Kültürel totalizm ya da “İngilizce bilmeyen hepinizi I love you”

Belki de hiç kimse bu kadar ileri gidileceğini düşünmemişti. Kültürel alana daha az karmaşık bir kimlik verme sevdasındaki bir yayın organından söz ediyorum. Bu yazının başlığı ‘Visiblement que je vous aime’ de olabilirdi, ama filmin anısına esirgendi. Hürriyet Gösteri Dergisi’nin Ağustos/Eylül 1997 sayısındaki kapak resmine bakılırsa, sırtı dönük başı şapkalı, eli purolu adamın ne yaptığından emin olduğu kuşku götürmez. “Türk Kültürünü Yönlendiren 100 Kudret Simsarı”nı yakından tanımak istiyorsanız, Hürriyet Gösteri’yi bir tür ‘art guide global’ olarak kullanabilir, hangi alanda at koşturuyorsanız önce kimin kapısını çalmanız gerektiğini öğrenebilir, böylelikle daha az bir zahmetle dilediğiniz yere gelebilirsiniz. Sözgelimi müzikte bir katre yeteneğiniz varsa “müzik dünyasında en etkili besteciler arasında yer alan Ercan Saatçi’ye sokulabilir, kendisinden ‘bi abilik’ de size yapmasını isteyebilirsiniz. Yine bu alanda tam bir eksper olan “Unkapanı’nın en gediklisi Şahin Özer”den eğer pek gür naralar atma yeteneğini haizseniz, O’ndan işin inciğini cinciğini, “kendine ait kurallarını” kapabilir, 8 yaşında, bilemediniz 10-11 yaşında ekranların küçük starları ‘yavru’ sürüsüne katılabilirsiniz. Üstelik hiç kimsenin olamayacağı kadar şanslısınız da: Çünkü inşaatlarda, gayet izbe yerlerde, metropollerin alt geçitlerinde sürtüyor olmanız da, bu adam “tutacak akımın kokusunu ta 10 km uzaktan alabilecek” bir önseziye sahip. Müzenin en ışıklı bölümündeyse, sizi karşıya geçirecek edebiyat havarileri var. Onları ayrı ayrı okuyor ve diyelim ki seviyorsunuz. Ama işte yeterli değil bu. “Yayın dünyasının mega kudret simsarları”nın ya da “mahşerin dört atlısı”nın ‘müritleri’ arasında yerinizi almak için bi yol aday olmanız gerekiyor. Türkiye’de bugüne dek, farklı yayın organlarında birçok kişinin ‘üstü çizildi’ ya da bol bol toplamdan düşürülen isimler oldu. Ancak bu listelerin hiçbiri, belki de Hürriyet Gösteri Grubu’nun düzenlediği portföy kadar ‘etkileyici’ olmamıştır. Bu, her şeyden önce toptancı bir yaklaşım ve kültürel sorumluluk adına kabul edilir değil. Dahası, listeye alınan isimlerin -ki çoğunun gönüllü bir katılım içinde olduklarını sanmıyorum- gizliden de olsa kültürel bir beratı ellerinde bulundurdukları savı, daha şimdiden yaratılmış bulunuyor. Yalvaç Ural’ı “kitabını best-seller yaptırmak isteyenlerin müracaat kapısı”, Fethi Naci gibi bir eleştirmeni “hikâyeci ve romancıların korkulu rüyası” yapan; Enis Batur gibi, gerçekten yazınsal pratiği hayranlık uyandırıcı bir yazın adamının müritlerini “yüzdeye vuran” bir yayıncılık anlayışı, medyatik sorumluluk adına düşündürüyor. Bu yüzden sorun’un kaynağını isimlerde değil, başta 68’in mahzun evlâdı Ertuğrul Özkük olmak üzere, medya ve basın patronlarının hazırcı yaklaşımlarında aramak gerek.

Başlangıçta medyatize olmuş bir toplumun geleceğinde şu temel çizgilerin olduğu varsayılıyordu: İnsanın her yaşta ve yaşamı boyunca içinde yaşadığı dünyaya etkin bir biçimde katılması için bir ‘sürekli kültür doktrini’ geliştirilecekti. Ülkelerarası sınırların zayıflaması insanın kendi dışındaki farklı kültürlerle zenginleşmesi anlamına gelecek, kültüre erişme hakkı giderek temel haklardan biri sayılacak ve yalnızca ilan edilmekle kalmayıp, hukuki yaptırımlara bağlanacaktı.

Ancak bu varsayımda unutulan bir şey var: La cité de Dieu (Tanrı’nın Şehri). Türkiye medyası her dönemde bu varsayımların doğruladığı gerçeği ıskalamakta eşi benzeri görülmemiş bir gayretkeşlik örneği sergiliyor ve her fırsatta kutsanmış Tanrı’nın Şehri’ne tosluyor. Bu, bir demokrasi ve medyatik etik sorunudur. Bu, totaliter bir yaklaşım sorunudur. Bu yapıda özgür iradeler değil, ‘kudret simsarları’ vardır. Böylesi bir anti-hümanizmanın kamusal özgürlük adına ne anlama geldiği tartışma konusu bile edilmeksizin, erk’in ve araçların kimin elinde olduğu gerçeğiyle -ki bu şeref bugün bütünüyle medya patronlarına aittir- her şeyin sadece karanlıktan ibaret olmadığına yeni inan getirmiş Ortaçağ insanlarınca bile sindirilmesi zor bir yapıya işaret ediliyor. Başka türlü de olmuyor. Topluma yön veren, elektrik bir ideolojiyi total olarak tabana yayan bu biricik ‘kudret’, açıkça yapay bütünler yaratarak kendi varlığına yeni yaşam alanları yaratma yolunda başka türlü ilerleyemezdi. Kudret simsarı için artık yeni parola şudur: Chemin de la perfection (Mükemmeliyetin yolu). Bu yol, kültüre erişme sürecinde akılalmaz kolaylıklar sağladığı, gidilecek yolu birtakım levhalara bağladığı için, saçma zorluğu çekenlerce kutsanmayı bekliyor. Kellifelli bir Yalvaç Abi, bir İnci Abla bir köşede durmuş sizi çağırıyor. 12 Eylül ideolojisinin bir simgesi olan ve ekranlarda bugün bile dev bir pastayı kılıçla keserken “haddini bilmeyenleri de işte böyle kazacağız” diyerek militarizmini ve hoşgörüsüzlüğünü sergilemekten çekinmeyen İhsan Doğramacı bile, araştırmayı yapanlara kalırsa ‘kültürel çabaların’ en önemli noktasında bulunanlardan. Bununla, onyedi yıl boyunca sistematik bir biçimde yüksek öğrenimi anti-demokratize etme çabası kastediliyor olsa gerek. Haldun Dormen’in “kokoz” tiyatrosuna gelince, konu hakkında Perihan Mağden’in Radikal’deki 20 Eylül 1997 tarihli yazısına bakılmasını önermekle yetiniyorum. Çağdışı vodvillerin unutulmaz sahneleyicisi olarak Dormen’e duyulan bu kaynağı belirsiz ilgi, en az Hürriyet gazetesi Yöneticisi’nin hiç değilse, artık sadece “kediyi ve içtiği şarabı yazma” isteğinde gösterdiği ısrarla bir noktada örtüşüyor. Bütün bunlar da gösteriyor ki, tüm yurttaşların kültüre, bilgiye ulaşmalarını mümkün kılan popüler kültür, bu saygın ütopyayı sonuna kadar savunacak bir toplumsal iktidar biçimini her zaman kuramadığı, zaman zaman medyanın sunduğu reçetelerle şoka uğratıldığı için, yeni ideallerin savunulmasında bu gönüllü avukatlarına şimdilik güvenmek zorunda. Kitlenin kendini medyatik düzlemde aklayabilmesi her zaman mümkün olmadığı gibi, bu yönde geliştirilen bir mekanizmanın olmayışı da, onu savunmasız insanlar yığını kertesine kadar götürüyor. Türkiye’de kitle kavramının etkin bir içeriğe kavuşması pek uzun yıllar alacak gibi görüyor.

Herkesin birbirini anlaması zorunluluğu başlangıçta bir düzen çağrısından doğmuştu. Bu, iletilen mesajların herkese aynı biçimlerde etkimesinin bir dengeye yol açacağı varsayımına dayandırılmıştı. Bu, aynı zamanda popüler kültür nosyonuna da ilk dayanağı oluşturuyordu. Ve bu temel aynılık ilkesini gerçekleştirmek, basın için sayılı birkaç işten biriydi. Aynılık ilkesinin çoğullaştırılması, yeniden ve yeniden üretilmesi, aslında kendi adına düşünmeyi “bir süreliğine” başkalarına bırakmış bir anlayışın, “birliğin” farklılığı kuşatacağı yanılsamasının bir ürünüydü ve “başkaları gibi davranmak”, karar ve isteğini başkaları yönünde değiştirme yönelimini de yanına alarak, böylelikle denetlenemez bir olgudan: öznellikten doğan aykırı davranış ve duyuşları safdışı bırakıyordu. Biraz da Husserlci bir bakış açısıyla düşünürsek, büyük ve afedilmez bir tehlikenin önü alınmış oluyordu böylece. Türkiye’de son on-onbeş yılda, bu yapılmaya çalışıldı: Bireysel düzlemde konformite, uç kimliklerin ve anonimin güçlenmesini engellerken, toplumsal olarak davranış çizgileri birbirine yakın bir insanlar kümesi yaratıldı. Bugün için ancak çok az kişinin “birlikte bir yere” gittiği düşünülürse, bu ortalama ve çoğulcu katılım duygusunun yaygınlık kazanmasının medyaca başarılmış ne ölçüde bir misyon olduğu kolayca anlaşılabilir. Türkiye özelindeki bu örnek olayda medyanın demokratikleşmeye karşı konumu irdelenebilir. Medyanın zihniyetler mi, yoksa kendini mi ürettiği sorusuna verilecek en serinkanlı yanıt, herhalde “kanalları tıkama” pahasına “çok kanallı” bir aygıt olma yolunda evrilmeyi seçmesi olurdu.