Susurluk Raporu: Artık Hafiyelik Değil Siyaset

Kutlu Savaş raporu, gerçi Susurluk olayıyla ilgili yepyeni bilgiler ortaya çıkarmadı, hattâ olaylar ve kişiler silsilesinin önemli bir kısmını es geçtiği için haklı olarak eleştirildi de. Fakat meselenin esası bakımından, bu “süper müfettiş” raporunun, Susurluk’la ilgili şimdiye kadar konuşulanlara, tartışılanlara bir son nokta koyduğu söylenmelidir.

Hükümet yetkililerinin ve “devletin zirvesinin” söylediği anlamda bir son nokta değil tabiî. Onlar, “olayla ilgili soruşturmanın” ehillerince nihayete erdirildiğini, bundan sonra gerekenin yetkili makamlarca yapılacağını, konuyu daha fazla zorlamanın devleti yıpratmak anlamına geleceğini söylüyor, bu anlamda bir tür sus ihtarı anlamında son noktadan söz ediyorlar. Bizim kastettiğimiz son nokta şu: Kutlu Savaş raporuyla devlet, emniyet ve istihbarat örgütlerinin “örtülü operasyon” adı altında gerçekleştirdiği kanunla kayıtlı olmayan cezalandırma (düpedüz öldürme) eylemlerini kabullenmiş oluyor.

Artık bundan ötesi yoktur. Artık falan mafyacının, filan emniyet amirinin, beriki ülkücünün bulaştığı cinayet, yolsuzluk vb. eylemlerinin teferruatını ortaya çıkartmanın siyasî açıdan bir ehemmiyeti kalmıyor. Susurluk meselesinde hafiyeliğin bundan sonra artık siyasî bir iş değil, bir gazetecilik işi ve hukuki bir iş olarak işlevi olabilir. (Ve tabiatları icabı ayrıca Aydınlıkçıların işidir.)

Kuşkusuz bu doğrultuda yapılacak işler de asla küçümsenmemeli. Ortaya dökülen bilgilerin, bağlantıların takip edilip derlenmesi, yayımlanması, ilgilenen herkes için erişilebilir kılınması son derece önemli ve gereklidir. İmâ edilen bazı eylemlerin takipçisi olunmalı, ısrarla açık bilgi talep edilmelidir, bu da önemlidir. Rapor, olup bitenler hakkındaki kanaati kesinleştirme veya var olan kanaati delillendirme anlamında son noktayı koymakla beraber, hem genel bilgilendirilme hakkımız hem de her olayın mağdur ve ilgililerinin özel bilgilenme hakları açısından daha talep edeceğimiz çok bilgi var. (Örneğin rapora dönersek, bütün sansürlenen sayfaların açıklanması, İsrail’den gelen silâhların akıbeti, varlığı belgelenen Yeşil’in banka hesaplarının dökümlerinin açıklanması, “çok şeyler” vaadeden Ek 11’in açıklanması vb.) Özellikle hukuk alanında yapılacak işler çok önemlidir. Hukukçuların, örneğin Çağdaş Hukukçular Derneği’nin bu yönde somut önerileri ve girişimleri var. Kutlu Savaş –ve belki amirleri– hakkında “suç sayılan fiili övme– ve özendirme” suçlamasıyla dava açılması bunlardan biridir. Hakkında mahkeme hükmü olmayan bir kişi hakkında devlet görevlilerinin cezalandırma kararı vermesi ve bunu uygulaması bildiğimiz kadarıyla suçtur ve raporda bu fiil icabında başvurulabilecek, hattâ “kaçınılmaz” bir yöntem olarak takdim ediliyor – yeter ki inisyatif raporun ifadesiyle çavuş seviyesine inmesin, bu mantığa göre mesela general seviyesinde kalsın. Resmî bir belgede yer alan bu aleni ifade, Türkiye’de yaşayan bütün insanların tehdit altında bulunduğunun, can güvenliğinden yoksun olduğunun resmen tescilidir ve bu durumu meşrû gösteren kamu görevlileri dava konusu olmalıdır. Aynı şekilde, “faili meçhul” olarak bilinen olaylarda öldürülenlerin yakınları, devlet veya ilgili makamlar hakkında dava açması, hukuken yapılması gereken işlerden biridir, zira Kutlu Savaş raporundan sonra Türkiye’de “faili meçhul” diye bilinen bütün olayların, aksi ispat edilmedikçe, devletin örtülü operasyonları olduğunu kabul etmek durumundayız. Bu konularda, ulusal ve uluslararası hukuk yolları tümüyle kullanılmalıdır. Tabiî en iyisi geniş ve uzman katılımlı bir heyetin oluşturularak daimi bir büroya dönüştürülmesi olur. Aşağıda anlatacağımız siyasî çalışmalar tabiî ki “esas halka”dır ama bu çalışmanın da büyük bir ciddiyetle yapılması gerekir. Unutulmamalıdır ki Kutlu Savaş raporunun sonunda tam 27 teklifte bulunmuş, ama nereden kaynaklandığı meçhul emirlerle, öldürülenler hakkında bir soruşturma yapılmasını teklif dahi etmemiştir. Zaten kendisi bu tür ölümlere “doğruluk”, “gereklilik”, “haketme”, “biat etme”, “itlaf” gibi kavramlarla yaklaşarak, sadece zamanlama hatası ile bizzat bu işlere girememiş biri izlenimini vermektedir. Unutulmamalıdırki, bu şahıs halen Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun sınırsız yetkili başkanıdır.

Fakat bütün bunların yanında siyasî açıdan “öğreneceğimizi öğrendik” (veya “daha önceki sözlerimizi devlete tasdik ettirdik”) demek ve hafiyelik merakımızı bir kenara kaldırmak gerekiyor. Meselenin siyasî özünü öne çıkarmayan her türlü hafiyelik, bundan böyle tedricen Susurluk’u ortaya çıkartan sistemi, yapıyı onarmaya yarayacaktır. “Çete” sözünü de kullanmamak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü yine Kutlu Savaş raporunun örtülü operasyonları ve kanundışı adam öldürme yöntemini devlet adına üstlenmekle ve meşrûlaştırmakla apaçık ortaya koyduğu gibi, arızî bir yapılanmayla değil müesses bir nizamla karşı karşıyayız. Mesele, devlete içselleşmiş bir zihniyettir. Israrla tekrarlayalım: bu zihniyete göre “devletin varlığı” açısından tehlikeli olduğuna karar verilen herkesin, devlet adına bu kararı verme mevkiinde olanlarca, behemahal ortadan kaldırılması –veya haydi diyelim ki “etkisiz kılınması”– meşrû sayılmaktadır. Birikim’de döne döne üstüne gittiğimiz bu zihniyette vatandaş-devlet ilişkisine yer yoktur; olması istenen ilişki, devlet-teba ilişkisidir. Bu ilişki, tarifi icabı, kendi varlığına dönük bir davranış gördü mü, insanlara her türlü muameleyi hak görür. Kutlu Savaş’ın öldürme emrinin çavuşlara kadar inmesinden rahatsız olması, vatandaşın hukukunu düşündüğü için değil, devlet içindeki hiyerarşinin zedelenmesinin onun varlığında yol açabileceği muhtemel zararlar dolayısıyladır. Nitekim raporun belli bir yerinde “bölgede görev yapmış görevliler haklı olarak PKK’lı teröristin canı da malı da devlete helaldir görüşündedir” bile diyebilmekte; büyük şehirlere göç etmek zorunda kalmış Kürtler’in “bir grup halinde” yaşamalarından rahatsızlık duyabilmektedir. (Malûm – grup olurlarsa kontrol de zorlaşır, hem grup demek örgütlenme demektir ki, maazallah!..) Konunun bir önemli yönü de bu zihniyetin varolan çatışma (savaş) koşullarında iyice uç noktalara fırlayıp, her türlü olumsuz yan unsurun ortaya çıkacağı bir fidanlığa kavuşması. Raporun tamamı, bizzat savaşın doğasıyla birleşen zihniyetin vahim bir tablosudur. Burada hukukun, devletin ve vatandaşların malûmu ve uyma taahhüdü olan yazılı kuralların lüzumu görülmemektedir. Bu zihniyetin varolduğu bir ülkede, yine ısrarla altını çizelim, hiçbir vatandaşın can güvenliği yoktur, herkes tehdit altındadır. Söz konusu zihniyeti savunanlarca ileri sürülebilen, “yarası olanların gocunması gerektiği”, “düzgün” vatandaşların endişe etmemesi gerektiği mealindeki sözler korkunç bir demagojiden ibarettir. Çünkü yine Kutlu Savaş raporunun ikrar ettiği gibi bu ölçüler fevkalade kaypak ve değişkendir, karar verenlerin kolayca keyfileşebilen iradesine bağlıdır. Kurallara ve hukuka bağlanmamış her türlü ceza hükmü ve cezalandırma eylemi, buna karar veren siyasî ve idarî otorite ne kadar “âkil” ve “dürüst” olursa olsun, yapısal olarak, tanım gereği keyfîdir.

Burada hemen belirtmeli ki, devlette var olan bu zihniyet meselesi Türkiye’de var olan müesses nizam’ın yalnızca bir yönüdür. Yine Susurluk dolayısıyla bir kez daha ortaya çıkmıştır ki, 1980 öncesi birçok siyasî cinayet de bizzat devlet gücü tarafından örgütlenmiştir. Yani mesele yalnızca devletin vatandaşa bakışından ibaret de değildir; kısaca söylenirse Türkiye’de devlet örgütlenmesinin özü, toplumun devlette kurumlaşan bu yapı ve zihniyet tarafından tam kontrolü ve manipülasyonudur. Susurluk’la ortaya çıkan bütün rezalet için söylenebilecek şeyin en son kertesi şu olmalıdır: Devlet budur. Susurluk’la ilgili siyasî çaba, bu temel yapıyı hedeflemeli. Bunun tekrar tekrar anlatılmasına, Türkiye’de siyaseti ve insanca hayatı engelleyen ağırlığına dikkat çekilmesine ve tabiî bunu değiştirmek için bir şeyler yapmaya yoğunlaşmalı. Artık bu saatten sonra her türlü siyasî faaliyetin başlangıç noktası, miladı, bu talep olmak zorundadır. Bu zihniyetle hesaplaşmayan (bunu hedeflemeyen) siyasî hareketler onun kurbanı olmayı baştan kabul etmiş demektir (bkz. Refah Partisi olayı). Birkaç bağlantıyı ortaya çıkarmak, “yozlaşmış” kişileri, “çürük yumurtaları” tasfiye etmek ve hep böyle münferit işleri çağrıştıran “çete” söylemi, bu yönde fazla mesafe almayı sağlayamaz. Mesele, devleti yeniden yapılandırmaktır. Bu ülkede yaşamamızın zeminini yeniden düşünmek, bu zemini kendinden menkûl bir devlet iradesine bağımlı olmaktan çıkartıp hukukî hale getirmek, kısacası vatandaşlığımızı elde etmek gerekiyor. Bunun da yolu hafiyelik değil, Birikim’de hep vurgulandığı gibi, bir kurucu iradedir.

K. KERİM ÖZKONUR