Asya Krizinden Rusya'ya

Rus Hükümetinin, 17 Ağustos 1998’de malî piyasalarını kontrol altına alabilmek için uygulamaya koyduğunu açıkladığı önlemler, yalnızca Rusya ile yoğun ticari ilişkileri olan Türkiye’de değil, tüm dünyada büyük bir endişeyle karşılandı. Zira, Rus Hükümeti ve Rus Merkez Bankası, bu önlemler kapsamında, Rus bankalarının ve finans kuruluşlarının yabancılardan aldığı borçlara 90 günlük moratoryum ilân ediyor, devlet borçlarını erteliyor, yabancı yatırımcıların ruble fonlarına bir yıldan az süreyle yatırım yapmasını yasaklıyor ve belki de en önemlisi daha önce 6.5-7 civarında tutulması öngörülen dolar/ruble paritesini 9.5’a kadar yükseltiyordu. Bu son karar, aslında uzun süredir beklenen devalüasyon korkularının gerçekleşmesi ve rublenin dolar karşısında fiilen yüzde 35 oranında değer yitirmesi anlamına geliyordu. Rublenin değer kaybı bu kadarla da kalmadı; önlem paketinin açıklanmasının ardından dolar karşısında serbest düşüşe geçen ruble, Eylül başında kriz öncesi seviyesine göre 3 kat değer kaybetmişti.

Bir paranın bu kadar kısa bir süre içinde böylesine değer kaybetmesinin, o ülkedeki insanlar üzerinde ne kadar yıkıcı etkiler yarattığı, bugün Türkiye’de yaşayan ve ekmeğini Türk lirası üzerinden kazanan herkes tarafından gayet iyi bilinmektedir. O yüzden, bu yazıda, son derece önemli olduğu düşünülmekle birlikte, malî krizin Rusya Federasyonu halkları üzerindeki olumsuz etkileri üzerinde durulmayacak, temel olarak, krizin sebepleri ve sonuçları, Rusya içindeki ve global düzeydeki siyasî, iktisadî ve ideolojik güç mücadeleleri bağlamında tartışılmaya çalışılacaktır.


Rusya’da 17 Ağustos’ta büyük bir ivme kazanan, ama aslında Asya krizinin ve petrol fiyatlarındaki düşüşün etkisi altında Ekim 1997’den bu yana gelişmekte olan malî kriz, öncelikle, 1992’den bu yana ülkede yaşanan ve liberal çevrelerce basitçe “piyasa ekonomisine geçiş” olarak adlandırılan karmaşık ve sancılı toplumsal değişim ve altüst oluş sürecinin bir parçası olarak değerlendirilmelidir.

Kısaca hatırlatmak gerekirse, Rusya’da Yeltsin başkanlığında ve Gaydar’ın kontrolünde Ocak 1992’de “şok terapi” adı altında uygulamaya konulan iktisadî müdahalelerin, ülkenin genel iktisadî ve toplumsal yapısı üzerinde olağanüstü yıkıcı etkileri olmuştur. İktisadî göstergelere bakılırsa, 1993 sonunda Rusya’da perakende fiyat düzeyleri 1991’deki düzeylerinin 1780 katı, Aralık 1990’daki düzeylerinin de 4340 katıydı. 1992-94 arası hesaplanan toplam GSMH kaybı % 40 oranındaydı.[1] Yıllık enflasyon, 1992 yılında yüzde 1353, 1993’de yüzde 896, 1994’te yüzde 302 ve 1995’te yüzde 140 olarak hesaplanmıştır. Enflasyonun, çok yüksek olmakla beraber inişe geçmesi, sanayi üretiminde yaşanan düşüşü önleyememiş, 1991-1995 arasında sanayi üretimi Rusya’da her yıl ortalama yüzde 15 oranında düşmüştür.[2] Öte yandan, iktisadî “reform” programı çerçevesinde 1992-1995 yılları arasında gerçekleştirilen ve IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans kurumlarınca her şeye rağmen son derece başarılı olarak nitelendirilen özelleştirme furyasında, Rus nomenklatura’sı[3] sahip olduğu siyasî gücü, zorlu ve kanlı çatışmalar sonucu iktisadî güce dönüştürmeyi başarmıştır. Ancak, tabiî ki bu, çatışmanın bittiği anlamına gelmemektedir; son krizin de gösterdiği gibi, sözde geçiş süreci sonucu ortaya çıkan ve bugün Rus toplumsal yaşamı üzerinde belirleyici rol oynayan Boris Berezovski kontrolündeki LogoVaz ve Vladimir Potanin kontrolündeki Oneximbank gibi yedi büyük “finans imparatorluğu” ile Gazprom ve Birleşik Enerji Sistemleri gibi Rus doğal kaynakları üzerinde kontrolü elinde bulunduran dev devlet tekelleri arasında süregelen ve daha çok yasadışı yöntemlerle biçimlenen kanlı ve kirli bir güç mücadelesi şiddetlenerek devam etmektedir. Zira, büyük devlet işletmelerinin özelleştirilmesi ve vergi yasa tasarısı gibi Rusya’nın gündemine son yıllarda ağırlığını koyan bir dizi proje, ekonomik ve siyasî güçlerini korumak isteyen bu tür odaklar için çeşitli imkânlar ve tehditler yaratmaktadır. Karmaşık bir ilişkiler ağı içinde devletin de taraf olduğu ve insanlık dışı hesaplaşma yöntemlerini de içererek gelişen olaylar, tarihsel süreç temel olarak Rusya’ya özgü olsa da, ne yazık ki Türkiye’de bize yine gayet tanıdık gelmektedir.

Ulusal ve yerel düzeyde birçok ekonomiyi etkisi altına alan global çaplı Asya krizinin Rusya üzerindeki etkileri, işte bu toplumsal ortam içinde biçimlenmektedir.

Asya’da 27 Ekim’de patlak veren malî kriz, Rus piyasalarını da aslında o zamandan bu yana baskı altında tutmaktaydı. Rus borsasında yoğun yatırım yapmış olan Kore bankaları, likidite ihtiyaçlarını karşılamak için satışa geçince, Moscow Times endeksi Asya krizinin neden olduğu ilk ciddi sarsıntıyı 29 Ekim 1997’de yaşamış ve yüzde 27’lik bir düşüş kaydetmiştir.[4] Kasım 1997’deki benzer bir düşüşün ardından, Rus borsası 10 ve 13 Ocak 1998 tarihlerinde de yüzde 10 ve 14’lük kayıplarla sarsılmıştır. O dönemde görev yapan Çernomirdin hükümetinin, döviz piyasasını kontrol altına alabilmek için, satışa çıkardığı hükümet bonolarına dünyadaki en yüksek faiz oranlarını veriyor olması (yüzde 30-36) krizin neden olduğu iktisadî ve malî sorunların önüne geçememiştir.

Yeltsin’in ani bir kararla 23 Mart 1998’de Çernomirdin’i görevden alıp, yerine, Amerikalı spekülatör George Soros’un yorumuyla, Rusya’nın son zamanlarda gördüğü en reformcu hükümeti kuran Kiriyenko’yu başbakanlığa ataması, görünüşte, Asya krizinin etkisi altında kötüleşen iktisadî durumun siyasî bir sonucuydu. Ancak, bu görevden almanın ardında çeşitli siyasî hesaplar olduğu da kulaktan kulağa yayılıyordu. Bir rivayete göre, kısa süre önce yapılan bütçe görüşmeleri sırasında Komünist milletvekillerinin yerlerini korumak için eninde sonunda ödün verdiklerine tanık olan Yeltsin, artık uzlaşma için Çernomirdin gibi bir karaktere gereksinimi olmadığına kani olmuştu. Zaten Çernomirdin, göreve geldiğinden beri, Gazprom lobisinin sözcülüğünü yaparak, büyük devlet tekellerinin özelleştirilmesine karşı çıkmakta ve bu nedenle de IMF tarafından verilecek kredilerin akışına köstek olmaktaydı. Gazprom kontrolündeki NTV’nin, Yeltsin takımının vazgeçilmez reformcusu Çubais’in yolsuzluklarını, hem de Berezovski ile işbirliği yaparak ortaya dökmesi, bardağı taşıran son damla oldu.[5] Nitekim, Çubais, Stoliçni grubunun (şimdiki SBS-Agro), Agroprombank’a el koymasını kolaylaştırmak üzere, bu gruptan 1997 yazında, sahibi olduğu Özel Mülkiyeti Koruma Merkezi adına 2.9 milyon dolar tutarında beş yıllık faizsiz bir kredi aldığını daha sonra kendisi de itiraf etmiştir. Başka bir rivayete göreyse, Çernomirdin’in sonunu getiren, Yeltsin’in talimatıyla hazırlattığı vergi reform tasarısı oldu. Yasa tasarısında, finans gruplarının tüm muhalefetine rağmen, vergi yükünün ürüne yansıtıldığı dolaylı vergi mantığı yerine, doğrudan şirketlerin vergilendirildiği bir sistem benimsenince, bu gruplar hisse senedi piyasalarına yaptıkları bir dizi spekülatif müdahale ile iktisadî bozulmayı başlattılar. Yeltsin’in ani bir kararla Çernomirdin’i görevden alıp, yerine Kiriyenko’yu ataması ve Kiriyenko’nun derhal vergi reformunda tavizlere girişmesi de (araba sanayiinde iş yapan şirketlere -ki Berezovksi’nin sahibi olduğu LogoVaz bunların başında gelmektedir- ve Rusya’da 100 milyon dolardan fazla yatırım yapan şirketlere çeşitli vergi muafiyetleri getirildi) durumu düzeltmeye yetmedi.[6] O güne kadar iyi kötü işleyen kirli iktisadî ortaklıklar yavaş yavaş çözülmeye başladı.

Yeltsin’in aldığı kararlarda, bu tür bütünlüklü senaryolardan çok, bir dizi keyfilik ve tesadüfün rol oynadığına inanılmakla birlikte, bu senaryolar da perde arkasında dönen güç mücadelelerinin karmaşıklığını ortaya koymaları açısından önem taşımaktadırlar. Kiriyenko’yu işbaşına getiren ve görev süresi boyunca sıkıştırıp, sonunda 17 Ağustos kararlarıyla kendi sonunu hazırlamasına neden olan dinamikler de bu çekişmelerden bağımsız değildir. Nitekim, Kiriyenko yaklaşık beş ay süren yönetimi sırasında en fazla, vergi yasasının çıkartılması ve 2.1 milyar dolar değer biçilen büyük petrol ve gaz şirketi Rosneft’in özelleştirilmesi sorunlarıyla uğraştı ve her iki girişim de Hükümet adına başarısızlıkla sonuçlandı. Aslında bu her iki proje de, rubleyi Asya krizinin devalüe edici etkilerinden ve spekülasyondan korumak için devlet kağıtlarının faizlerini durmadan yükselten Kiriyenko yönetiminin, bu nedenle giderek büyüyen bütçe açığını kapatabilmesi için büyük önem taşıyordu. Hükümet, bir yandan da, reform yönünde bu tür başarılı adımlar attığı takdirde, IMF’nin ve Batılı hükümetlerin kredi musluklarının açılacağını umuyordu. Ancak, hazırlanan yeni vergi düzenlemelerinden olumsuz etkilenecek olan finans gruplarının ve devlet tekellerinin ayak diremesi sonucu, bu tür önlemlerin hiçbiri hayata geçirilemedi ve bütçe açığı devalüasyon beklentileri-devlet bonolarının faizlerinin yükseltilmesi-rublenin aşırı değer kazanması-devalüasyon beklentileri kısır döngüsü içinde büyüyerek devam etti.

Mayıs 1998’den itibaren Rusya’da sermaye piyasaları ciddi kayıplara uğramaya başladı. Zaman zaman yaşanan küçük, sıradışı yükselişler, genellikle IMF, Dünya Bankası ya da G7 türü kuruluş ve oluşumlarca yapılan umut vaadeden açıklamaların sonucuydu. Beklentileri azalan ve endişeleri artan yabancı yatırımcıların yavaş yavaş Rus sermaye piyasasını terk etmeye başlamaları, durumu daha da kronikleştirdi. Mayıs 1998 sonunda yabancı yatırımcılar 19 milyar dolar tutarındaki hükümet bonosunu elden çıkarmışlardı. Bu süreç içinde, Rus Merkez Bankası rezervlerinde 2 milyar dolarlık azalma oldu.

27 Mayıs 1998’de, Sidanko(Potanin grubu)-British Petroleum ve Gazprom-LUKoil-Shell ortaklıklarının yoğun çekişmesine sahne olan Rosneft ihalesinin suya düştüğü haberi üzerine, Moscow Times endeksinde yeralan 50 büyük hisse senedi yüzde 12 değer kaybetti, hemen ardından da Hükümet, bono faizlerini yükseltti. 29 Mayıs 1998’de Moscow Times’ta yeralan bir habere göre, Mayıs ayı içinde hisse sentlerindeki toplam düşüş yüzde 40 düzeyindeydi; bono faizleri de ay sonunda yüzde 90’lık rekor bir seviyeye ulaştı. Düşüşün devam etmesi üzerine, interbank faizleri yüzde 400’e kadar çıkınca, krize bir de bankacılık sektörü krizi eklenmiş oldu. IMF ve G7’den beklenen desteğin gelmemesi sermaye piyasalarındaki düşüş eğilimini daha da güçlendirdi.

Asya krizi, Haziran 1998’de Rus Hükümetini iyice sıkıştırmaya başlamıştı. 15 Haziran’da Japon yeninin ABD doları karşısında son sekiz yılın en düşük seviyesine inmesi (bu tarihte 1 dolar 145 yen üzerinden işlem gördü), hem Asya’da hem Rusya’da devalüasyon beklentilerini arttırdı. Rus ihracatının temel dayanaklarından olan petrolün fiyatları da uluslararası piyasalarda son on yılın en düşük seviyesine gerileyince (barel başına 12.30 dolar), Rusya’da felaket çanları çalmaya başladı. Oluşan güvensizlik ortamında halkın, birikimlerini kurtarmak için bankalara hücum etmesi ve yüzlerce bankanın iflasını getirecek bir süreci başlatması artık an meselesiydi.[7]

13 Ağustos’ta, ünlü Amerikalı spekülatör George Soros’un Financial Times’a Rusya hakkında gönderdiği mektup, bu anlamda bardağı taşıran son damla oldu. Mektupta, Rus borsasında yaşanan düşüşlerin ve buna bağlı olarak ortaya çıkan banka krizinin Rus ekonomisine sıcak para girişini gerekli kıldığı, ancak uygulanan IMF destekli, sıkı para ve maliye politikalarının bu tür bir çözümü imkânsız hale getirdiği, bu nedenle yapılması gerekenin, rublenin öncelikle petrol fiyatlarındaki düşüşü yansıtacak şekilde yüzde 15-25 oranında makûl bir düzeyde devalüe edilmesinin ardından rubleye istikrar kazandıracak politikaları oluşturmak üzere, sermayesi IMF ve G7 tarafından oluşturulacak bir Para Kurulu’nun kurulması olduğu vurgulanıyordu. Bu açıklamanın içinde, en fazla, devalüasyon uyarısının etkisi altında kalan Rus ve yabancı yatırımcılar Rus borsasında panik halinde satışa geçince, 17 Ağustos kararlarına giden süreç “Kara Perşembe” (Soros’un makalesinin yayımlandığı gün) ile başlamış oldu. 1 Mayıs-15 Ağustos tarihleri arasında Rusya’dan yabancı sermaye kaçışı 3.5-4 milyar dolar civarındaydı[8] ve Rus Hükümetinin bu durumu bir şey yapmadan izlemesi gerçekten de mümkün görünmüyordu.


17 Ağustos kararlarının Rusya üzerindeki olası etkileri hakkında Batılı kaynaklarda yer alan yorumlarda, bu kararların Rus Hükümetine ancak geçici bir rahatlama sağlayacağı, serbest piyasa yapısından uzaklaşma anlamına gelen bu tür müdahalelerin ekonomi üzerindeki etkilerinin 90 günün sonunda çok daha olumsuz olacağı vurgulanıyordu. Yorumların serbest piyasa ekonomisini yücelten vurguları bir yana, kararların kısa vadeli etkileri bile Rusya açısından oldukça yıkıcıydı. Moratoryum öncesi dolar karşısında 6.5-7 civarında seyreden ruble, 8 Eylül’de 20 seviyesine kadar gerilemişti. Halk, birikimlerini kurtarmak için bankalara hücum edince, Rus bankaları mevduat ödemelerini durdurduklarını açıkladılar. Paniğin önlenebilmesi için bu bankalardaki mevduatların devlet güvencesi altına alındığı açıklandıysa da (21 Ağustos), artık güvenilmeyen bir devletin bu vaatleri halk üzerinde pek etkili olamadı. Bankacılık sektöründe gelişen bu büyük krizden korunmak amacıyla, Ağustos sonundan itibaren Rus bankalarının çeşitli birleşmeler ve ortaklıklar içine girdiği görüldü. Örneğin, 25 Ağustos’ta Uneximbank (Rusya’nın 4. büyük bankası), Most Bank ve Menatep Bank, 27 Ağustos’ta da Rus Ulusal Rezerv Bankası, Inkombank, Avtobank, Mezhkombank ve Alfa-Bank birleştiklerini açıkladılar. Bu birleşmeler içinde yer alamayan küçük bankalar iflas ettiler.

Her krizden olduğu gibi, bu krizden de kârlı çıkan kesimler oldu. Bir görüşe göre, ekonomik sonuçları itibariyle rublenin devalüasyonu, Berezovski’nin petrol ve gaz şirketlerinin dolar üzerinden ihracat gelirlerinin ve hisselerinin fiyatlarının yükselmesine neden oldu. Enflasyon beklentilerinin yoğunlaştığı dönemde ise, paralarını değerini fazlaca kaybetmeyecek bir takım mallara çevirmek isteyenler Berezovski’nin otomotiv fabrikası LogoVAZ’ın satışlarını yüzde 100 artırdı.[9]

Daha önceki kriz gibi, Ağustos krizinin de siyasî sonucu bir hükümet değişikliği oldu ve bir bakıma, Asya krizinin yönetime getirdiği Kiriyenko’yu yine aynı kriz 23 Ağustos’ta görevden aldı. Yeltsin, Kiriyenko’nun yerine, büyük bir rahatlıkla, daha önce güya 2000 yılındaki Başkanlık seçimlerine hazırlansın diye görevden aldığı Çernomirdin’i aday gösterdi. Ne tesadüf ki, Çernomirdin, Kiriyenko yönetiminin son günlerinde Berezovski’ye ait Nezavisimaya gazetesinde sık sık boy gösterir olmuştu. Fakat, Yeltsin’in bu girişimi, bu kez çok sert bir muhalefetle karşılaştı ve Duma, Çernomirdin’in başbakanlığını 8 Eylül’e kadar iki kez reddetti. Bunun üçüncü kez tekrarlanması, Anayasa’ya göre Yeltsin’in Duma’yı dağıtmasını ve seçimlere gitmesini gerektirecekti; daha önce iki kez bu riski göze alıp, ülkeyi belirsiz anayasal krizlerin içine sokan, ancak her iki krizden de güçlenerek çıkmayı başaran Yeltsin, bu kez aynı şeyi göze alamadı ve 11 Eylül’de Yavlinski başkanlığındaki liberal Yabloko Partisi tarafından önerilen ve Komünist Parti tarafından da hararetle desteklenen Sovyet döneminin Gizli Haberalma Şefi Yevgeni Primakov’u başbakanlığa önerdi. Duma, Jirinovski’ninki dışında tüm partilerin desteklediği Primakov’un başbakanlığını 12 Eylül’de ezici bir çoğunlukla onayladı. Bu çekişmeden, Yeltsin’in bu kez güç kaybederek çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Primakov’un işbaşına gelmesi, Rusya’da bundan sonra benimsenecek iktisadî politikaların değişeceğinin de bir sinyali olarak değerlendirildi. Herald Tribune’e göre, bu gelişme, sanayi, hammadde ve finans oligarşisi ile askeri elitin gücüne dayanan devletçi bir kapitalizme geçişi ifade ediyordu. Nitekim, Primakov, başbakanlığının onaylanmasının ardından Duma’da yaptığı konuşmada, makroekonomik istikrarın tek hedef olmadığını, ekonominin finansmanının dış borçtan çok ekonomik büyümeye dayanması gerektiğini, bu nedenle devletin ekonomiye müdahale edebileceğini açıklıyordu.[10] Korumacı eğilimlerin, Rusya’da uzun süredir güç kazanmakta olduğu düşünülürse, bu yorumlar pek de yersiz sayılmazlar. Ancak, Primakov’un bu çizgide bir politika izleyebilmesi, öncelikle devletin, yedi büyük finans grubu karşısında yeniden güç kazanabilmesine bağlı. Bu durumun, fazlasıyla farkında olan Primakov da yönetime geldiğinden beri, Berezovski ve Potanin gibi güç odaklarına açıkça savaş açmış durumda. Bu savaşın sonuçlarının neler olacağını ve Primakov’un mücadelesinin niteliğinin halihazırda ülkede süren çekişmelerden ne kadar farklı olabileceğini zaman gösterecek. Fakat, Rusya’da korumacılığa dönülmesinin, 1980’lerden bu yana piyasanın serbest işlemesinin insanlığa getireceği nimetler konusunda yoğun bir ikna çabası içinde olan neo-liberal çıkarlar için bir yenilgiyi ifade ettiği de ortadadır. Global, ulusal, yerel, tüm düzeylerde süregelen bu ideolojik-pratik savaş da henüz bitmemiştir.

Buradan global düzeye bir geçiş yaparak, Rus krizinin, dünya siyasî-ekonomisi üzerindeki etkilerine gelelim. Rus Hükümetinin 17 Ağustos’ta aldığı kararlar, tüm dünyada bir şok etkisi yaratmakla birlikte, özellikle Batı’da ve Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan gibi Orta Avrupa ülkelerinde ilk aşamada büyük bir endişeyle karşılanmadı; çünkü bu ülkelerin Rusya ile yaptıkları ithalat ve ihracat, toplam dış ticaretlerinde çok küçük bir yer tutuyordu ve etkisi yıkıcı olamazdı. Nitekim, New York’ta Dow Jones endeksi ve Avrupa sermaye piyasaları, Rusya krizinin etkisi altında 17 Ağustos’ta bir sarsıntı yaşadılarsa da, yine aynı gün toparlanmayı başardılar. Bankacılık sektörü Rusya’ya en fazla kredi vermiş olan Almanya’da bile borsa sadece yüzde 6’lık bir düşüş yaşadı. Zira, Alman bankalarının bu ülkeye verdiği özel krediler Alman devletinin güvencesi altındaydı ve krizin bu bankalar üzerindeki olası yıkıcı sonuçları bu nedenle daha başından engellenmişti. O dönemde, Rus Hükümetinin aldığı kararlardan doğrudan etkilenecek ülkeler arasında yalnızca, Bağımsız Devletler Topluluğu’na bağlı ülkelerin yanı sıra Ukrayna, Baltık ülkeleri, Bulgaristan ve Türkiye telaffuz edilmekteydi ki, gerçekten de Rusya krizini takiben ülkemizde ve Laleli piyasasında yaşanan kriz ve iktisadî durgunluk hepimizin malûmu.

Global dünyamızda bu tür iyimser tahminlerin yerinin olamayacağını ve Rusya’da kanat çırpan sineğin rüzgârının dört bir yanda depremler yaratacağını, dünya, Rusya krizinden sonra bir kez daha yaşayarak anlamak zorunda kaldı. Asya’da yaşanan krizin Rusya’yı da etkisi altına alarak, derin bir malî, ekonomik ve siyasî krize neden olması, “gelişmekte olan piyasalar” olarak tanımlanan çevre ülkelerin piyasalarına ve ekonomilerine karşı, kısa bir süre içinde, genel bir güvensizlik doğmasına neden olunca, yatırımcılar çevre ülkelere yatırdıkları paraları hızla çekmeye başladılar. Bu paralar, henüz hâlâ güvenli bulunan, ABD ve diğer Batı Avrupa ülkelerindeki devlet kağıtlarına akmaya başladı. New York’ta Dow Jones endeksinin 357 puanlık bir düşüşle 28 Ağustos’ta tarihindeki üçüncü büyük çöküşü yaşamasının ve Macaristan, Polonya ve Çek borsalarında Rusya krizini takiben gözlemlenen daralmaların nedeni buydu. Yine aynı güvensizlik ortamı içinde, çevre ülkelerine verilen krediler de 1998’de 1997’ye göre yarı yarıya azaldı.

Batılı ekonomilere duyulan güvenin altının aslında ne kadar boş olduğu, peşpeşe gelen krizlerin arkasında, yatırımcıların psikolojik tavırlarının ötesinde, dünya çapında gerçek ekonomilerde yaşanan azalan kâr oranları sorununun yattığı ve buna bağlı olarak da dünya ekonomisinin ABD’de dahil ciddi bir durgunluk içine girmekte olduğu, Birikim’in bu sayısında yayınlanan Robert Brenner’in makalesinde ayrıntılı biçimde ortaya konuluyor. Benzer bir şekilde, The New York Times da 28 Ağustos 1998 tarihli bir haberinde, krizin tüm dünya borsalarını etkilediğini kabul etmekle beraber asıl sorunun dünya ekonomisinin giderek yavaşlaması ve resesyona doğru gitmesi olduğunu vurgulamaktadır.

1999 Ocak ayı başında, Asya ve Rusya krizlerinden etkilenen Brezilya’nın da, en büyük üçüncü eyaleti Minas Gerais’in Federal Hükümet’e olan borçlarını askıya alması sonucu krize girmesi bu yöndeki değerlendirmelerin artmasına, daha da önemlisi Asya krizinin başlamasından bu yana, IMF ve Dünya Bankası gibi Batılı finans kuruluşlarının tüm dünyaya dayattığı sıkı para ve maliye politikalarını şiddetle eleştiren, Jeffrey Sachs ve Paul Krugman gibi liberal iktisatçıların ve George Soros gibi spekülatörlerin seslerini iyice yükseltmelerine neden oldu. Spekülatör Soros’un, ABD Temsilciler Meclisine hitaben yaptığı bir konuşmada, piyasanın kendi başına işlemeye bırakılmasının istikrarsızlığa neden olduğunu vurgulaması[11] ya kaderin garip bir cilvesi ya da Rusya’da kaybettiği 2 milyar doların bir sonucu[12] olsa gerek.

Asya’da başlayıp, IMF’nin sonunda kredi musluğunu bir miktar açmasıyla şimdilik Brezilya’da durulmaya yüz tutmuş görünen genel malî krizin dünya ekonomisi üzerindeki etkilerinin de incelendiği 1998/99 Dünya Bankası Raporu’nda, büyüme hızının tüm dünyada 1997’deki yüzde 3’lük düzeyinden 1998’de 1.9’a gerilediği, gelişmiş ülkeler için bu rakamların 1997’de yüzde 5 ve 1998’de yüzde 3 olduğu, bu durumun da dünya çapında ekonomik bir yavaşlamayı ifade ettiği vurgulandı.[13] Tüm bu gelişmeler sonucu, ABD Merkez Bankası’nın 15 Ekim 1998’den itibaren faiz oranlarını yavaş yavaş aşağı çekmeye başladığı ve aynı uygulamanın giderek Avrupa merkez bankalarınca da benimsendiği düşünülürse, Rusya krizinin de bir parçası olduğu genel malî krizin, dünya çapında tekrar talep merkezli Keynesçi politikalara dönüş gereğini gündeme getirdiği düşünülebilir. Diğer iktisadî sonuçları bir yana, böyle bir gelişme, Asya, Rusya ve Brezilya mali krizleri sırasında ciddi biçimde yıpranan neo-liberal hegemonya mücadelesi için öldürücü bir darbe anlamına gelecektir.


Bu yazıyı, global-ulusal derken hikâyesini ihmal ettiğimiz kesimlere dair birkaç haberi hatırlatarak bitirmek istiyorum. Rusya’da son yapılan bir araştırma, ülkede bugün her dört kişiden üçünün, günden güne büyüyen açlık ve sefalete karşı koyabilmek ve yaşamlarını sürdürebilmeleri için, kendi küçük bahçelerini ekip biçmeye başladığını ortaya koydu. Nüfusunun yüzde 70’inin şehirlerde yaşadığı bir ülkede, halkın çoğunluğunun geçimlik tarıma dönmesi, kapitalizmin Rusya’daki en büyük başarısı olsa gerek. Geçtiğimiz günlerde Türk basınında yer alan kedi-köpek yiyerek karnını doyurmaya çalışan Rus çocuklarının hali ise, her gün bir adım ‘ilerleyen’ medeniyet canavarının henüz yutamadığı birkaç ufak tefek kırıntı herhalde. Rusya’da ve dünyada süregelen krize ilişkin siyasî, iktisadî ve ideolojik binlerce yorum yapılıyor, ama kimse, hikâyeleri olsa olsa aleme ibret olsun diye basında yer alan bu kesimler için mutlu bir son beklemiyor.

[1] P. Rutland, “The Economy: The Rocky Road from Plan to Market” S.White, A.Pravda ve Z.Gitelman (derleyenler), Developments in Russian and Post-Soviet Politics içinde, Macmillan, 1994, s. 152-153.

[2] Christopher Williams, “Economic reform and political change in Russia, 1991-96”, C.Williams, V.Chuprov ve V.Staroverov (derleyenler), Russian Society in Transition içinde, Dartmouth Publishing Company, Aldershot, Brookfield USA, Singapore, Sydney, 1996.

[3] Eski Doğu Bloku ülkelerinde Komünist Parti üyesi yönetici sınıf bu isimle anılmaktadır.

[4] Buradan itibaren yapılan değerlendirmelerde, aksi belirtilmedikçe, Radio Free Europe ve Moscow Times’ın internet arşivlerinden derlenen bilgilerden yararlanılmıştır. Bu yayın kuruluşlarının Rusya hakkında yayımladıkları ayrıntılı haber metinleri ve raporlar, http://www.rferl.org ve http://www.moscowtimes.ru adreslerinde bulunabilir.

[5] Selami İnce, “Rusya nereye gidiyor?”, Birikim, Mayıs 1998.

[6] Avni Özgürel, “Moskova’da neler oluyor?”, Radikal, 18 Ekim, s.9.

[7] Bu ortamda, finans grupları ve devlet tekelleri arasında yaşanan mücadelelelerin de şiddetlendiği görüldü. Aralarında Potanin’e ait Sidanko’nun da bulunduğu üç Rus petrol şirketinin mallarına, vergi borçlarını ödemedikleri gerekçesiyle el konuldu. Bu artık devletin ya da devlet içinde örgütlenen iktisadî çıkarların, finans gruplarına yapacakları saldırıların artacağının habercisiydi.

Yine aynı dönemde, Berezovski’ye ait Nezavisimaya gazetesi, Rus Merkez Bankası’nın, Maliye Bakanlığı’nın 8.7 milyar rublelik (1.4 milyar dolar) fonunu dondurarak Bakanlığı zor durumda bıraktığını, Merkez Bankası’nın bu fonları muhtemelen spekülatif amaçlarla kullandığını iddia etti. Gazeteye göre, Merkez Bankası Başkanı Dubinin’in amacı, ekonomik bir kriz başlatarak, Kiriyenko hükümetini düşürmekti. Yine aynı gazete, Rusya’da ekonomik değişkenlerin sürmekte olan düşüşleri açıklamaya yetmediğini, bu düşüşün asıl sorumlularının hükümet bonolarının yüzde 66’sını elinde bulunduran Rus Merkez Bankası-Sberbank (Rusya’nın en büyük devlet bankası)-bağlı finans kuruluşları koalisyonu olduğunu iddia etti.

Daha sonra Kiriyenko’yu düşürüp, yerine tekrar Çernomirdin’in atanması için en fazla uğraşanlardan birinin Berezovski olması, Rusya’da kimin kiminle, hangi amaçlarla, nasıl bir ortaklık ya da karşıtlık içinde olduğunu anlamamızı zorlaştırıyor. Ama ileride açıklanabilecek başka ayrıntılar, belki bu hikâyenin eksik taraflarını tamamlar umuduyla, bu haberleri buraya kısaca not etmeyi tercih ettim.

[8] Radikal, 21 Ağustos 1998, s.14.

[9] Gülriz Ergöz, “Rusya oligarşiye teslim”, Radikal, 31 Ağustos 1998, s.10.

[10] Radikal, 12 Eylül 1998, s.10.

[11] Soros’un 15 Ekim 1998 tarihli konuşmasının tam metni, http://turtletrader.com/soros-statement.html adresinde bulunabilir.

[12] Radikal, 28 Ağustos 1998, s.14.

[13] Sabah, 9 Aralık 1998, s.10.