Sol: Evin Reddi

Birikim’in “yerlilik” gibi bir dosya konusu seçmesinin altında yatan saikleri ve kaygıları, bu ülkede yaşayan solcuların hemen hepsi bir biçimde hissetmiştir. Özellikle 12 Eylül’den sonra sol, “iletişim kurma”, “meramını anlatma ve karşılık bulma” konusunda bu ülke halkıyla ciddi bir sorun yaşamış; daha doğrusu bunu epey zamandır yaşadığı halde farkına varmamış olduğunu darbe dönemi sırasında yaşadığı korkunç yalnızlık ve terk edilmişlik (hattâ ihanete uğrama) hisleriyle anlamıştı. Bunun şoku epey uzun sürdü. Bu duruma tepki olarak bazı solcular “ne halleri varsa görsünler, bu halk buna layık demek ki” gibi bir haleti ruhiyeyle kendilerini reklamcılığa, ticarete, sağ partilere siyasî danışmanlık yapmaya, hattâ doğrudan buralara katılmaya adadılar. Kimileri bu ülke halkıyla barışmak adına, onlardan biri olmaya, İslâm’ı seçmeye karar verdi (buna döneceğiz). Kimileri ise halkla aralarında bir sorun olmadığını, meselenin “egemen güçler”in mevzii bir zafer kazanmasından ibaret olduğunu düşünerek, aldatılan, uyutulan halkı bilinçlendirme mücadelelerini kaldıkları yerden, aynı şekilde sürdürdüler. Aydınlıkçı, Cumhuriyetçi Kemalist-Solcularınsa bir “iletişim kopukluğu” sorunu yaşadıkları söylenemez; halkla devlet ve ordu dolayımıyla “bağ kurma”yı, çekiçle bilinçlendirmeyi sürdürüyorlar. Şimdilerde ÖDP içinde ve çevresinde biraraya gelen kesim ise bu iletişim sorununu bütün yakıcılığıyla hissetmiş, hissetmekte olan kesim. Kendini sol olarak tanımlamayı sürdüren, hattâ zaman zaman solu köklere dönerek yeniden tanımlama gibi zorlu çabalara girişenlere de kulak veren, “nerede yanlış yaptık?” sorgulamasını samimiyetle yapmaya çalışan ve bu ülkenin kaderinde “yeniden” söz sahibi olmak için kitlesel politikaya atılan insanlar var buralarda. Ama halkın çeşitli kesimlerine, ezilenlere “ses vermeye”, onlardan “ses getirmeye” çalışırken ciddi iletişim sorunları yaşanmaya devam ediliyor. Solun, politikayı meslekleştiren, jargona boğan dili en önemli sorun hâlâ (Tanıl Bora, bu dergide bu konuda çok önemli iki yazı yayımladı). Ama sorun, sadece dille sınırlı kalmıyor; solun kendi evrensel “dert”lerini, “değer”lerini “hatırlayıp” yeniden biçimleyerek bu memleketin “dertleri” ve “değerleri”yle örtüştürme; milliyetçi ve dinci kimliklerin etkisi ve kapsama alanı giderek genişleyen hegemonyasını geriletebilecek, bu kimlikleri ivmelendiren enerji ve hareketliliği sol mecralara çekebilecek özgüvene ve çağırıcı gücü yüksek bir hareket kabiliyetine sahip olma; kamu sahasında yer edinebilmek için yeni politika alanları yaratma gibi sorunları da var. Özetle, olup bitenlere “Fransız kalmama”nın, memleket düzeyinde ses getirebilecek düşünceler ve pratikler üretmenin, kendini “Müslüman mahallesinde salyangoz satarken buluvermemek” için -yine Tanıl’ın deyimiyle- “memleketin beşeri coğrafyası”nı cidden merak edip tanımanın kod adı gibi geliyor bana burada -yani bu özel sayı bağlamında- “yerlilik”. Kemal Tahirvari, memleket “değer”lerini eleştirelliğin sıfır noktasına kadar benimsemiş bir “yerli sol”a övgüler düzülmeyecektir herhalde bu sayıdaki yazılarda. Bu anlamda “yerliliğe” ontolojik olmaktan çok iletişimsel, etkileşimsel ve dolayısıyla politik bir değer yükleniyor sanıyorum. Ben bu yazıda, bu türden bir “yerliliğin” alabildiğine çapraşık siyasî içerimlerini tartışmayı benden çok daha ehil bir biçimde yapabilecekler olduğuna inandığım için, başka bir mevzuyu gündeme getireceğim. Başta İsmet Özel olmak üzere bazı seçkin sağcı kalemlerimizin, Türkiye solunu “ecnebiliği” bir yana bırakıp “yerli” olmaya davet etmelerinin, “ev”den firar etmiş olmakla suçlamalarının hikmetini deşeleyip genelde “sol olmak”, “yabancı ve/ veya firari” olmak, ait olmak, sahiplenmek ve sevmek hakkında soyut, spekülatif bir takım laflar edeceğim. Solun evsizliği ve evrenselliği üzerinde ısrar eden, bir varoluş biçimi olarak “yerliliği” reddeden, bu ısrar ve reddi sağcı yerlicilerle polemiğe girerek serimlemeye çalışan bir deneme olacak bu.

“EVE DÖN”! YA DA ŞİİRİN ŞİDDETİ

Yerlilik üzerinde düşünmüş, söz almış hemen herkesin başvurduğu temel metafor olan “ev”le başlayalım. Hayatımız tıbbın hükümranlık alanına iyice girdiğinden beri “evde” doğan çocukların sayısı gün geçtikçe azalıyor, ama bazı istisnalar dışında hepimiz bir “eve” doğuyoruz hâlâ. Bachelard, o harika kitabı Mekanın Poetikası’nda, “[bazı metafizikçilerin sandığı gibi] dünyanın ortasına bırakılmadan önce, evin beşiğine yatırılır insan” der. Biyolojik bir canlı olmaktan kültürel-tinsel bir varlık olmaya giden yolu evde katederiz; “insan varlığının ilk evrenidir ev.” Konuşmayı, anlamayı, sevmeyi, özlemeyi, sıcaklığı, şefkati, özeni, bağlılığı, fedakârlığı, erkek ya da kadın olmayı “ev”de, evdekilerden öğreniriz. Evde kendimizi güvende hissederiz. Bir benlik oluşturmamız için, yanlarında kendimizi emniyette hissedebileceğimiz “ötekiler”i barındıran bir eve ihtiyacımız vardır; ipek böceğinin kozaya ihtiyacı olduğu gibi. Yine Bachelard’a başvuracak olursak: “Ev, insan yaşamında kazanılmış şeylerin korunmasını sağlar, bunları sürekli kılar. Ev olmasaydı, insan dağılıp giderdi.” Özetle, bizi hayata ilmekleyen bağlar kurduğumuz, bizi biz kılan kişilerin, barındıkları somut bir mekan olmaktan öte yarattıkları bir atmosferdir ev. Bizi korur, kollar ve kurar.

Şiir yoluyla tarihe geçeceğiz: Sağcı-yerlici düşünürlerimiz tarihsel bir kavram olan “vatan”a ya da “ülke”ye evin işte bu tür şiirsel-ontolojik özelliklerini isnat ederler. Örneğin İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak’ta “Bir insan soyut ve farazi bile olsa bir vatana sahip değilse o aklen maluldür” ve “Tasarı düzeyinde dahi bir yurt sahibi olmamak, şahsiyetin parçalanması ve delirmek demek olur” gibi önermelerde bulunurken adeta Bachelard’dan alıntıladığımız son cümleyi yankılar [Özel’in akıl hastalığı saplantısına ileride, ama epey ileride şöyle bir değineceğiz]. Özel, bu kitabında, “Türkiye gerçeği”ne uzak olduğunu düşündüğü Türk aydınlarını, özellikle de bir zamanlar aralarında olduğu için çok iyi bildiğini sandığı sosyalistleri “evden kaçan oğul”lar imgesiyle anlatır [Tepeden tırnağa şiire batmış vaziyetlerdeyiz, ama bu “oğul” lafı pek manidar. “Evden kaçan kızlar”ın “eve dönme” konusunda pek şansları olmadığı için şair burada “gerçekçi” bir imge kullanmayı tercih etmiş.] Tıpkı Özel gibi, sağın önde gelen kalemlerinden Beşir Ayvazoğlu da Yahya Kemal’i anlattığı kitabı Eve Dönen Adam’da, Türkiye’de Batılılaşmanın tarihini bir “evden kaçış tarihi” olarak görüyor ve şöyle diyor: “Şiddetli zelzelelerle sarsılmaya başladıktan sonradır ki, evin bazı çocukları, yok olma korkusuna kapılarak kaçtılar...Yahya Kemal de bu kaçaklardan biriydi. Fakat evde kalanları zelzeleyle başbaşa bırakma şuursuzluğundan tez uyandı ve ‘eve döndü’. Artık evin şiirini yazacaktı.” [Şiirden boğulmak üzereyiz]. Bir başka düşünür-şair Ahmet Turan Alkan da, Türk solu hakkındaki bir yazısının sonunda solu, tırnak içinde “ev”e dönmeye davet ediyor.

Mümtaz sağcılarımızın bu “ev” metaforuna düşkünlüğü neye dalalet ediyor? Bu “aslî aidiyet” imgesiyle asi kardeşlerine “aslında sen de bizdensin, köksüz, daha doğrusu kökü dışarıda hayaller (demokrasi, sosyalizm, özgürlük vs.) peşinde koşturarak hayatını yok yere ziyan etme” diyen bu aklıselim sahibi, çalışkan ve baba sözü dinleyen “ağabey”ler sahiden iyi niyetle mi geri çağırıyorlar “firari” kardeşlerini? Hep sıcacık, ılık ve bir ana rahmini andırırcasına koruyucu imgelerle şiirselleştirmeye çalıştıkları bu “ülke-ev”de, bu kaçak çocuklar niye bu kadar üşümüşler bir kere? [“Üşürdük biz, çok üşürdük, üşümekti bütün yaşadığımız/ Üşürdü ellerimiz, aşkımız, sonsuz uzun sakallarımız” -Turgut Uyar] Kanları mı bozuk yoksa kanlarını donduran bir şeyler mi olmuş ve olmakta? Yoksa şiirden mi anlamıyorlar? Kaçarak evin şiirini de kaçıran bu kardeşler ne’ye geri çağrılıyor? “Şiiri falan boşver de gel şu her tarafı dökülen evi beraberce yaşanacak hale getirelim. Birbirimizden pek hoşlanmasak da, birbirimizi ara sıra görerek ayrı odalarda insan gibi yaşayalım. Artık seni ikide bir babama da şikâyet edip dövdürtmeyeceğim, söz” gibisinden, çok hafif bir dozda da olsa özeleştirel bir iyi niyet daveti mi bu? Yoksa “serserilik yaptığın yeter. Küçüklere de kötü örnek oluyorsun. Bas kıçını, sesini çıkarmadan otur oturduğun yerde. Buranın düzeni böyle. İşine gelirse. Aksi halde bir daha bu kapıdan içeri adımını atamazsın” tehdidi mi var alttan alta? Bir son uyarı mı bu “eve dön” çağrısı [emri?]? “Ya sev ya terk et”in yumuşak önhazırlayıcısı mı; üstündeki postu ne kadar sündürürse sündürsün kara pençelerini ve keskin dişlerini gizleyemeyen (belki pek gizlemek de istemeyen) kurdun kuzu hali mi; “iyi polis” mi? “Ya bizden biri olduğunu kabul eder ve ona göre davranırsın ya da cehenneme kadar yolun var. Gerekirse cehennem biletini kesecek koçlar da bulunur” (Bkz. Sivas-1993) mu bu çağrının üç beş cümle sonrası? Yok, bu minvalde cümleleri A.T. Alkan gibi beyefendi biri değil, İsmet Özel telaffuz edebilir ancak. Alkan “şöyle sosyal adaletçi, tepki yumuşatıcı, ama bu toprağın değerlerine (otoriteye: Babaya, devlete, Allah’a) saygılı bir sol olsa da evimizin bir köşeciğinde hiç gelmeyecek sırasını beklese ne güzel olur!” abasının altından “ee böyle olmayan, abi sözü dinlemeyen sol da baba dayağını hak etmiş demektir” sopası gösterir en fazla.

Şurası açık: Bu üç yazarda da, “ev” aidiyetin olduğu kadar sahiplenmenin, “burası bizim” demenin de metaforu. Kendi kalabalık cemaatini bu memleketin sahibi gören kafaların kimin “ev”de olup kimin “ev”den kaçtığını belirleme hakkına sahip olduğunu sanması doğal. “Geleneğe” uygun bir biçimde, yani devletin emri ve inisyatifiyle de olsa iki yüzyıldır modern/Batılı kurumlar ve yaşam biçimleriyle iç içe, bunlara kah direnip kah benimseyerek yaşayan, devraldığı gelenekleri geri dönüşsüz bir biçimde dönüşmüş bir halde sürdüren bu “millet”in Batılılaşma macerasını hâlâ bir “evden kaçış” olarak görebilenler, bahsettikleri “ev”in yerinde yeller estiğini görmek istemezler. Halbuki evin gerçek sahipleri onu müteahhite verip yerine çirkinliğine çirkin ama rahat, kaloriferli, hidroforlu bir apartman diktirdiler; apartmanın yöneticiliğini de emekli bir albay yapıyor. Apartman sahipleri yöneticilerinden memnun, onun sayesinde düzene girdiklerini söylüyor, “Allah onu başımızdan eksik etmesin” diyorlar. Bütün gün yan gelip yattığı halde utanmadan bir de maaşına zam isteyen kapıcıya haddini bildirmesi çok hoşlarına gitmiş. “Bir tek, albayın rakı içmesine kızan, alt kattaki Abdurrahman Bey hoşlanmıyor ondan. Bir de albay, adamın imam hatibe giden kızını ikide bir sıkıştırıp ‘kızım ne o öyle öcü gibi, açsana şu başını. Medeni olun biraz medeni’ diyor. Ama Abdurrahman Bey de aidatlarını düzenli ödüyor, zaten son birkaç yıl içinde işleri iyice açılmış. Birkaç ay önce apartmanda alınacak kararlara biz de katılmak istiyoruz diyen anarşik kiracılar vardı huzurumuzu bozan. Albay onları kulağından tuttuğu gibi dışarı attı. Artık sadece ev sahipleri oturuyor burada. Böyle zibidiler ne yapılması gerektiğini albaydan iyi mi bilecekler, zaten halleri de bir tuhaftı... vs. vs.” [Ne güzel söylüyordu Oğuz Atay: “Yoruldum albayım, yoruldum, yoruldum”]

Bu metafor ve hayali iç ses ifratından soluklanmak için biraz duralım artık. İsmet Özel’in Türk solu hakkında buyurduklarını görelim.

“DÖNÜŞ SOLDAN”

İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak’ta, özetle, Türk aydınlarının özellikle 1960-1980 arasında, içinde yaşadıkları somut vatan yerine farazi, soyut bir vatan, bir yok-ülke uydurduklarını, bu ülkede yaşamayı göze almak yerine “tasarıların yurdu”nda yaşamanın rahatlığını seçtiklerini söyler. Türkiye hakkında gerçek bilgi edinmek için ideolojik saplantılardan kurtulup bu ülkenin “nomos”u, yani “namus”u üzerinde anlaşmak gerekir, der. Bu “nomos” da İslâm’dır ona göre. Yani, bu memlekette İslâm dışında herhangi bir kaynaktan beslenen bütün düşünceler (başta da sosyalizm) “ideolojik”tir, “batıl”dır, “sahih” değildir; “yabancı” ve “yabancılaştırıcı”dır. Bütün bu kafa bulandırıcı ve önünde sonunda yok olmaya mahkûm ideolojileri bu topraklara taşımış olan baş musibet Batılılaşmadır.

Özel, sosyalistlikten hakikate yani Müslümanlığa geçişini, kendi deyişiyle kendi “masal”ını anlattığı Waldo Sen Neden Burada Değilsin?’de cevabının ne olduğu soruluş biçimlerinden açıkça belli olan şu soruları sorar: “Sosyalizmin, komünizmin, Marksizmin, Türkiye’de mekân tutabileceği bir toplumsal unsur, yaşayan bir toplumsal değer var mıdır? Yoksa sosyalistlik (bütün varyantlarıyla) Türkiye’de Budist olmak gibi, Sürrealist olmak gibi, bireyin kendi dünyasında kapalı kalan seçmeleri ilgilendirdiği için hiçbir toplumsal ağırlığa sahip olmadan varlığını sürdüren bir düşünce tarzı mı? Türkiye’de sosyalistim diyen birini ciddiye almalı mı, yoksa gülüp geçmeli mi?” Şu tür cevaplar da verir: “Türkiye’de sosyalist olmanın sosyalistliğe yakışır bir gerekçesini bulmak mümkün değildir.” “Sosyalist düşüncenin Türkiye’de ‘batılılaşma’ dışında bir toplumsal rantı yoktur.” Ve öldürücü darbe: “Sosyalizm varlık teminatını dünyadaki hakimiyet sisteminin Türkiye’ye mümkün olduğu kadar çok müdahale etmesinde bulur...” Özetle, Özel’e göre, sosyalizmin bu ülkede hiçbir toplumsal karşılığı yoktur; sosyalizm bu halkın hayatıyla irtibat kuramamıştır, kuramaz da; sosyalistler devlet katındaki (önce Tanzimatçı sonra Kemalist) seçkinlerin bu ülkeyi Batılılaştırma ihanetine bilmeden (ya da bilerek) taşeronluk eden gafillerdir (ya da alçaklardır).

Aslında, Waldo’nun iki amacı var gibidir. Öncelikli amacı, İslâmi kesimin çok büyük bölümünde bünyevi olarak var olan anti-komünizme eski bir komünist olarak malzeme taşıyarak seçkin “bir bilen” olma, “havass”tan biri olma ayrıcalığını ve iktidarını pekiştirmektir. İkincisi ise, yukarıda bahsedilen gafillere son bir “eve dön” çağrısı yapmaktır. (Kitabın adı bile bir çağrıdır) ki bu çağrının ’80 sonrası yenilgi ve yılgınlık ortamı içinde bütün koordinatlarını yitirmiş, ama mesela reklamcı da olmak istemeyen bazı solcularda ciddi bir karşılık bulduğuna -eski bir arkadaşım dolayısıyla- bizzat tanık oldum. Buna başka bir tanık olarak, İzlenim dergisinin Eylül 1995 tarihli sayısındaki “Soldan İslâma Geçenler: Hakikati Bulanlar Arayanlardır” başlıklı, söz konusu çağrıya (tabiî ki yalnızca İsmet Özel’in çağrısına değil, ama Waldo’da da özellikle zikrediliyor bir iki konuşmada) olumlu cevap veren eski solcularla yapılan röportajlarla oluşturulmuş yazıyı gösterebilirim. Bu kişiler Müslüman olduktan sonra yaşadıklarını anlatırken şöyle şeyler söylüyorlar: “İlk defa olarak bu ülkedeki insanlarla bir olduğumu hissettim... Artık bu ülkeli oldum.” “Kendimle, kimliğimle, Türkiye ile düşünsel anlamda barışmıştım. Türkiye’de yaşamak bile istemiyorken Türk müziğini, camileri sevmeye başlıyorsunuz. Ailenizle, çevrenizle, milletinizle bir barışma süreci başlıyor.” Yazının müellifleri de şunun altını çiziyorlar: “Konuştuğumuz kişilerin hemen hepsinin vurguladığı bir şeydi bu, Yani Marksistken hayal ettikleri. Halkıyla barışmak, yerli olmak... Halka tepeden değil, içinden bakan bir konuma gelirler”.

(Hem Waldo’da hem de bu röportajlarda söylenenleri tartışmaya geçmeden önce genişçe bir parantez açarak bu dergiyle hemen hemen aynı tarihte, Ağustos ‘95’de Türkçede yayımlanmış olan bir kitabın, Said’in Entellektüel’inin macerasından çıkarak konumuzla bağlantılı bir iki söz etmek istiyorum. Eskiden komünistken sonradan saf değiştirip nedamet getirenlerin itiraflarının toplandığı bir kitap olan İflas Eden Tanrı ve yazarları hakkında Said’in “[bu kitabı] okumak içime sıkıntı veriyor. Şunu sormak istiyorum: Bir entellektüel olduğun halde niçin [siyasî] bir Tanrı’ya inandın ki zaten? Hem, eski inancının ve sonra ondan duyduğun hayal kırıklığının bu kadar önemli olduğunu düşünme hakkını kim verdi sana?” gibi şeyler söylediği Entellektüel’i yayımlayan yayınevine o tarihlerde hasbelkeder aktif katkılarda bulunuyordum ve bu kitabı bizzat seçip çevirmiş, “sinirli” bir arka kapak yazısı yazmıştım. Kitap entellektüeli ait olduğu milliyet, din ve gelenekle arasına koyduğu mesafeyle tanımlıyor; içinde yaşadığı toplumun yerlilerinden olmamayı, aksine sürekli bozgunculuk yapıp hır çıkaran bir yabancı olmayı içeren bir sürgün konumuna yerleştiriyor ve toplumun üzerinde uzlaştığı simgelerin, değerlerin ikiyüzlülüğünü teşhir eden bir “yaban” olarak resmediyordu. Bir tür anti-Waldo da denebileceğini şimdi fark ettiğim bu kitabı, konsensüs arayacağız derken kişiliksizleşme tehditlerinin arttığı bir dönemde, ayrıştırıcı olur umuduyla yayımlamıştık. Tabiî ki böyle bir şey olmadı. Aksine, yerlici Müslümanlar, biz kitapla kavga etmelerini beklerken, kuşe kağıtlı şık dergilerinde kitabı övgülere boğdular. Onlar için yalnızca Said’in Oryantalizm’i yazmış olması önemliydi, gerisi pek umurlarında değildi. -Tıpkı, sadece Marksizmin ve Aydınlanma’nın değil, din dahil bütün “büyük anlatı”ların Hakikati cisimleştirme iddialarını dinamitleyen post-modern düşünürlerin, yalnızca Batı’yı eleştirme anlamında ilgilerini çekmesi gibi.- Aslında safdil bir beklentiydi bizimki. İslâmcı yazarların tepkisi düşünsel değil politik bir tepkiydi. Onlar için düşüncelerin doğruluk değerinden çok pragmatik-araçsal değeri önemliydi. Aynı şey ‘80 öncesi sol hareketlerin büyük kısmı için de geçerliydi: İktidarın yakında olduğuna inanan hareketler için düşünce etiği sorunları her zaman lükstür; hele ki Türkiye gibi, anti-entellektüalizmin hep gözde olduğu, hep gerçekçilik ve derin düşünce zannedildiği bir coğrafyada.)

Röportajdakilerle başlayalım. “Yerlilik”, “otantiklik”, “halkıyla barışma” gibi dertlerle solu terk edenlerin, solcu olmaya da aynı itkiyle karar verdikleri söylenebilir: Yani, salt “cemaat istemi”yle, Nietzsche’nin terimiyle “güç/iktidar istemi”yle. Soru basit: Bu insanların solun “yabancılığı”yla bir sorunları vardı da bunun üzerine niye 1970’lerde, solun çok güçlü bir cemaat kimliği sunduğu dönemde gitmediler? (Bunu aldıkları “pozitivist, bilimci, Batıcı” eğitime bağlayanlara ancak gülünür. Bu ülkede -neyse ki- hiçbir zaman bu kadar programatik, sistemli ve yönlendirici olmayı becerememiştir eğitim. Cidden “Atatürk ilke ve inkılapları” doğrultusunda hareket eder eğitimimiz; hem milliyetçi hem Batıcı, hem bilimci hem dincidir; yani toplam etkisi düşünme yeteneğini dumura uğratmaktan ve bozbulanık bir Türklük şişinmesi yaratmaktan ibarettir. Ancak düşünceyi ketleme amacına yönelik bir sistematiği olduğu söylenebilir.) Peyami Safa’dan Aydınlar Ocağı’nın kıymetli mensuplarına kadar bütün sağcılar yıllardır bağıra çağıra bunu söylüyor; komünizmle mücadele derneklerinde “bünyemize yabancı” bu solculuk illetiyle adeta kanserle savaşırcasına savaşıyorlardı. Onlara niye kulak vermediler? Düşüncelerinin çok büyük kısmını paylaşmasam da, İsmet Özel’le kıyaslanamayacak gerçek bir fikir adamı olan Cemil Meriç, yıllarca çilesini çektiği solculukla ve kaçınılmaz sonucu olan yalnızlık ve yabancılıkla onurlu bir biçimde hesaplaşmaya çalışıyordu o yıllarda çıkan kitaplarında. Şimdilerde bütün İslâmcıların pek bir övgüyle bahsettikleri, bağırlarına bastıkları Kemal Tahir ve onun etkisi altındaki Halit Refiğ, Hilmi Yavuz gibi Tahiriler “yerli bir sol” talep edip duruyorlardı yıllardır. Attila İlhan, İlhan Selçuk gibi Kemalist-solcular ve Yön dergisi ekibi “ulusal sol” lafını dillerinden düşürmüyorlardı [hâlâ da düşürmüyorlar, Allah’ın izniyle]. Yani, solun ürkütücü “yabancılığı”nı, kökü dışarıdalığını, “evsizliğini” (sağcılar imha, solcular telif ve tahrif ederek) gidermek için her şey yapılıyordu. Ayrıca İslâm hep orada değil miydi, Allah aşkına? “Yerlileşmek” için on yıl niye boşuna heba edildi?

Ayrıca o zamanlar solun içinde aktif mücadele vermekte olan insanların büyük çoğunluğunun kendilerini bu topluma hiç de “yabancı” hissetmedikleri; aksine “halk”ları için ölmeyi göze alacak kadar kendilerini buraya ait hissettikleri, yurtsever oldukları söylenebilir. Nazım Hikmet Arif Nihat Asya’dan, Sabahattin Ali Peyami Safa’dan, Yılmaz Güney Halit Refiğ’den, Deniz Gezmiş Çatlı’dan (isimlerini yanyana yazmak bile büyük bir zul!) daha mı az seviyorlardı memleketlerini, Alla’sen. İsmet Özel, sosyalist olmanın Budist olmak, sürrealist olmak gibi bir şey olduğunu Müslüman olduğu yıllarda, yani 1970’lerin ortalarında yazsa onu ciddiye alan tek bir solcu çıkar mıydı? O ne derse desin, solcular “bizim eller”de yaşadıklarını düşünüyorlardı. (Tabiî ki muhayyel, tasarımsal, Özel’in deyimiyle “farazi” bir ülkeydi onlarınki de -tıpkı İsmet Özel’in ideolojiler üstü olduğunu sandığı “Müslüman Türkiye”si gibi-; böyle olmaması da mümkün değildir çünkü ülke, vatan, memleket, millet diye bir şey yoktur. Soyutlama ürünü olan bütün bu topluluk biçimleri muhayyeldir, aktörlerin muhayyilesinde kurulur.)

SOL: MESAFE, SEVGİ, FARK VE KİMLİK ÜZERİNE TOCCATO

Bugün anti-emperyalizmi kendi icatları sanacak kadar unutkanlaşan sağcı İslâmcıların en yumuşak tabirle “evden kaçmakla”, daha samimi anlarında ise taşeronlukla, hattâ ajanlıkla suçladıkları Türkiye soluna, o yılların çilesini ve heyecanını yaşamamış biz Eylül sonrası kuşağın soğuk-zihinsel solcuları, bunun tam tersi perspektiften bakıyoruz.

Bunlar birer “suçlama” sayılacaksa; onları evden kaçmakla falan değil, eve iyiden iyiye yerleştiği için evin her yanına sinmiş tahammülsüzlük ve şiddet kültürü, düşünce düşmanlığı havasını solumakta beis görmemekle (elinizdeki dergiye ’70’lerde soldan verilen tepkileri hatırlayalım); babanın da kışkırtmalarıyla üzerlerine gelen “kardeşler”le didişirken babayla hesaplaşmayı unutmakla ya da en azından ertelemekle; çoğu zaman “biz de sizdeniz” gayretkeşliği ve özgüvensizliğiyle kendi farklarını bastırıp sansürlemekle; insanın gerçekten sevdiği, uğruna hayatını verebileceği kişiyi, ideali, manevi cemaati (mesela “halkı”nı) sevmesinin en sahici yolunun onunla aynılaşmak, bir olmak değil, bir yandan kendini bütün yaralanabilirliğinle ona açarken bir yandan da araya, gerçekten sevebilmek için zorunlu olan mesafeyi koyup onu alabildiğine hırpalamak, sevilmeyi hak etmeye zorlamak (“Sevdiğini hor görmek zorunda kalmamış kişi ne bilir ki sevmeyi?” diyordu Nietzsche) olabileceğini görememiş olmakla suçluyoruz. Bu noktada, evrensel yani ideal anlamda “Sol nedir, kimlerdendir?” sorusunu kurcalamak gerek.

Sol, “halkı”nı aydınlatmak, kendi geçtiği Hakikat kapısından başkalarını da geçmeye zorlamak ve böylece öncü olma iktidarını sağlama almak demek değildir. (Hakikatlerin çokluğundan ve değişkenliğinden başı dönen solun kendi aydınlanması hiç bitmez ki!) Bu, modernist tahakküm projesidir, toplum mühendisliğidir. Farklı zaman ve mekânlarda farklı adlar alır: Stalinizm, Maoizm, Kemalizm, İslâmcılık vb. Ama sol, dünyanın her yerinde bütün muhafazakârlığın şiarı olan şeye, yani halkın her ahval ve şeraitte “sağduyu”yu, “bilgeliği”, “sahiciliği”, “ölçülülüğü” cisimleştirdiğine falan da inanmaz; “ailesiyle, çevresiyle, milletiyle” barışmaz, kaynaşmaz. “Halk”a tepeden bakma tavrını sürdürmektir bu “barışma” sanıldığının aksine. “Onlar en doğrusunu bildiklerini bilmeyecek kadar saflar” demektir. Bir tür “soylu vahşi”dir halk bu sözde yüceltici bakışta. Antropolog bakışıdır bu. Žižek’in “Çokkültürcülük ya da Çokuluslu Kapitalizmin Kültürel Mantığı” adlı olağanüstü yazısında gösterdiği gibi, kendisi böyle handikapları aşmış olsa da öteki kültürlerin “fundamentalist” özelliklerine saygıda kusur etmeyen yüce gönüllü çokkültürcülüğün bakışıdır bu hoşgörücü, “sizi olduğunuz gibi kabul ediyorum” diyen bakış. Bir kültürün bütününe, ancak dışında durup onu araştırma nesnesi yapma lüksüne sahip biri tamamen saygı duyabilir (Yurtdışında İslâmcı kimlik hakkında akademik araştırmalar pazarlayanların bu liberal hoşgörü havasından fazlasıyla etkilendikleri gözlenir mesela. Bu araştırmalarda Medine Vesikası’ndan söz edilir de Sivas’tan pek söz edilmez; postmodern düşünürlere atıflar yapan İslâmcı yazarlardan söz edilir de mesela, özellikle Anadolu’daki “üniversite”lerde ülkücü terörden ya da İslâmcı olmayan bütün öğrencilere uygulanan korkunç terörden söz edilmez. Hayır, kamu sahasında İslâm’a ait en küçük bir iz bile gördüğünde “devletin zinde güçleri”ni falan yardıma çağıran laikçilerden değilim. Yalana “bu yalan”, faşizme “bu faşizm” diyorum sadece.) O kültürün hangi baskı ve tahakküm mekanizmalarıyla idame ettirildiğini içeriden yaşayan, bunun acısını her gün teninde ve ruhunda yaşayan birinin böyle bir lüksü yoktur. İnsan canını yakan şeye saygı duymaz. Ancak yukarıdan, devlet katından, kuşbakışı bakıldığında yekpare, homojen bir “yerlilik”ten söz edilebilir (istisnasız tüm sağ yerlicilerin “devlet bizim devletimiz”ci olması, soldan “yerliliğe” göç eden bütün solcuların kısa bir süre sonra “Türk devlet geleneği” gibi laflar etmeleri şaşırtıcı değildir bu yüzden) ve bütün totaliter ideolojiler manzara seyretmeye bayılırlar. Oysa, herhangi bir “Sosyolojiye Giriş” kitabından da öğrenebileceğimiz gibi, “yerliler” aralarında birçok ortaklık olduğu halde , birbirleriyle sürekli kavga da ederler, birileri sürekli dayak yer, bazıları kendisinin de dayak atacağı birilerinin olmasıyla avuntu bulurken, bazıları bunu “alınyazısı” sayar; az sayıdaki bazılarıysa hayalcidir, kimsenin kimseyi dövmeyeceği, en azından dövemeyeceği bir ülke, hattâ bir dünya hayal eder vb. İşte bu yüzden solcu, sanki homojen bir nesneymiş gibi “halk”ıyla bir olmak, barışmak türü sözlerden korkunç rahatsız olan kişidir. Solun bakış açısına göre, insanları değerli kılan şey aralarındaki farklardır, grup kimliklerinin ötesinde sergiledikleri “fazla”dır, benzersizlikleri, tekillikleridir. Tek ve mutlak bir kimliğe (mesela Özel’in Türkiye’nin “nomos”u saydığı “İslâm”a) indirgenen insan budanmış insandır. Zira bütün kimlikler somut, tekil varlıklar olan kişilere şiddet uygular, benzersizliğini geri dönülmeyecek bir biçimde ebediyen paranteze alır, tekilliği genellik içinde eritir. Toplumsal bir hayat sürdürmek için genellemelerden vazgeçmek mümkün olmadığına göre, bu şiddeti yumuşatmanın en akla yatkın yolu Sola göre onları mümkün olduğunca çoğaltıp etkilerini frenlemek, görelileştirmektir. Bu yüzden de Sol bilinen anlamda bir kimlik olamaz, kimlik öneremez (Solculuğu meslek edinenler yanlış yoldadır bu yüzden). İnsanlar kimliklerini seçmekte özgür olmalıdır; Sol seçenekleri olabildiğince zenginleştirmekten (yaratıcılıktan) ve bu kimlik seçeneklerinin birer baskı ve tahakküm aracı, dışlama vesilesi haline gelmesini sürekli uyanık durup önlemekten yana olan evrensel, etik bir karşı koyma tavrıdır. (Yani sürekli bir eleştirellik ve özeleştirellik tavrıdır). Dolayısıyla “toplumsal tabanı” hem her yerdedir hem de hiçbir yerdedir. Bunu biraz açalım.

SOLUN EVRENSELLİK VAADİ

Bazılarının “çelişki” dediği bir iddianın ve vaadin adıdır sol. Bir yandan, her türlü düşüncenin zaman ve “yer”le, bir başka deyişle “tarihsellik”le kayıtlı olduğunu, belli koşulların ve rastlantıların ürünü, sonucu olduğunu gösterir, düşüncenin ayaklarını yere [bazen de çamura] bastırır. Mesela, “millet”ler, “din”ler, “devlet”ler ve “kimlik”ler, belirli “reel” koşullara cevaben o koşullarda yaşayan insanlar tarafından oluşturulan “muhayyile ürünü”, tarihsel ve dolayısıyla geçici kurgulardır ona göre. Bir yandan da (belki tam da bu yüzden) kendisinin, onu doğurmuş olan koşullara “aşkın” olduğu iddiasındadır. Sol, dünyanın belli bir bölgesinde (“Batı”), belli bir dönemde (18. yüzyıl sonu- 19. yüzyıl), kendisinden önceki belli geleneklerin (Hegel dolayımıyla Alman tarihselciliğinin, İngiliz ekonomi politiğinin, Fransız ütopyacılığının, Hıristiyan evrenselciliğinin ve genel düşünce iklimi olarak Aydınlanma’nın) mirasçısı ve insanlık tarihindeki özgül, tarihsel bir gelişim olan kapitalizmin (zaman zaman onun öncüllerini, “iktisadi rasyonalitesi”ni de içselleştiren) rasyonel bir eleştirisi olarak ortaya çıktığı halde, nüvesinde barındırdığı insanlık ve evrensellik ütopyası yüzünden bu tarihle sınırlanmış olmayı (eve kapanmayı) kabul etmez. Sol, kendi içinde gerekli dönüşümler yapıldığı taktirde (bünyesindeki eleştirellik ve özeleştirelliğin bu dönüşümleri yapmayı mümkün kıldığı gibi bir özgüvene sahiptir), bambaşka kültür ve geleneklerin ürünü olan farklı toplumlarda da, evrensel gerçekler olan baskı, tahakküm ve dışlamanın aşılabilmesi için kullanılabilecek bir ütopyadır . Her toplulukta var olan diğer toplulukları yeterince insan saymama, umursamama eğilimine, kendi kavmini, kabilesini, kendi “insan”ını sırf kendisinin olduğu için hiyerarşide en üst sıraya yerleştirme tavrına, gerçekte henüz var olmayan bir “insanlık” ufkunu ve idealini inatla koruyarak direnen bir evrensellik ütopyasıdır. Žižek’in yukarıda andığımız yazısında Balibar’dan yola çıkarak hatırlattığı gibi, “globalleşme”nin (İ. Özel’in “dünyadaki hakimiyet sisteminin Türkiye’ye daha fazla müdahale etmesi” dediği şeyin) “reel”, “somut” evrenselliği değildir Solunki; muhayyel bir evrenselliktir: “Koşulsuz bir ‘aşırılık’ olarak kalan, mevcut düzene karşı sürekli ayaklanma çağrısını cisimleştiren, devrimci egaliberte (eşitlik-özgürlük) talebinin dışa vurduğu bir “İdeal”in evrenselliğidir.” İstikrar bozucu, soyut, “gelecek”teki bir evrenselliktir bu (universality to come): “Evrenselliği dışlama noktasıyla özdeşleştiren”, örneğin günümüz Avrupasında “hepimiz göçmen işçiyiz” diyen; eski Yugoslavya’da evrenselliği Bosnalı Müslümanların temsil ettiğinde ısrar eden evrenselliktir.

İnsanlar içinde yer aldıkları kollektiviteye tinsel bir değer yüklerler: Kollektivite bir tinsellik imkanıdır gerçekten de; insana kendi egosunun darlığından çıkıp kendini başka insanlara, oradan da başka canlılara, doğaya, evrene ve “tanrı”ya açma, kendini “aşma” imkânı verir; ancak başkaları olduğu için kendisinin var olabildiği bilincini ve sorumluluğunu verir. Bu yönüyle, Jameson’ın da dediği gibi, her türlü kollektivite, faşist olanları bile bir ütopya anı içerir. Ama çoğu kollektivite tasavvurunun tinselliğini sakatlayan, (ideal evrenselliğe doğru) genişletmek yerine daraltan, dışlayıcı ve baskıcı hale getiren unsur; gönüllülük esasına değil zorunluluk esasına dayanan birliktelik modelleri, “aile” modelleri dayatmalarıdır. Oysa kimse ailesini seçme şansına sahip değildir, kendini bir ailenin içinde bulur; tıpkı bir cinsiyetin, şehrin, milletin, dinin, sınıfsal konumun içinde bulması gibi. Bunlar verili, zorunlu grup kimlikleridir. Sağ, insanların kendi seçmedikleri bu kimlikleri bütün olarak yücelten (Türk, erkek, Müslüman vs.) ya da hor gören (Yunan, kadın, Yahudi vs.), mutlaklaştıran bir kollektivite tasavvurudur. Sol ise bu tür zorunlu kimlikleri bir bütün olarak ne yüceltir ne de horgörür; her kimlik yüceltilecek ve horgörülecek unsurlar içerir. Bu kimlikleri iki yana doğru açılmaya zorlar sol: Bir yandan henüz “hayal” olarak kalan insanlığa, bir yandan da tek tek birey olarak Hasan’a, Ayşe’ye, François’ya, Nastassia’ya ulaşmaya zorlar. Bu tür seçilmemiş kimlikler insanlar için hem fazla “dar” hem de fazla “geniş”tir sola göre. Solun kollektivite tasavvuru, mutlaklaştırılmayan gönüllü birlikteliklere, deyim yerindeyse bir “dostluk modeli”ne dayanır. Sol seçmeye dayandığı için dostluk bağlarına aile bağlarından; dostluğun hafif ve seyyar mekânlarına “ev”den daha çok değer verir. Bu mekânların özgürlüğünü evin güvenliğine tercih eder. Çünkü Adorno’nun o ünlü “insanın evindeyken kendini evinde hissetmemesi bir ahlâk meselesidir” sözünü düstur edinmiştir. O yüzden sağcıların “özüne, eve dön” çağrılarının, “sen zaten bizdensin, bırak bu yabancılamayı” yaltaklanmalarının sen “sol” olmaktan vazgeç anlamına geldiğini bilir.

EVİN HALLERİ: ŞİZOFRENİ, PARANOYA, MUTLULUK

Verili bir “biz”e iltica etmek, “kültürüyle barışmak” büyük bir huzur ve “güvenlik” hissi verir, yaralara “şifa” olur gerçekten de. İsmet Özel’in düzyazılarını ve konuşmalarını okuyanlar, sık sık Müslümanlığın kendisi için bir şifa olduğundan, insanın bir “ontolojik güvenlik” ihtiyacı olduğundan bahsettiğini bileceklerdir. Bu kendi başına insani ve anlaşılabilir bir durum. İnsan, eninde sonunda gönüllü bir sürgünlük olan sol muhalefetin getirdiği yalnızlığı ve mesafeyi, insanı diri tutan, uyuşturmayan bir umutsuzlukla, gurur veren, kişiliği güçlendiren bir kararlılıkla yaşayabileceği gibi; kişiliğini parçalanmaya, yani “şizofreni”ye götüren bir “tehlike” olarak da yaşayabilir; bu yüzden sürgüne son vermek de isteyebilir. Asıl sorun, bir kere “huzur”a ve “güvenliğe” kavuştuğuna inandıktan sonra, geri dönüp, yaralarını açık tutmayı, usul usul kanamayı sürdürenlere bu Müslüman ülkede yaşamaya bile layık olmayan fesat işbirlikçileri olarak, düşman gözüyle bakıldığında ortaya çıkıyor (Özel’in Sivas cehennemi ardından yazdığı o ibretlik yazıyı unutmak mümkün değil. Aslında Zor Zaman’ın ve Waldo’nun mantıksal devamıydı o yazı). Şizofreniden kurtulacağım derken, Türk sağının karakteristik ruh haleti olan, nereye baksa komplolar ve düşmanlar gören paranoyaya balıklama dalmak gerçekten hazin. Demek ki “eve yerleşmek” insanın ruh sağlığını koruyacağının garantisi değilmiş. Yan etkileri, iyileştirdiği sanılan hastalıktan da beter çıkan bir şifa bu.

Özetle: Evin dışa kapalı, korunaklı dünyası bu tür birçok hastalığa üreme ortamı sağlayabilen bir “kültür” olabiliyor (Bütün terapiler şu ya da bu ölçüde bir “aile terapisi” değil midir zaten?). İki yüzü var evin: Bizi korur, güvenliğimizi sağlar, sevmeyi ve bir topluluğa ait olma hissini tattırır ki bunlar büyük nimetlerdir, ama bunu bizi dışarıya, başka evlere ve evsizlere, sokağa, dünyaya kapatarak, onlardan korkmaya alıştırarak yapar. Dış dünya korkunun ve güvenliksizliğin yuvasıdır evden bakınca. Ama evden kaçanlar/kaçmayı düşünenler (düşünmemiş olan var mıdır ki?) dışarıda bir özgürlük vaadi gördükleri için kaçarlar, kaçmak isterler. Sağcılar “Batı” diye başka bir eve kaçmaktan bahsederken yanlış kullanıyorlar metaforu. Hiçbir çocuk, ait olmadığı başka bir eve sığınmak için kaçmaz: Hem herkese ait olduğu için hem de hiç kimseye ait olmadığı için özgür bir kollektivite vaat eden sokağa kaçar.

Bachelard’la başladık, Benjamin’le bitirelim: “Hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır: On beşimizdeyken evden kaçmamış olmak. Sonradan anlarız: Sokakta geçirilen kırk sekiz saat, tıpkı alkalik çözeltide olduğu gibi, mutluluğun kristalini yaratır.”