oluşturmasına ve geliştirmesine katkıda bulunmak olduğunu iddia ederek yazıyı bitireceğim. O bir avuç insan için, Birikim’in öğretisine göre, amaca ulaşmak kadar, hattâ belki de daha fazla amaca nasıl ulaşıldığı, o süreçte ne tür ilişkiler üretildiği önemliydi. Bugün artık iyice anlamını yitiren onur, vicdan, çifte standartlı olmamak gibi değerleri koruyan insanlarda o yıllarda edinilen “birikim”in payı büyüktür. Hayatımız bu “birikim” yüzünden çok zor geçiyor, yükselen değerlere bir türlü intibak edemiyoruz, ama ben birikimimden memnunum ve Birikim’e de payı ve katkısı için müteşekkirim. Nerede ve ne yaptığımız kadar, nasıl yaptığımız önemli. Birikimimiz olmasaydı aynı yerde aynı işi yapıyor olabilirdik, ama eminim bugünkünden farklı bir insan olarak. Bugünkü insan mutsuz, ama huzurlu ve barışık.