Üçüncü Yol: Sosyal Demokrasi İçin Tek Yol mu, Son Yol mu?

Sosyal demokratların son dönemdeki en gözde propaganda malzemesi haline gelen “Üçüncü Yol” 21 Eylül’de New York’ta projenin mimarları Tony Blair ve Bill Clinton’ın katılacakları bir konferansa konu olacak.

Toplantının muhtemel konukları arasında İtalya Başbakanı Roman Prodi, İsveç Başbakanı Goran Perrson, Danimarka Başbakanı Poul Rasmussen ve Portekiz Başbakanı Antonio Guterres bulunuyor. Çağrılılar arasında yer alan Fransa Başbakanı Lionel Jospin’i “Eski Sol” kafalı bulanlar az değil. Bu nedenle Fransa’yı “modernleşmeci” Maliye Bakanı Dominique Strauss-Kahn’ın temsil etmesi memnuniyetle karşılanacak. Seçimlerden zaferle çıkması beklenen Gerhard Schröder’in “Şansölye” sıfatıyla katılacağı bir zirvenin daha anlamlı olacağı düşünülerek toplantının Ekim’de yapılması planlanmıştı.1 Ama BM’nin yeni dönem açılışıyla konferansı birleştirmek liderlerin takvimine daha uygun düştüğü için seçim finişindeki Schröder’in yokluğunda biraraya gelmeye karar verildi. Şimdilik adı pek geçmemekle birlikte Deniz Baykal’ın da New York zirvesine katılmaktan mutluluk duyacağı açık. Zaten konuşmalarında arada sırada “üçüncü bir yol”dan bahsederek seçim stratejisi arayışında zemin kolladığı gözleniyor.

Bill Clinton’ın, Üçüncü Yol kavramını ilk kez geçen yılki ‘Ulusa Sesleniş’ konuşmasında telaffuz etmesi, konuya verdiği önemin göstergesi oldu. Clinton’ın asıl amacının Sosyalist Enternasyonal’in yeni ve ideoloji sonrası bir versiyonu Üçüncü Yol Enternasyonali’ni oluşturmak olduğu ifade ediliyor. Roosevelt’ten sonra üst üste seçim kazanan tek Demokrat Başkan sıfatına sahip Clinton’ın tarihe sadece “uçkurumla geçmeyeyim” endişesinin de böyle kalıcı bir girişimde bulunmasında rol oynadığı düşünülebilir.

Tony Blair ise Margeret Thatcher gibi uzun süreli başbakanlık yapmak ve entellektüel bir lider olarak isim bırakmak özleminde; ve kendisini iktidara taşıyan felsefeyi sistematize etme çabası içinde. Şubat 1998’de Clinton’u Washington’da ziyaretinde merkez solun 21. yüzyıl için uluslararası uzlaşmasını Üçüncü Yol’un sembolize edeceğini söylemişti. Üçüncü Yol Enternasyonali’nin başarısı Avrupalı “modernleşmeci” sosyal demokratlar’ın bu iki Anglo-Sakson liderin moral otoritesini kabulüne bağlı görünüyor.

Avrupalı sosyal demokratlar Clinton’ın, “daha küçük, kendi imkânlarıyla yetinen, daha az kaynakla daha fazla iş yapan hükümet” formülünü istemeyerek de olsa küreselleşmenin dayatmasıyla hayata geçirme yolundalar. Kısaca, Marksizm gibi önce hayatı açıklamayı, sonra değiştirmeyi amaçlayan, pratiği teoriden beslenen “büyük anlatılar”ın aksine; Üçüncü Yol, seçmen desteğiyle, piyasa onayı arasında hassas bir denge tutturmaya çalışan pragmatik reçetelerin teorisini keşfetme çabası olarak nitelenebilir. Ama kıta Avrupasında dayanışmacı yapıların daha kökleşmiş olması nedeniyle sosyal demokratlar arasında destek bulmasının Anglo-Sakson dünyasındaki kadar kolay olmayacağı anlaşılıyor.

Aslında, Üçüncü Yol, içeriği pek de belli olmayan, merkez solda tüm yeni fikirleri ve arayışları simgeleyen şemsiye bir kavram haline geldi. Epey süredir dolaşımda olması, ama bir türlü tanımlanamaması nedeniyle artık şüpheyle karşılanmaya başladı. “Üçüncü Yol tutarlı bir fikirler manzumesi midir yoksa bir reklam sloganı mı?” sorusuna henüz tatminkar bir cevap verilemedi. İlerici politikanın yeni formlarını yaratmak için yürütülen ciddi bir çaba mı, yoksa Reagan-Thatcher ikilisinin nihai zaferini sol bir kılıfla onaylama vesilesi mi kuşkusu da zininleri meşgûl etmeye devam ediyor.2

Üçüncü Yol’un kapsam ve içeriğine ilişkin kuşkular bir yana, bu kavram arkasına dizilenlerin seçim başarıları karşımızda duruyor. ABD, İngiltere, Fransa, İtalya, Portekiz ve Hollanda’da, Üçüncü Yol partileri iktidarda; kamuoyu yoklamaları yanıltmıyorsa yakında Almanya da bu zincire katılacak. Buradan, ’90’lar konjonktüründe Batı’daki seçmenlerin, serbest piyasaya bazı sınırlamalar getireceğini ve neo-liberalizmin yarattığı eşitsizlikleri bir ölçüde dengeleyeceğini vaadeden sosyal demokrat partileri muhafazakârlara tercih etmeye başladığı sonucunu çıkartabiliriz. Ancak seçmenin, refah devleti, tam istihdam, güçlü sendikalar, aktif sanayileşme politikası gibi ilkelerle şekillenen sosyal demokrasinin tarihsel mirasından mı vazgeçtiği, yoksa kayıtsız şartsız sermaye yanlısı sağ partilere, piyasa hegemonyasına karşı ehven-i şer görüneni mi desteklediği henüz açık değil.

Üçüncü Yol’un şu sorular ekseninde tartışıldığını söyleyebiliriz: Demokratik hükümetler, ulusal sınırları ve kuralları gittikçe teğet geçen küresel ekonomiyi nasıl etkileyebilir? Bu cüretkâr kapitalizmin yarattığı ekonomik eşitsizlikler nasıl dengelenebilir? Bireylere bu rekabet sürecinde ayakta kalabilmelerini sağlayacak donanım nasıl kazandırılabilir? Yarım yüzyıllık geçmişi bulunan toplumsal refah programları nasıl yeniden yapılandırılabilir? Piyasanın dinamizmiyle, aileleri ve yerel toplulukları kaçınılmaz çöküşten koruma gereği nasıl dengelenebilir.3


Üçüncü Yol’un iki önemli temsilcisinden birisi kuşkusuz Bill Clinton. New York Zirvesi de, zaten Hilary Clinton ve başkanlık danışmanı Sydney Bluebemental tarafından düzenleniyor. Ayrıca Clinton’ın ilk dönem Savunma bakan yardımcısı ve Harvard Kennedy Okulu’nun dekanı Joe Nye da konuyla yakından ilgileniyor. Nye, devletin yeniden yapılandırılmasını amaçlayan “hükümeti yeniden yaratmak” projesinin başında bulunuyor ve gelecek seçimlerdeki Demokrat aday için politik stratejiler tasarımıyla meşgul. Nye, aşağıdaki sözlerle Clinton ve Blair arasındaki düşünsel yakınlığa dikkat çekiyor: “Gündemlerindeki ortak noktalardan çok etkilendim. Her ikisinin de kafasında aynı önemli soru var: Piyasa gelişmelerinden taviz vermeden bu sürece ayak uyduramayanlara nasıl duyarlılık gösterebiliriz? Klasik sol çözümler geri teptiğine göre, acaba ne yapmalı? Blair’ın, ‘sonuç veren bir şey’ cevabı ise ortak zeminleri.”4

Clinton’ın konuya verdiği tüm öneme ve yukarıdaki isimler yanında eski Çalışma Bakanı Robert Reich gibi teorisyenlerin konuya kafa yormalarına karşın “Üçüncü Yol” tartışmalarının entellektüel merkezi İngiltere. Özellikle, Blair destekçisi New Statesman dergisinde konuya ilişkin kilit makaleler yayımlanıyor. London School of Economics’in direktörü ünlü sosyolog Anthony Giddens’in ise konunun baş teorisyeni olduğu söylenebilir. Giddens’ın görüşlerine geçmeden önce, 18 yıl aradan sonra Blair liderliğinde iktidara ulaşan İngiliz İşçi Partisi’ni “Üçüncü Yol”a sürükleyen süreci kısaca irdelemekte yarar olabilir.

İngiliz İşçi Partisi’nin yakın dönem serüveni, Türkiye dahil birçok ülkede sosyal demokrat partileri merkeze, hattâ merkezin sağına çeken ülke ve dünya koşullarını, parti liderlerinin temel ilkelerine sahip çıkmakta gösterdikleri cesaretsizliği sergilemek açısından bulunmaz bir örnek.


İngiliz İşçi Partisi’nin modernleşme, başka bir açıdan bakılınca sağa kayma stratejisini Neil Kinnock 1987’deki üçüncü seçim yenilgisinin ardından 1989’da başlattı. Neil Kinnock liderliğindeki partinin yıllık konferansında Thatcher döneminde tırpanlanan sendikal hakların iadesi, özelleştirilen kuruluşların tekrar kamu mülkiyetine geçmesi ve tek taraflı nükleer silahsızlanma politikalarından vazgeçildi.5

Partinin karar alma süreçlerinde tabanın ve sendikaların etkinliği azalırken, politik stratejilerin belirlenmesi işi büyük ölçüde medya profesyonelleri ve seçim kampanyası yöneticilerinin ellerine teslim edildi. Kamuoyu araştırmaları sonuçları ve “odak grupları”nın eğilimlerine en uygun düşen reçeteler parti politikası haline gelmeye başladı. Her ne kadar partinin demokratik tartışma mekanizmaları kağıt üzerinde yürürlükteyse de, profesyonel ekiplerin inisyatiflerine muhalefet, partiye ihanet gibi görülmeye başlandı. Pazarlama mantığıyla artık politika önerileri birer “üründü” ve partinin ürün tasarımı seçmenin davranış ve tercihlerine göre yapılacaktı.6

Parti rotasını sağa çarkettirmesine karşın Neil Kinnock zaman zaman kapitalizmin ne kadar adaletsiz bir sistem olduğunu ifade etmekten kendini alamıyordu. Belki bunda işçi sınıfı kökenli bir Galli olmasının da payı vardı. Kapitalizmin erdemlerinin asıl keşfi özel okul mezunu (İngilizcede public school), muhafazakâr bir aileden gelen Blair ile gerçekleşti. Blair’e göre kapitalizm kaçınılmazdı ve kendi tabiriyle “Yeni İşçi” (New Labour) iş aleminin partisi (party of business) olacaktı.7


Burada kapitalizme uyum sağlama anlayışının İşçi Partisi’ndeki tarihsel öncüllerini hatırlamakta yararlı olabilir. Meşhur 4. madde ile üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini amaçlamasına karşın, Marksizm ile bağları zayıf, kendine özgü bir sosyalizm anlayışının temsilcisi olan partide, kapitalizmi aşmak niyeti bulunmayan “revizyonizm”in en seçkin savunucusu hiç kuşkusuz 1956’da Sosyalizmin Geleceği kitabını kaleme alan Anthony Crossland idi.

Crossland revizyonizmi bugünkü “modernleşmecilerin” aksine Marx’ı küçümsemek bir yana onu “sosyalist düşüncenin zirvedeki bir devi” olarak niteliyerek hakkını teslim ediyordu. Ama çağın değiştiği, Marx’ın görüşlerinin günceli (1950’ler) açıklayamadığı savıyla dünya dengelerinin işçi sınıfı lehine döndüğünü, bundan yararlanmak gerektiğini söylüyordu.

Crossland: 1) Politik alanda barışçıl bir devrimin kapitalist sınıfın hükümetlere kumanda etme gücünü kırdığını, 2) Toplumsal ilişki ve davranışların işveren sınıfının aleyhine işçi sınıfının avantajına evrildiğini, 3) Kapitalistlerin üretim araçları üzerindeki finansal kontrolünün zayıfladığını iddia ediyordu. Ayrıca bu trendlerin kalıcı olduğu düşüncesindeydi.8

Kısaca, Crossland’ın yönelttiği konjonktürellik, yani geçicilik yorumu kendi teorisi için doğrulandı. Kapitalizmin rekabetçi, eşitlikçi olmayan doğası bir kez daha su yüzüne çıktı. Ama Crossland şartların emek kesimi için olumluya gittiği tespitini yapıyor ve bu koşulların süreceğini umut ediyordu. Halbuki bugünün modernleşmecileri emek kesiminin yaşam koşullarının, istihdam olanaklarının kötüleştiğini reddetmemekle birlikte, kapitalist küreselleşmenin karşı konulmaz gücü karşısında teslimiyeti savunarak geçmişin revizyonistlerine rahmet okutuyorlar. Çok daha sağ bir çizgiyi temsil ediyorlar.


İngiltere’nin dünya rekabetinde gerileyen bir ülke olmasının da etkisiyle 1980’li yıllardan başlayarak “uluslararası rekabet gücü” kavramı sosyal demokratların da reddedemediği bir tabu haline geldi. İşçi Partisi “arz-yönlü sosyalizm” denebilecek bir anlayışın savunuculuğuna soyundu. Amaç, ekonomide emek, sermaye, teknoloji gibi faktör girdilerinin miktarını, kalitesini arttırıp, daha verimli kullanımını sağlamaktı. Böylelikle üretimde etkinlik artacak, birim maliyetler düşecek ve ülkenin uluslararası rekabet gücü sıçrama gösterecekti.9 Tek taraflı Keynesçilik artık tam istihdamı, sürdürülebilir bir kalkınmayı sağlamaktan uzaktı ve sosyal demokrat projenin kalkış noktası olamazdı. 1980’de Fransız sosyalistleri’nin Mitterrand liderliğinde genişlemeci politikalarının başarısızlığı da bu anlayışa destek oldu.

Keynesyen talep yönetimini tamamen reddetmeyen parti metinleri bile, “... talep yönetiminin ekonomi politikalarında bir rolü olabilir, ama işsizliği azaltmanın ve yeni işler yaratmanın en iyi yolu ekonomiyi modernize etmek ve tüm dünyada başarı sağlayabilecek rekabetçi sanayiler oluşturmaktır. “İhracata yönelik büyüme sürdürülebilir kalkınmanın tek garantisidir.”10 diyerek arz yönlü ekonomiye yanaşıyordu.

Dünya üzerinde rekabet edebilmenin, sermaye girişlerini sürekli kılabilmenin, özellikle IMF ve neo-liberal gurularca tüm dünyaya önerilen reçetesi malûmdu: Baş düşman enflasyonla başedebilmek için kamu harcamalarını kıs, çalışanların ücretlerini kontrol altına al, refah devletini buda, sendikaların gücünü kır, vergi oranlarını aşağı çek, emek piyasalarını esnekleştir, kamu işletmelerini özelleştir, tüm sermaye akışlarını serbestleştir. Bu öğütler sınıf dengelerinin izin verdiği ölçüde Muhafazakâr hükümetler tarafından uygulandı. Özellikle orta sınıflara hitap eden bireyin kişisel çıkarını öne çıkarmasının toplumun da yararına olacağı zihniyeti, ailelere oturdukları evin tapusunu verme, özelleştirmede halka arzla herkesin ağzına bir parmak bal çalma kurnazlığı Thatcher politikalarına yer yer işçi sınıfını da kapsayan hatırı sayılır toplumsal bir destek de sağladı.

İşçi Partisi ise sönük bir muhalefetle yetindi. Madem küreselleşme sürecine, piyasa güçlerinin egemenliğine karşı çıkılamıyordu o zaman Muhafazakârlardan farklı bir şeyler önerilmeliydi.

Vurgunun toplumun eğitim ve beceri düzeyinin yükseltilmesine yapılmasının uygun olacağına karar verildi. Bu, sermaye açısından da, önemli bir faktör girdisinin niteliğini yükseltme çabası taşıdığı için kabul edilebilir bir stratejiydi. Bu anlayış, parti dokümanlarında “başarılı bir ekonominin anahtarı emek değerini yükseltmeyi bir politika amacı olarak benimsemektir...” cümlesiyle ifadesini buldu. Şimdiki Maliye bakanı o zamanın gölge Maliye Bakanı Gordon Brown ise bu çerçeveye: “modern küresel ekonomide sermaye, hammadde ve teknoloji uluslararası mobiliteye sahiptir ve ticarete konu olma özelliği taşır. Ekonomik büyümenin en önemli belirleyicisi ise insanın eğitim ve beceri düzeyidir”11 cümleleriyle açıklık getiriyordu.

Ayrıca özgürlükler ve insanın önüne seçim olanakları konulabilmesine, kişinin kendini gerçekleştirebilmesi ve ifade edebilmesinin gereği olma noktasından özel vurgu yapılıyordu. Özgürlük arayışının sosyalist bir amaç olduğu yadsınamazdı ama artık, eşitlik ve dayanışma vurgusundan yoksun bir özgürlük söz konusuydu.

Özelleştirmeye de, özellikle 4. maddenin kaldırılışından sonra mülkiyetin nitelik değiştirmesi olarak bakılmıyor, neo-liberalizme eleştiriler düzenleme (regülation) mekanizmalarının ve isteğinin yetersizliğiyle sınırlanıyordu.


Blair’in liderliğiyle birlikte, kendisinin ibadetini aksatmayan bir Hıristiyan oluşu propaganda malzemesi haline getirildi ve parti ideolojisinde moral vurgular arttı. toplumun bireye karşı sorumluluklarını yerine getirmesi, bireyin topluma karşı yükümlülüklerini aksatmaması şartına bağlanmıştı. Önerilen işleri reddetmemek, kanunlara saygılı olmak (Blair’in meşhur sloganı: “suça karşı sert, suçun nedenlerine karşı sert” idi),12 komşularına saygıda kusur etmemek vb.. Bunlar doğru ve ahlâki olsa da Blair’in konuşmalarında sol tonlar bulmak, zihniyetini Muhafazakârlar’dan ayrıştırmak olanaksız hale geliyordu.

Blair, “Biz kişinin kendinin yardımcısı olduğuna, kendine güvenmeye, kendini geliştirmeye tutkuyla inanıyoruz.. Biz herkesin en büyük motivasyonunun kendini geliştirmek olduğuna inanıyoruz” diyordu. Kısaca eski sol iktidarlardaki gibi yatmak yoktu. Herkes sürekli herkesle rekabet etmeliydi. Böyle olunca, “İnsanları küreselleşmenin sonuçlarına karşı nasıl koruyacaksınız?” sorusuna cevap vermek de kolaylaşıyordu. “Küreselleşmenin olumsuz sonuçlarına karşı tek çare, hırsla ve yürekten bu sürece katılmak”tı. Böylelikle ceremeyi başka ulusların halkları çekecekti.

Tarık Ali, Blair’in her konuya ahlâk ve değerlerle çözüm önerme anlayışını, “iki milyon işsiz ve milyonlarca dışlanmış insanın çektiklerini hafifletme ve kendisiyle barışık bir toplum yaratma becerisinden yoksun olduğu için politikacılarımız ahlâkçılık vagonuna tırmanmayı tercih ettiler.”13 şeklinde yorumluyordu.

Artık bu pragmatizme bir teorik giysi gerekliydi; işte Üçüncü Yol böyle bir ihtiyaçtan kaynaklandı. Zaten Blair iktidara geldikten, Clinton Başkanlık’ta 6. yılını doldurduktan sonra tartışmaya açılması da “yaşanan pratiğin teorisi” niteliğini doğruluyor. Labour and Trade Union dergisinde bu durum alaylı bir dille şöyle anlatılıyor;

“Üçüncü Yol Blair’in yoludur. O bunu ortaya attı. Ve şimdi de ne olduğunu anlamak istiyor. Bu nedenle üniversitelerden, think-tanklardan 36 sol düşünürü at nalı şeklinde Başbakanlık’taki salonuna dizdi. Kendi ortaya yerleşti ve aşağıdaki sorunun cevaplanması için onlara iki saat tanıdı; ‘Üçüncü Yol nedir?’”14

Dergiye göre ilk defa Blair bazı kelimeleri biraraya getirip bir politik strateji olarak saptadı; şimdi de başkalarından bu kelimelere uygun fikirler üretmelerini bekliyor.

Tanınmış sosyal bilimci Ralf Dahrendorf, “ne o, ne bu; ne muhafazakârlık, ne sosyalizm” retoriğine karşı çıkarak, “eğer sen kendini başkalarının terimleriyle tanımlarsan onların senin yöntemini belirlemelerine de izin vermiş olursun” diyor. Blair’e hitapla, “senin yeni kelimesine zaafını biliyorum; o zaman şu Üçüncü Yol yerine ‘yeni politika’yı kullan” tavsiyesinde bulunuyor. Meselenin küresel piyasalarda başarı kazanırken, sosyal ve kültürel gerekleri ihmal etmemek olduğunu söylüyor.15

Ama Dahrendorf ne derse desin artık “Üçüncü Yol” markası piyasaya sürülmüş bulunuyor. Herkes kendine göre bir tanım yapsa da Üçüncü Yol’u bir de sosyal bilim çevrelerinin saygın temsilcisi Anthony Giddens’tan dinleyelim.


Anthony Giddens, Üçüncü Yol konusunda en yetkin teorisyen kimliğiyle eleştirilere cevap niteliğinde, “solun felç oluşundan sonra”16 başlığı taşıyan bir makale yayımladı. Giddens, genel seçimden önce Yeni Zamanlar teorisyenleri Martin Jaques ve Stuart Hall’un Blair’i yeniden ısıtılıp halkın önüne getirilen bir Thatcher olarak niteledikleri makalelerine de gene New Statesman’de cevap vererek Blair’e adeta göğsünü siper etmişti.

Giddens, Üçüncü Yol’un eski sol veya sosyal demokrasi doktrini ile neo-liberalizm veya yeni sağdan farklı bir yol tutturmak gereğinden doğduğunu söyleyerek, yeni politikayı tanımayarak büyük bir fikir aramanın gerçekçi olmadığı kanısında. Her iki ideolojiden de beş ayrı boyutta -politik değerler, ekonomi, hükümet, ulus ve refah devleti- ayrılan bir yaklaşımın yeterli olduğunu söylüyor.

1) Bugünkü sorun küreselleşmeye, kültürel farklılıklara, bilimsel ve teknolojik değişime verdiği cevaplarla sağ-sol ayrımını kesen veya yeniden şekillendiren bir yaklaşım. Sosyal adaleti kabullenirken, sınıf politikasını reddeden, sınıfları çaprazlayarak destek arayan bir hareket. Otoritaryen eğilimlere ve yabancı düşmanlığına karşı duran, bireysel özgürlükleri kollektif kaynaklar ve sosyal adalet anlayışına bağımlı olarak düşünen bir zihniyet.

2) Yeni bir karma ekonomi yaratmak. Burada denge devlet mülkiyetindeki ve özel mülkiyetteki kuruluşlar arasında değil, regülasyon ve deregülasyon arasında kurulacak. Örneğin tekellerin ekonomik rekabeti tehdidine karşı çıkılacak.

3) Sosyal demokratlar devleti ve hükümeti büyütmeye, neo-liberaller küçültmeye çalışırken, Üçüncü Yolcular yeniden yapılandıracaklar. Yeni demokratik devlet bazı yetkilerini aşağı doğru yerellere ve bölgelere devrederken, bazı yetkilerini yukarı doğru uluslarüstü kurumlara bırakacak. Doğrudan demokrasi uygulamaları ve referandumlarla demokrasi zenginleştirilecek.

4) Sosyal demokrasinin enternasyonalizmine, neo-liberallerin muhafazakâr milletine karşı kozmopolit ulusu savunmak. Bu hükümranlığının yeni sınırlarını görebilen, ulusal kimliği düşünümsel (reflexive) bir süreçte oluşturan ve mükemmel bir modernleşme projesi olarak gören bir ulustur.

5) Sosyal demokratlar beşikten mezara koruyan güçlü refah devletini insancıl bir toplumun gereği sayarken; neo-liberaller girişimciliğin düşmanı, miskinliğin kaynağı görür ve refah devletini bir güvenlik ağına indirgemeye çalışırlar. Üçüncü Yol’un refah devleti ise sosyal yatırımcı devlet olacak. Mümkün olduğunca insan sermayesine yatırım yapacak, sadece beklenmedik risklere karşı koruyuculuk17 rolü üstlenecek.

Giddens’ın tezlerini daha kapsamlı ayrı bir çalışmada tartışmak daha doğru olur, zaten söz konusu makale muhtemelen kitap haline gelecek, eleştiriye daha elverişli geniş bir araştırmanın özeti niteliğinde, Giddens’ı Üçüncü Yol’un büyük bir fikir değil “orta yol” olduğunu kabullenme cesaretinden dolayı da belki ayrıca kutlamak gerek. Ama şu temel soruyu sormakta yarar olabilir: Sosyal demokrasi zaten işçi sınıfından yana bir devrimle, dizginsiz bir kapitalizm arasında bir orta yol, tarihsel bir uzlaşma değil miydi? Kapitalizmin Altın Çağı’nda gerek çalışanların yaşam koşullarını düzeltmek, gerekse kapitalizmin sermaye birikim sürecini hızlandırmak anlamında ulusal Keynesçilik iyi performans göstermişti. Uluslararası Keynesçilik içinde bulunduğumuz aşamada bir çözüm olabilir mi, yoksa bir dünya devriminden başka bir çıkış yok mudur sorularına burada cevap vermek kolay değil. Ama şurası açık, Üçüncü Yol dizginsiz küreselleşme karşısında küçük düzeltmeler, bazı demokratik açılımlar önerse de kapitalizmin tahakkümünü kabullenmenin, küreselleşmenin önlenemez bir dinamik olduğu varsayımıyla kâr mantığı çerçevesinde bir dünyaya rıza göstermenin ideolojisi. Kendini yeniden kurgulama yeteneği bulunmadığı, hep birşeylere karşı çıkmanın ötesine gidemediği için yüksek bir yaratıcılık sergilediği de söylenemez.


Üçüncü Yol’u daha çok Anglo-Sakson ekseninde tartıştık. Halbuki bir Üçüncü Yol Enternasyonali’ni etkili kılmak Kıta Avrupası ülkelerinden özellikle Almanya ve Fransa gibi kilit ülkelerden gelecek desteğe bağlı. İsveç gibi kamunun ekonomideki ağırlığı % 60’ı geçen bir ülkeyle, % 30’larda seyreden ABD’yi aynı felsefede buluşturmak kolay görünmüyor. Altı yıl aradan sonra Alman Sosyal Demokratları’nı iktidara taşıması beklenen Gerhard Schröder ikinci bir Tony Blair olmaya söz verdi.18 Partinin sol kanadından sağa çarkeden Schröder’in meşrebi aslında Üçüncü Yol’a uygun. Ama Alman Sosyal Demokrat Partisi’nde tabanın etkisi güçlü ve parti başkanı Oscar Lafontaine klasik sosyal demokrasiye daha yakın ve tabanın sesine kulak veren bir isim.19 Belki de daha önemlisi, Almanya’da Yeşiller ve Doğu Almanya ağırlıklı eski komünistleri de içeren Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS) oldukça etkin. Kısaca, seçim stratejisi bağlamında İngiltere ve ABD’nin aksine fazlaca merkeze kaymanın soldan darbe yeme gibi bir riski var. Zaten seçim kampanyasının yaklaşmasıyla birlikte SDP’nin sosyal güvenlik, iş yasaları ve emeklilik konularında ilgili Hıristiyan Demokratlar’ın reform diye sunduğu emek karşıtı değişiklikleri tersyüz edeceğini açıklaması20 Almanya’da refah devletinin öyle kolay sarsılmayacak şekilde kökleştiğini gösterdi.

Bilindiği gibi Fransa’da devletin ekonomide ağırlığının fazlalığı, kamuculuk fikrinin hâlâ taraftar bulması hızlı bir liberalleşmeyi engelliyor. Zaten sürpriz sayılacak bir şekilde Sosyalistler’in kısa bir aradan sonra tekrar hükümet olması büyük ölçüde küreselleşmeye, neo-liberal rüzgârlara tepkiden kaynaklanmıştı.

Jospin felsefesini, “Biz piyasa ekonomisine evet, fakat piyasa toplumuna hayır diyoruz. Ben ideolojik koşullanmalar olmadan ama bazı değerlere dayanarak hareket ediyorum; pragmatizm ile fakat duyarsız olmadan, kararlılıkla, aynı zamanda esneklikle.” Evet Jospin bir yandan yeni kurulan Avrupa Merkez Bankası’nın müdahalelerine rağmen 1999 için genişlemeci bütçe öneriyor, 2000 yılı için haftalık çalışma saatlerini 35’e indirmekte kararlılığını sürdürüyor. Diğer yandan en fazla özelleştirme yapan hükümet olmalarıyla övünüyor. Bazen Air France’da olduğu gibi komünistlere kulak verip özelleştirme planlarını erteleyebiliyor.21 Özeti, eğer Üçüncü Yol bir orta yol ise, Fransa orta yol ile eski solun ortasında bir yerde duruyor. Bu nedenle Üçüncü Yol Enternasyonal’i için ideal bir aday gibi görünmüyor.


Üçüncü Yol’un Türkiye acentalığının tek adayı CHP’nin ideolojik yönelim olarak tam Üçüncü Yolcu sıfatını hakettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. SHP-CHP çizgisi, İngiliz İşçi Partisi benzeri bir süreç yaşayıp, örneğin 1991’de savunduğu Sol-Keynesyen denebilecek ekonomi politikalarından serbest piyasa savunuculuğuna savruldu. Merkez sağ partilere kendini liberal etiketiyle sunanlara Türkiye’de aslında liberalizmin yeterince yerleşmediğini, piyasa düzeninin işlemediğini, özelleştirmelerin gerçekleştirilemediğini iddia ederek eleştiri oklarını yöneltti. Metnin bütünlüğü içinde okunduğunda, Deniz Baykal’ın Kurultay konuşmasında açıkça belirginleşen bu yeni çizgi, Blairci tonlamalar ek bir yoruma gerek bırakmıyor herhalde:

“Ama ne yazık ki Türkiye’de pazar ekonomisinin altyapısı oluşturulmamıştır, kurumlaşması tamamlanmamıştır, kuralları belirlenmemiştir, ahlâkı ortaya konulmamıştır.”22

“Görünüşte pazar ekonomisi var; yani, üreten yarışacak, verimli olan daha başarılı olacak, herkes eşit koşullarda birbiriyle rekabet edecek, pazar ekonomisi oluşacak.”23

“Rekabet öyle işler, yarışma öyle işler, kaynaklar daha doğru ancak öyle tahsis olur; kalkınma, büyüme, verimlilik ancak böyle gerçekleştirilebilir.”24

Manisa ve Yüksekova’daki işkencelerden bahisle “...Niçin? Çünkü onlar, daha o liberalleşme döneminden geçmiş değillerdir. Demokrasi onlar için bir kuru sözden ibarettir.”25

“Yine Türkiye’de yolsuzlukların önemli bir kaynağının kamu bankalarından kaynaklandığını biliyoruz. Bu anlayış doğrultusunda Emlak Bankası’nı, Türkiye’deki yolsuzlukların önemli bir kısmının altındaki o bankayı özelleştireceğiz. Vakıflar Bankası’nı özelleştireceğiz.”26

“... Bir kollektif sorumluluk duygusu içinde olacağız. Kollektif sorumluluk duygusu, bireyin kendi iddiasını sergilemesine engel değildir. Herkes gidebileceği yere kadar gidebilmelidir. Devletin kurallarını koyduğu, düzenlemesini yaptığı bir sistem içinde bireyler özgürce yarışabilmelidir...”27

CHP’nin, Yeni CHP Yeni Sol Yeni Ekonomi broşürüne göz attığımızda ise ne bolca kullanılan yeni sıfatı, ne de piyasacı vurgular bizi şaşırtıyor.

Düzenleyici Devlet, Saydam Rekabet Piyasası başlığı altında; kamunun yeni rolü, düzenleyici olmak ve rekabeti işletmektir şeklinde tanımlanıyor.

Üretimde Evrensel Boyutlar başlığı altında ise:

“CHP, sanayileşmeyi ekonomik gündeme yeniden alarak, küresel bir ekonomide yarışabilirliği sağlayacak gücü ve büyüklüğü kazandırmayı vaad etmektedir.” tanımı yapıldıktan sonra;

CHP,

“• Küresel bir dünya ekonomisinde dışa açık

• Uluslararası rekabet ve fiyat koşullarında üreten

• Dünya markaları yaratan

• Dışsatıma dayalı olarak büyüyen

• Sanayi temelini sürekli güçlendiren ve geliştiren

• Teknoloji üreten bir ekonomi gözetir”, deniyor.28

CHP’nin Somut Çalışma Grubu-08 ibareli Genel Ekonomi Ön Raporu’nda ise, “Yeni Sosyal demokrat hareket devletin toplum hayatındaki yerini amaçlarına uygun olarak yeniden tanımlamak ihtiyacını duymaktadır” ifadesinden sonra yeni tanımın ögeleri şöyle sıralanıyor:

a) Devlet vatandaşlık haklarının kullanılmasında bireylerin hizmetindedir. Ayrıca, güvenlik ve adalet gibi toplumun bütününü ilgilendiren hizmetlerin aksaksız bir şekilde yerine getirilmesi sorumluluğunu taşır.

b) Devlet, piyasa ekonomisinin rekabet koşulları içerisinde çalışması için ve tüketicinin korunması gibi amaçlarla gerekli düzenlemeleri ve denetimleri yapar.

c) Devlet, özel girişimciliğin yaratıcı gücünü harekete geçirmek, toplumsal dengeyi gözetmek ve geri kalmış bölgelerin geliştirilmesi için, ekonomik kalkınmada, ‘müdahaleci’ olmayan, destekleyici ‘aktif’ bir rol üstlenir. Kalkınmanın sürdürülebilir olması için, çevrenin korunmasına ve yenilenemeyen doğal kaynakların tahrib edilmemesine önem verir.

d) Devletin aslî görevleri arasında insan kaynaklarının geliştirilmesi önemli bir yer tutar. Bu anlayış içerisinde sağlık ve eğitim harcamaları yalnızca sosyal bir harcama olarak değil, aynı zamanda ulusal ekonomide verimliliği arttıran yatırım yalnızca harcamaları olarak görülür. Eğitim ve sağlık harcamaları devlet bütçesinden finanse edildiği gibi, bu hizmetlere özel kesim tarafından kaynak ayrılması da özendirilir.

e) Yeni sosyal demokrat anlayış, küreselleşen dünya ekonomisi koşulları içerisinde, sermaye birikiminin iç ve dış kaynaklardan beslenmesinin gerekliliğine inanır. Yabancı sermaye yatırımlarının teknolojik gelişmeyi hızlandıran etkisine özel bir önem verir.

f) Günümüzde tüketici mutluluğunun önemini dikkate alan devlet, tüketicinin haklarının korunması için her türlü düzenlemeyi yapar.

g) İstikrar ve verimlilik devletin buraya kadar saydığımız ögelerin, olmazsa olmaz koşuludur. Sosyal amaçlı da olsa hiçbir politika, istikrar ve verimlilik hedeflerini arka plana itemez.”29

Söylenenlerin hiçbirinin, başındaki yeni etiketi dışında yeni olmadığını söylemeye bilmem gerek var mı? Tek yeni olan Thatcher’dan Özal’a; Çiller’den Boyner’e yıllardır aşina olduğumuz neo-liberal hazır giyim çeşitlerinin yaz indiriminin heyecanıyla sosyal demokratlar tarafından kapışılması. Belki asıl üzücü olan da sol değerlerle bağını tamamen koparmamış seçmenin Meclis partileri içinde en çok itibar ettiği, zaman zaman insanın yüreğini soğutan konuşmalar yapan solcu denebilecek milletvekillerine en fazla sahip partinin adının hâlâ CHP olması.

İyi ki, “ne liberalizm ne sosyal demokrasi” önermesini her kabul edenin devamını “Tek Yol, Üçüncü Yol” diye getirme zorunluluğu bulunmuyor.

1 Martin Walker, “The Third Way International”, New Statesman 27 Mart 1998.

2 E.J.Dionne, “A Third Way Is In Vogue on Both Sides of Atlantic”, International Herald Tribune, 11 Ağustos 1998.

3 A.g.m.

4 John Lloyd, Utility Wear for Europe’s Socialists, New Statesman, 1 Mayıs 1998.

5 Colin Leys, The British Labour Party Since 1989, Looking Left (der: Donald Sasson) Tauris Publishers, Londra 1997 içinde, s.17.

6 A.g.m., s.18.

7 A.g.m., s.20.

8 Colin Leys ve Leo Panitch, “The Political Legach of The Manifesto”, The Socialist Register 1998 içinde s.30.

9 Noel Thompson, “Suppl. Side Socialism: The Political Economy of New Labour, New Left Review, 216 (Mart-Nisan 1996) s.39.

10 Aktaran Noel Thompson a.g.m., s.30.

11 Gordon Brown, “Fair is Efficient: A Socialist Agenda for Fairness”, Fabian Pamphet 563, Londra 1994.

12 Colin Leys, a.g.m., s.29.

13 Tarik Ali, Guardian, 28 Ekim 1996.

14 Labour and Trade Union Review, Haziran 1998, No:76, s.1-2.

15 Ralf Dahrendorf, Open Letter to the Prime Minister: Ditch the Third Way, Try the 101st, New Statesman, 13 Şubat 1998.

16 Anthony Giddens, “After The Left’s Paralysis”, New Statesman, 1 Mayıs 1998.

17 Anthony Giddens, a.g.m., s.18-21.

18 Robert Leicht, “Whatever happened to the German Left”, Prospect, Ağustos-Eylül 1998, s.27.

19 Robert Leicht, a.g.m., s.27.

20 Financial Times, 17 Ağustos 1998.

21 Financial Times, 17 Ağustos 1998.

22 CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın 28.Olağan Kurultay konuşma metni, s.2.

23 A.g.y., s.2.

24 A.g.y., s.2

25 A.g.y., s.3

26 A.g.y., s.5

27 A.g.y., s.7

28 CHP Yeni Ekonomi Broşürü

29 CHP Merkez Yönetim Kurulu Somut Politikalar Çalışma Grubu-08, Genel Ekonomi Düzeltilmiş Ön rapor, Mayıs 1998, s.4-6.