Terör: Eski Dostların Hesaplaşması

Amerika Birleşik Devletleri’nin Tanzanya ve Kenya’daki büyükelçiliklerinin bombalanması ve bu iki ülke vatandaşı 200’ün üzerinde insanın hayatını kaybetmesi üzerine Sudan ve Afganistan’a yönelik misillemenin gerçekleşmesi Amerika’ya göre yeni bir dönemin başlangıcı.

Yine Amerikalılar’a göre bu yeni dönem “terörizm”le mücadele için her yolun mübah sayılması anlamına geliyor. Aslında Sudan ve Afganistan’a yönelik füze saldırılarına kılıf uydurmak amacıyla gerçekleştirilmiş hissi verse bile tavır anlamında uzun süredir ilk kez gerçekleşen bir saldırı; Libya’nın bombalanması bu tavrın ilkiydi.

Soğuk Savaş sonrasının tek kutuplu ya da kutupsuz dünyasında Amerika’nın kendi çıkarları doğrultusunda çok rahat davranabilmesi, zaman zaman da bunu güç gösterisine dönüştürmesi, gücünü dünyaya hatırlatması, uluslararası kurum ve kuruluşları tamamiyle işlevsiz hale getirdi. Uluslararası kuruluşların kaymak tabakası, Birleşmiş Milletler bile -son Körfez krizi hariç- güvenilirliğini yitirdi. Amiyane tabirle eskiden her şeyin bir yolu yordamı bir “raconu” vardı. Ya da varmış gibi gösterilir; en azından bir karar alınırken tartışılır. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Güvenlik Konseyi, göstermelik bile olsa biraraya gelirdi. Şimdi işin rengi değişti. Amerika hem “savcı” hem “yargıç” şimdi. Uyguladığı hukukun terazisini de kendine göre ayarlıyor.

Soğuk Savaş dönemi Amerikan politikasından söz etmeye gerek yok. Bırakın komünizmi, zaman zaman sosyal demokrasiye bile katlanamayan ve sol adına ne varsa dünya çapında savaş açan, bu savaşta da her yolu mübah sayan bir Amerika’nın Sovyetler Birliği’ni yıkmak için neler çevirdiğini o günlerden biliyorduk. Ama anlaşılan Amerika kullandığı silahların bir gün kendisine çevrileceğini hesaplayamadı, ya da uzun vadede kendi yetiştirdiği, eğittiği, desteklediği grupların “başına bela olacağını”...

Diğer yandan Soğuk Savaş sonrasında İslâm adına cihad başlatanların da yine kendi deyimleri ile “şeytan imparatorluğu” “emperyalist” Amerika’dan anlayış olarak pek da farklı olmadıkları ortaya çıktı; yani cihad yolunda “şeytan”ın olanakları çekinmeden kullanılabilirdi. Yani geçtiğimiz aylarda karşılıklı bombalamalarla başlayan savaş ilanı eski dostların bir hesaplaşması idi.

Kenya ve Tanzanya’daki bombalamaların hiçbir şekilde savunulacak yanı yok. Özellikle saldırıların sivillere yönelik olması bu yargıyı daha da güçlendiriyor. Aslında bu saldırının arkasında İslâmî grupların olduğuna dair çok açık kanıt da yok. Ancak ilk günden itibaren Amerika’nın Suudi Arabistanlı Osama Bin Laden ismini telaffuz etmesi nedensiz sayılmaz. Üstelik Laden de suçlanmaya başladığı günden bu yana saldırı konusunda sessiz kaldı. En azından “yapmadım” demedi. Ve ardından eylemi gerçekleştirdiği iddia edilen Arap kökenli iki kişi apar topar Amerika’ya götürüldü. Bombalamaya yanıt çok kısa sürede ve biraz da beklenmedik biçimde geldi.

Hattâ Sudan’da kimyasal silah ürettiği iddia edilen bir ilaç fabrikası ile Afganistan’daki bazı kampların bombalanmasını seks skandalından dolayı gündemin değiştirilmek istenmesine bağlayanlar oldu. Ancak ne Amerikan medyası ne de dünya kamuoyu Clinton-Monica ilişkisini gündemden düşürdü. Eğer gündemden düşen varsa o da Sırplar’ın Kosova’da devam ettikleri “temizlik” hareketinin medyanın ilgi odağı olmaktan çıkmasıydı. Kosova’da “temizlik” sürerken sadece mazlum göçmen görüntüleri ile başbaşa kaldık.

Afganistan ve Sudan’ın bombalanmasının ardından Müslüman ülkeler ve sıradan Batılının bilinçaltındaki “Müslüman” kavramının algılanış biçimi bir kez daha ortaya çıktı. Müslüman eşittir terörist. Soğuk Savaş’ın ardından Batılı özellikle Amerika merkezli Think Thank’ler yeni bir düşman ve bu düşmanla savaş üzerine teoriler üretmeye başlamışlardı. Sovyetler Birliği dönemindeki komünizme karşı oluşturulmak istenen Yeşil Kuşak teorisi yerini ılımlı İslâm anlayışına bıraktı. Sovyetler’in Afganistan’ı işgâli ile başlayan süreçte Amerika, Afganlı mücahit gruplara savaşın kazanılması için “her türlü desteği” sağladı. Ancak verilen bu destek daha sonraki yıllarda, Afganistan deneyiminin dünyanın diğer coğrafyalarına taşıdı; Bosna’ya, Cezayir’e ve şimdi Taliban aracılığı ile yine Afganistan’a.

Afganistan’daki Sovyet işgâlinin ardından Afganistan’da Sovyetler’in Vietnam’ı olmuştu. Amerika bu “işgâli” kırmak için tüm mücahit gruplara finans ve silah desteği vermiş, hattâ hemen hemen tüm mücahit kampları Amerikan desteği ile kurulmuş, mücahitlerin eğitimini Amerikalı uzmanlar üstlenmişti. Tüm lojistik destek ise “dost ve müttefik” Ziya ül Hak diktatörlüğü ile yönetilen Pakistan’dan geliyordu. Amerika yıllar sonra Ziya ül Hak’sız Pakistan ile farklı ittifak kuracak ve İran’a karşı bir cephe oluşturması için Taliban’a destek verecekti.

Ancak hesaplar tutmadı – Soğuş Savaş sonrası Amerikalılar da bu yanlış hesaplardan muzdarip. Bir başka örnek de Saddam Hüseyin’in devrilmesi için CIA’in milyonlarca dolar harcaması, sayısız plan yapması. Taliban yörüngeden çıktı. Amerika kendini vuran “teröristleri” yine kendi eliyle yetiştirmiş, silah “sahibini” vurmuştu. Hesaplar değiştikçe Amerika’nın yeni düşmanları oluşacaktır. Ancak onun da panzehiri hazırdır. Ilımlı İslâm.

Hattâ Sudan ve Afganistan’ın bombalamasının ardından Bill Clinton televizyonlarda yaptığı konuşmada bu saldırının Müslüman ülkelerdeki inançlı kişilere değil, teröristlere karşı olduğunu, ılımlı Müslümanları radikallerden ayırmak gerektiğini söyledi. Ve bu konuşma bazı çevrelerce radikalizm önlemek için ılımlı İslâmî yönetimleri desteklemek gerektiği minvalinde yorumlandı. Türkiye’de ılımlı İslâm düşkünleri de hem Refah yani Fazilet Partisi hem de Refah yani Fazilet Partisi alerjisi olanlara gönderme yaparak konuşmayı Türkiye’ye uyarladı. Fazilet Partisi geçmişten ders alıp olur olmaz yerde radikal söylemlerden kaçınmalıydı ve Fazilet Partisi’ne alerjisi olanlar ise Amerika’nın bu mesajını iyi algılamalıydı. Yoksa başlarına başka işler açılırdı.

Amerika’nın İslâm konusunda bu tür teoriler üretmesi özellikle Soğuk Savaş sonrasında daha arttı. Bunlar arasında en çok tutulan da Huntington’un uygarlıklar çatışması oldu. Gerçi Amerikalı stratejistler tıpkı Fukuyama’nın ünlü tarihin sonu teorisi gibi yavaş yavaş bu teoriyi de terk ediyorlar. Çünkü Soğuk Savaş sonrasının düşmanı olarak ortaya konan “Batı-İslâm” çatışması, uygarlıklardan çok çıkar çatışmaları sonucu meydana geldi. Körfez Savaşı, Afganistan’daki iktidar mücadelesi, Ortadoğu’da İsrail-Filistin ekseninden süregiden anlaşmazlık, Cezayir’deki akıl almaz katliamlar, Bosna’da yaşananlar...

Tüm bu olanlardan “büyük şeytan” Amerika’nın sorumlu olduğunu söylemek gelişmeleri biraz halife almak anlamına gelebilir ve bizde bazılarının çok düşkün olduğu Amerika paranoyasına denk düşebilir. Amerika’nın bütün yaptıklarını anti-emperyalizm adına eleştirmek ne kadar yanlışsa, Batılıların büyük bir kısmı dinine bağlı diye “radikal Hıristiyan” olarak algılanmadıkları bir dünyada Batılı bilinçaltı, önyargı ve medya yönlendirmesi ile tüm Müslümanları terörist olarak değerlendirmek de o kadar yanlış.

Amerika’nın “teröristleri” cezalandırmaya çalışırken, Bosna Savaşı’nda 250 bin kişinin öldürüldüğü katliamları planlayan -Bosna’da ve Sırp kesiminde 60 bin NATO askeri görev yapıyor ve bunların bir kısmı da özel kuvvetler- Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi listesinin ilk sırasında yer alan Sırp lider Karadziç, serbestçe dolaşıyor. Karadziç’in yakalanmadığı bir ortamda Amerika ve Batı’nın Ortadoğu ve İslâm coğrafyasında terörist avına çıkması da pek inandırıcı gelmiyor insana...

METE ÇUBUKÇU