Bir Türk Ailesinin Portresi: Çerçevenin Dışında Kalanlar

9 Haziran 1996 tarihli Cumhuriyet gazetesinde bir aile portresi dikkatimi çekti. Fotoğraf, ‘Cumartesi Anneleri’ hakkında Berat Günçıkan’ın hazırladığı bir yazı dizisinde yer alıyordu. O ‘günün’ ailesinin öyküsü diğerlerinden çok da farklı değildi. Yalnızca fotoğraf, öyküyü daha değişik bir mecraya sürüklemişti. Artık fotoğraf anlatının hizmetinden çıkıyor, yazıyı kendine dolgu maddesi olarak kullanıyordu. Ne anlatanlar ne de aktaranlar bunu amaçlamışlardı, hiç şüphesiz. Ama, Godard’ın ‘Kimliğin yoksa, görüntüye bak’ sözlerini hatırlatırcasına, bu örnek açımlanmak için fotoğrafı gözümüzün altında sürüyordu. Bu ebeveyn ve çocukların bilindik görüntü düzenlemesi hiyerarşisine uygun kurulmuş/kurgulanmış bir aile fotoğrafıydı. Gözaltında kaybolan oğullarından haber alamayan ‘Cumartesi Anneleri’nden birinin geçmişi ve yaşadığı an öyküye konu edilmişti.

Öykünün başlığı “Söyleyin bir haber var mı oğullarımdan?” sorusuyla annenin seslenişini iletiyor ve anne böylece hem öykünün hem de sayfa düzeninin merkezine oturtuluyor. İki oğul ve bir kız sahibi anne 50 yaş civarında. Baba, ise bir devlet dairesinde memuriyet yapmış ve emekli olmuş. Bir sayfaya yayılan bu aile öyküsünden ve farklı dönem fotoğraflarından gördüğüm kadarıyla, aile Batılı görüntüleriyle belli bir dönem çekirdek ailesinin tipik bir örneği. Giyimlerinden, yüz ifadelerine, fotoğraftaki pozlarına kadar her şeyleriyle orta sınıf memur ailesinin yaşam tarzı yansıyor. Özellikle ön plana çıkan anne -sınıfı ve çevresinin yansıttığının da ötesinde- Atatürk’ün öngördüğü ve modelini tarif ettiği Batılı kadını simgeliyor. Sayfanın üst kısmında sağ ve sol köşelere ‘kendilerinden haber alınamayan’ oğullarının fotoğrafları oturtulmuş anne ise demin de belirttiğim gibi merkezde. Onların altında ise, 1970’lerde çekildiğini düşündüğüm aile fotoğrafı görülüyor. Fotoğraf, hem öyküyü özetliyor hem de ‘Türk Ailesi Kimliği’ tartışmasına temel olacak tüm ipuçlarını veriyor. Hepimizin içinde geçtiği hattâ hâlâ terk edemediği ‘Türk Ailesi’ işte. O geçiş süreci, neredeyse bir ‘resmî geçit’. Yıllar yılı farkına varmadan ya da o yaşlarda başka türlüsünü bilmediğimiz için uymak zorunda olduğumuz ritüellerden birisi de ulusal bayramlarda fotoğraf çektirmekti. Hattâ bu fotoğraf işi hemen bir müsamerenin ya da resmî geçidin arkasına bağlanarak, o an ölümsüzleştiriliyor, kimliklerimiz hem aile hem de toplum indinde kutsanıyordu. Dini bayramlarda fotoğraflar çektirmişliğimiz vardır, ama o anlar bence aynı kollektif bilinçle yaşanmıyordu. Özellikle 29 Ekim ve 23 Nisan günlerinde ailelerimizin bizlerle çektirdiği bir toplu fotoğrafın mutlaka bulunduğunu sanıyorum. O günler bizim için, şimdi nostaljisi yapılan dini bayramlardan çok daha fazla önem taşıyordu.

Fotoğraflar Batılılaşmayı başarmışlığımız konusunda ileriki nesillere bırakılacak aziz hatıraların önemli bir kısmını oluşturuyordu. Cumhuriyetin sadık ve gerçek koruyucuları bizler, şimdikilerden çok daha fazla Batılı çekirdek ailenin suretini taşıyan gururlu ve ciddi ifadelere sahiptik. Fotoğraftaki aile de -tahminimce 23 Nisan’da çekilmiş olan- bu fotoğrafı bizler gibi bir fotoğraf stüdyosunda çektirerek, o anın profesyonelce belgelenmesini sağlamışlar. Atatürk’ün dediği gibi ‘23 Nisan Çocuk Bayramı’ geleceğin büyükleri olan Cumhuriyet’in genç neslinin en önemli günüydü. O fotoğrafta yedi-sekiz yaşlarında olan çocuklar da aileleriyle birlikte yansıttıkları görüntüde o ülküye sahip bir biçimde poz vermişler. Bence, ailenin fotoğraf aracılığıyla bu türden yeniden sunumu yıllar boyu ulusal kimliğimizin berdevamının serumlarından biriydi.

Bu ailenin kimliği önce fotoğraf aracılığıyla yansıtılıyor. Sonra da o fotoğrafın Cumhuriyet gazetesinde basılmasıyla ikinci bir yansımaya -‘remediation’a- tâbi tutuluyor. Fotoğraftan yansıyan Atatürk’ün modelini sunduğu ‘Yeni Türk Kimliği’ Atatürk (mediator) esas alınarak geliştirilen bir kimlik, o ise Batı’ya dönerek bu kimliği geliştirmiş. Bu sürecin en iyi kanıtları Atatürk’ün fotoğrafları; hem bizim aşina olduğumuz görüntüleri, hem de fotoğraftaki Türk ailesinin çocukları üzerinde yer alan portreleri.

ATATÜRK İMGELERİ

Cumhuriyet’le birlikte üretilen ‘Türk Ulusal Kimliği’nin yaygınlaştırılmasında en temel rolü Atatürk ve imgeleri üstlendi. Atatürk’ün genç Cumhuriyet’in lideri olarak farklı ortamlar ve durumlarda çekilen fotoğrafları bir tür ayna işlevi üstlenerek ‘Türk Kimliğini’ yansıttılar. Atatürk bu konuda fotoğraf ve hatta filmin taşıdığı önemin bilincindeydi. Hatta ‘İstiklal Savaşı’ Belgeseli yapılması konusunda diretmiş ve bu gerçekleştiği takdirde canlandırılacak sahnelerde yer alacağını da bildirmişti. Film gerçekleşmedi, ama Atatürk fotoğraflarını düşünürsek, tüm devrimlerin ve onun hedeflerinin bu imgeler aracılığıyla görünür kılındığını söyleyebiliriz.

Atatürk fotoğraflarının çoğunda sanki tesadüfen çekilmiş gibilik vardır: doğal bir belgeleme gibi gözüken bu görüntülerin her biri başka birşey anlatmak, öğretmek, göstermek için kurgulanmıştır ve Atatürk’ün üstlendiği birbirinden farklı işlevleri ortaya koyarlar. Ülkü’ye karatahtada Latin alfabesiyle yazı yazmayı öğreten bir başöğretmen, keten çiftlik kostümleri içinde traktörüyle tarlayı süren modern çiftçi ya da gördüğüm tüm Batılı parlamenter imgelerinden daha da Batılı, karizmatik siyasî lider. Tüm bu imgeler Türk günlük yaşamının doğallığı içine serpiştirilmişçesine bizlerin de tuhaf karşılayamayacağımız kadar ‘gerçeğimizi’ anlatır. Atatürk bu fotoğrafların çoğunda kendini çeken aygıt ve fotoğrafçıya değil, onları teğet geçerek, ulusal kimliğin taşınmasına aracılık edenleri de öteleyen bir yerlere/kimselere bakar. Onun baktığı yerde acaba biz durur muyuz? Ben hep onun baktığı yerin muhatabı olmayı arzu etmiş küçük bir çocuktum, ama galiba onun bakışını karşılayacak yerde biz duramazdık. Çünkü o imgeler, bakışının nesnesi olan halkının ne koşulları ne de görüntüsüyle örtüşüyordu. Fizyonomisi, geçmişi, yaşama bakışı ve onu sürüşü halkın çoğunluğundan ayrılıyordu. Bizim imgemiz sandığımız onun imgeleri aslında -sonradan anladığımız kadarıyla- çok ırak bir yerlerden yansıyormuş.

Bu imgeleri açıklamak için de, çoğu zaman o imgeleri sağlayan insanların zihinsel yansıtmalarına ihtiyaç duyuyoruz. İşte bunlardan bir tanesi olan Miller, ‘aynılığın’ ve ötekiliğin’ bireysel anlamda açıklığa kavuşması için karşıtıyla ilişkisi içerisinde düşünülmesi gerektiğini söylüyor (Miller, 1984: 284). O halde Atatürk’ün ‘kendisi ve ‘imgesi’ yoluyla yansıtılan temel kavramların ulaştırılması düşünülen Türk halkıyla farklılığını ortaya çıkarmak için, her iki tarafın görüntüsünü karşılaştırmak gerekir. Bu karşılaştırmayı yaparken de, Batılılaştırılmış bir bakış açısından kaçınamadığımı bir sınırlılığım olarak itiraf etmeliyim.

Atatürk estetik ve bilimsel yaklaşıma sahip uygar/Batılı/sarışın/aydın/başöğretmen/modern çiftçi/başkomutan/Türklerin atası/‘ana’vatanın babası ve kahramanı/bir annenin ve tüm Türk annelerinin sahip olabileceği en ‘ideal’ evlat olarak kabul edilen bir liderdi.

Uzun yıllar Osmanlı İmparatorluğu’nun idaresi altında yaşadıktan sonra Cumhuriyet Dönemine geçen Türk halkı ise esmer/Doğulu/cahil/geleneksel çiftçi/ataerkil sistemin babaları ve oğulları/Batı uygarlığının fersah fersah gerisinde estetik ve bilimsel yaklaşımlardan bihaberdi.

Bu karşılaştırma belirli rolleri üstlenmiş Atatürk fotoğrafları ve ‘gerçek yaşam’ aktörleri olan halk arasında yapılmıştır. Fotoğraflardan yansıtılan kimlikle Atatürk Batı’yı sembolize ederken, halk halen Doğu’dan kopamamıştı. Halk ulusal kimliğinin yapılandırılmasında Batı’yı model alan Atatürk’e ayak uydurma sürecini yaşamak zorundaydı. ‘Batı’nın ‘Batılılaşmış’ bir lider modelinden taklit edilmesi sonucundadır ki, aile portresinde çocukken görülen ve gözaltında kaybolan oğulların fotoğrafı yara aldı/tahrip oldu. Fotoğraf çerçevesinin içindeki Türk ailesi, çerçevenin dışındakiyle üstüste oturamadı. Başka bir deyişle ‘Cumartesi Anneleri’ bir anda fotoğraflardaki Türk ailelerinin dışında bir kimlik yarattılar: ideal imgeye ulaşamamanın sonunda kafalar karıştı.

“Ortak bir tarih, geçmiş, dil ve gelenekleri paylaşan ve aynı toprak parçasında uzun dönemli bir bağlılıkla yaşayan insanlar topluluğunu” ulus olarak nitelendiren Miller’in (a.g.k. 1984: 284) tanımı Türk ulusu için artık çok da geçerli değil. Artık uluslar asgari müşterek bir zeminde buluşmanın çaresini arıyorlar, çünkü parçalanmış kimlikler ulusun ideallerine hizmet etmekten uzakta. Atatürk’ün ulus anlayışıyla örtüşen Miller’in ulus kavramı öykümüzdeki Türk ailesi söz konusu olduğunda işlevsiz kalmıştır. Atatürk’ün ‘dış-sesi’nin (voice-over) oğulların kimlik oluşumunda özdeşleşecekleri ‘ebeveyn sesi’nin (parental voice) yerine geçmiş olması bile durumu kurtaramamıştır.

EBEVEYN SESİNİN ‘SES’ DEĞİŞTİRMESİ

Fotoğrafın ön planında temiz pak iki erkek çocuk anne ve babalarının önünde ayakta duruyorlar. Tüm aile bayramlıklar içinde poz vermiş. Oğullar -biri sarışın/öteki esmer- açık renk bir gömlek ve pantalondan oluşan müsamere kıyafetleri giymişler (benim çıkarsamam, benzer fotoğraflar ve tecrübelere dayanmaktadır, durum biraz daha farklı olabilir, ancak bunun çok da önemli olduğunu sanmıyorum). Arka planda fotoğraf stüdyosunun fotoğrafa derinlik veren, dışarıda çekilmiş olsa da, evmiş izlenimi veren perdeler duruyor. Grinin tonlarından oluşan arka plan, koyu renkli kıyafetleri içindeki anne babayı fondan ayırmakta, oğulların açık renk kostümleri ise her iki plandan da farklılaşan adeta özgür bir alan oluşturmaktadır. Gündelik yaşamın bekçisi olan anne, kameraya ve fotoğrafı çekene bakmakla izleyen açısından birincil bir özdeşleşmeye izin verir. Oysa, baba yukarıda Atatürk fotoğraflarında da gözlemlediğim gibi uzakta bir yere bakmakta ve bakışının nesnesi belirsizleşmektedir. Aynı baba büyük oğlunu daha yakına çekmiş ve kolundan tutmuştur.

Fotoğrafı yatay olarak dört düzleme ayırırsak, birinci düzlem anne ve babanın başları, ikinci düzlem çocukların başları ve onların da altında Atatürk portreleri ve giderek boşluk yer almaktadır. Düzlemleri sıralamaya alttan başlarsak çocukları bacaklarının gözüktüğü bir düzlem -heykel kaidesi gibi- Atatürk portreleri çocuklar ve anne baba gelir.

Çocukların gömleklerinin göğüs hizasına içinde Atatürk’ün cumhurbaşkanı olarak görüldüğü bir portresi aplike edilmiş. Portre oval bir çerçeveye alınmış ve çerçevenin etrafı güneşin ışınlarını sembolize eder biçimde düzenlenmiş. ‘Atatürk bir güneş gibi milletimizin üstüne doğdu’ sözlerini adeta görselleştiren merasim kostümleri çok farklı okumalara izin veriyor. “Atatürk ulusumuzun güneşidir ve bu güneş bir devrin kapandığı ve bir yenisinin açıldığı an her yeri aydınlatır.” “Güneş açar ve bulutlar dağılır.”

Oval portrenin çevresine aplike edilen güneş ışınlarını temsil eden oklar, aynı zamanda Atatürk devrimlerini de çağrıştırıyor (Milliyetçilik, Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Devrimcilik, Laiklik). Öte yandan güneş sembolü, Türkler’in Orta Asya’dan aynı kökten geldiğini ve aynı bayrak, dil ve anavatan ülküsü etrafında toplanacak Türk Birliğine özlemi dile getiren ‘Turancılık’ konusunu da akla getiriyor.

Atatürk’ün parlamenter olarak görüldüğü bu portre ve diğerleri birçok evde ve işyerinde karşımıza çıkar. Her ulusun kahramanları ve modelleri vardır, ama buradaki görüngü diğerlerinden çok farklı: Türk Ailesi kahramanlarının portrelerini çocuklarının göğüslerine yerleştiriyor. Beden diline sözlü ve yazılı iletişimden daha fazla başvuran bir ulus olarak konuyu açımlarsak, ‘bağrın’ mahremiyetin sembollerinden biri olarak herkese açılmadığını görürüz. Biz ‘bağrımıza basarız, gömeriz, bağrımızdan koparırız, bizim bağrımız yanar’. Tüm bu kullanımlarını düşününce bağrımızı yalnızca çok sevdiğimize, güvendiğimize açtığımızı, bağrımızdakini de kolay kolay çıkartamadığımızı, çıkarsak da kopartarak çıkardığımızı görürüz. En yakınlarımıza, annemize babamıza ve çocuklarımıza açtığımız yeri biz bir tek Atatürk’e açıyoruz, açtık. O halde Atatürk bu fotoğrafta da ebeveynlerin yerine eşit bir yer almıştır, ya da Atatürk onların yerine geçmiştir. Aksi olsa, çocukların göğsündeki portrede ‘aile büyüklerinin’ yer alması gerekirdi. ‘Türklerin Atası’ bu durumda ve her durumda tüm ‘büyüklerin’ yerini alıyor. Ebeveyn yerini Atatürk’e terk ediyor, kısacası ‘Türklerin Atasına’. Aile söylemini ebeveynler yerine Atatürk sürdürüyor onlara ‘ses’ini veriyor.

‘Genelleştirilmiş öteki’ çocuklukta kazanılır diyor, Jenkins (1996:43). Bu ‘öteki’ zihnin ve ‘ben’in ebeveynidir, sesi ise genellikle ‘ebeveynin sesi’dir. Aile portresine bakarak Atatürk’ün ebeveyn sesinin yerini aldığı veya ebeveynlerin kendi seslerini bu ‘yaşayan ruh’a teslim ettikleri söylenebilir. Bu aynı zamanda Mead’in savıyla da örtüşür: “Genelleştirilmiş öteki olmadan düzenli bir insan topluluğu kurulması imkânsızdır” (1934, Jenkins içinde 1996: 43). Gözaltında kaybolan oğulların durumu düzensizlik çağrıştırmakla beraber, ortadan kayboldukları zaman ‘düzenli bir insan topluluğunun’ üyeleri olmalarına yardım eden ‘genelleştirilmiş öteki’ni kaybettikleri ana denk geliyor diye düşünmek ferahlatıcı olabilir. Mead’in bahsettikleri ‘rabıtadan çıkmanın’ önüne geçebilecek ‘ötekinin’ geliştirilmesi üzerine kurulu. Oysa, bu gençlerin ‘genelleştirilmiş ötekiler’i bir başka öteki -genelleştirilmiş olmayabilir- ile yer değiştirmiş ve artık geri kalanlarla baş edemiyordur.

Ancak bu durum paradoksal biçimde trajiktir. Atatürk’ün ideal imgesine koşut yetiştirilen çocuklar, Atamız tarafından yaratılan sistemce asimile edilememişlerdir. O nedenle de kaybolmuş ya da yok olmuşlardır. Kayboluşları Žižek’in gücün uygulanması üzerine söylediklerini hatırlatıyor: “Güç aslında potansiyel bir tehdit olduğunda uygulanır, yani tam anlamıyla ortaya çıktığında değil de, ‘gizliden gizliye var olduğunda” (Žižek, Laclau içinde, 1994: 69). Gücün bu tarz uygulayımını ebeveyn otoritesinin işlediği zamanların görüngüsü olarak düşünebiliriz. Žižek bu konuda da, bir babanın denetimi kaybettiğinde ve güç uyguladığında -bağırmaya başladığı veya bir çocuğu dövdüğü anda- bunu iktidarsız bir şiddetin ve yapmak istediğinin tam tersi bir gösterge olarak algılarız diyor (a.g.e.)

ÇERÇEVENİN DIŞINDA KALANLAR

İncelediğim fotoğraf aslında görüntünün arka düzleminde de başka bir öyküye sahip. Bir yüzünde ’70’li yılların Türk ailesini sunuyor. Diğer yüzünde ise yazı dizisinin başlığı olan ‘Cumartesi Anneleri’ni sunuyor. Öykü yazı dizisinin içinde yer aldığı için ayrıca diğer kaybolan gençlerin ve annelerinin öykülerine de gönderme de bulunuyor, ama bana göre yine de farklılaşıyor.

İncelememin konusu ve kimliğin yeniden sunumunu sağlayan ‘araç’ fotoğraf. ’70’lerde bir 23 Nisan günü fotoğraf stüdyosunda çekilen aile albümü fotoğrafı hem ilk siyah-beyaz versiyonunda hem de daha sonra Berat Günçıkan’ın yazı dizisinde anlatıya hizmet etmesi için ‘seçilerek’ gazete fotoğrafı olarak yeniden ‘medyatik’ aracılık yoluyla sunuluyor. İncelememin öznesi olan fotoğraf teknik görüntü üretiminin en eski ortamlarından biri ve dolayısıyla, kimlik üretmenin ve yansıtmanın da bilinen -teknik görüntüler açısından- en klasik ‘aracı’.

Bir araç olarak (medium) fotoğraf yalnızca netleştiği gerçekliğin bir parçasını ön plana çıkararak işler, tamamını kapsayamaz, çerçevesinin sınırlarının dışına çıkamaz. Ancak çerçevenin dışında kalanların ya da çerçeveden arta kalanların çerçevenin içine katkıda bulunduklarını inkar edemeyiz. (Derman, İ., 1995)

İki oğlanın ve ailenin fotoğrafı sayfa düzeni içerisinde ayrıca çift bordürlü bir çerçeveye alınmış. Yoğunlaştırılmış çerçeveleme annenin duygularını Berat Günçıkan’ın sözlerinde yeniden veriyor: “Ali ve Ayhan’ın ardından: Yaşamaya yüzüm yok”. Aile adına çalıştıkları ve vergi ödedikleri devlete ve onu yönetenlere inanamıyordu artık (Günçıkan). Atatürk’ün portresi bu çerçevenin içine yerleştirilmiş olan çerçevenin merkezinde yer alıyor. Birincil düzlemde de bakarsak, sayfa düzeninin içinde de çerçevenin içleri ve dışları söz konusu. Atatürk ise oğulların bağrına yerleştirilerek çocukluktan itibaren kimliğimizi şekillendiren merkeze dönüşüyor.

Bu merkezilik durumunu açmak için hepimizin bildiklerini hatırlatmak gerekiyor. Bildiklerimizden en önemlisi Atatürk’ün ulusal kimliğimizin modeli olması. Cumhuriyet’in ilânından sonra Atatürk’ün devrimleri sürecinde Osmanlı İmparatorluğu’nun farklı ulus, din, kültür ve etnik kökenlerden gelen çoğulluğu bir kristalizasyon aşamasına tâbi tutuldu. ‘Batı’yı model alan modernleşme çabalarının öncüsü Atatürk’tü ve Türk halkını da bu farklılaştırılmış model altında birleştirmeyi amaçlıyordu. Bir ulusun muasır medeniyetler seviyesine getirilmesi bir ölüm kalım meselesiydi Atatürk için, kısacası İstiklal Savaşı kadar önemliydi. Ve Doğu’nun da Batı’ya yöneleceği ya da meyletmek zorunda oluşu tarihî bir yasaydı adeta (Tekelioğlu 1996: 201).

Batıyı model alan modernleşme hedefinin gerçekleşmesi Atatürk’ü izlemek demekti, ancak yeni bir ulusal ve kültürel kimliğin yapılandırılması ‘İstiklal Savaşı’ndan daha zordu. Bobby Sayyid, “Sign O’Times” (Ahir Zaman İşaretleri) adlı makalesinde, Kemalistler’in, İslâm’ın cemaat birliği yerine ulusalcılığa dayalı bir birlik sağladıklarını belirtiyor. Ulusalcılığın sözceleminin Doğu’yu reddetme ile sonuçlandığını ve giderek Doğulu (oriental) olanın reddine varıldığını savlıyor (Sayyid 1994: 270). Batı’yı temel alarak Batılılaşma çok farklı bakış açılarından görülebilir. Atatürk’ün yaptığı gibi Batılılaşma süreci kültürel sembollerin kabulü ve uygulaması şeklinde gerçekleşebilir. Benzer biçimde kaybolan çocukların ailesi de Atatürk imgesini kullanmış. Öte yandan Sayyid bu süreci Doğulu Yeni Bir Özne’nin yapılandırılması diye açıklar: bu özne sonunda ne Batı’ya ne de Doğu’ya yarar. (a.g.e.)

AVRUPALILIK

Atatürk’ün ‘muasır medeniyetler seviyesine ulaşma’ hedefi birçok devrimin hem nedeni hem de sloganı olmuştur. Bu seviyeye ulaşıp ‘Batılılar Kulubüne’ dahil olmak için gerekli olan değişimler, o zamanlar Türkiye’si koşullarında tamamen imkânsızdır. ‘Cumartesi Anneleri’ de bu imkânsızlığın iyi bir örneği, çünkü ‘Cumartesi Anneleri’ Batı’nın Türkiye’nin demokratik bir ülke olmadığına ilişkin düşüncesini pekiştiriyor. O halde Batılılaşma o düşünceyi geliştirmekle yükümlü görülenlerin -gençlerin- tutuklandıkları ve gözaltında kayboldukları noktada donan bir şey. Batılılaşma’nın eski formülünü düşünürsek, arzunun ve gerçeğin karşıtlık yaratacak biçimde yanyana koyulduğunu söyleyebiliriz: Arzu ve gerçek biraraya gelemez. Bu karşıtlık en iyi biçimde aile portresinin ve çerçevesinin dışındakilerle birlikte incelendiğinde görülebilir. Bir zamanlar Batılılaşmış Türk ailesi kimliğini yeniden sunan fotoğraf, günümüzde Türk kelimesinin karşılığını verememektedir. Bir yanda Atatürk’ün modeli, öbür yanda İslâm ve arka planda 1990’ların siyasal atmosferi: Farklı ulusal kimliklerin bu parçalanmışlıkta birarada yaşaması mümkün müdür? Heterojen bir Avrupa ya da Avrupalı’nın birleşme derecesi Batılılaşmış Bir Türk’le aynı manaya mı gelir? Ve biz kendimizi üst düzeyde Batılılaşma çabalarımızla Avrupalı olarak görebilir miyiz? Mesela, ‘Avrupalı olma’nın türleri var mıdır ya da bu ne kadar çeşitlenebilir bir şeydir? Bernard-Henri Levy’ye göre: “Avrupa çok sık telaffuz edilemez, Avrupa bir yer değil, bir düşüncedir.” Türk mevzuunda, ‘Gerçek Avrupalılar’ın bakış açısından tam Batılı görülmeyen Batılı bir kimlik söz konusudur. Aynı zamanda, bu Batılı Türkler, ülkelerindeki ‘öteki’ kimliklere -tam da ‘Gerçek Avrupalılar’ın onlara baktığı- mesafeyle ve eleştirel bakışla nazar ederler.

‘Gerçek Avrupalı’ kavramı ‘Avrupalılık ve Ulusal Kimlik’ üzerine gerçekleştirilen bir workshop’ta da tartışılmış. Sonuç çok da şaşırtıcı değil, sempozyum delegeleri ‘Avrupalıları Avrupalı yapan nedir?’ sorusunun cevabının çok da kolay verilemeyeceğine karar vermişler. Başka bir deyişle, ‘bir Avrupalı kimliği var mı?’ tartışması sonunda konferans katılımcıları ‘Avrupalılığın’ bir zihinsel durum, duruş olduğuna karar vermişler, çünkü ‘Avrupalılığı’ demokrasi değerleri ya da Avrupalı olma arzusu ile tanımlamak çok güçmüş. Ve hattâ katılımcılar Almanya’nın ‘Avrupalı kimliği’ ile Türkiye ve Rusya’nın ‘Avrupalı kimliğini’ karşılaştırmanın güçlüğüne işaret etmişler. Bir yandan bu ülkelerin coğrafi açıdan ortak bir alanı paylaştığı konusunda hemfikirlerken, tek başına bu koşulun yerine gelmiş olmasıyla onlara ‘Avrupalı’ denilemeyeceğine karar vermişler.

Sempozyum katılımcıları diğer ülkelerin ulusal ve Avrupalı kimliğini birlikte var olan bir şey olarak düşünüyorlar. Ancak, bence toplumsal kimlik kuramındaki kategorileştirme ihtiyacı burada da kendini gösteriyor, çünkü kimliklerden birisinin daha baskın olması ve resmileşmesi durumunda, diğerleri marjinalleşiyor. Johnson’a ‘bu’ kimlik diğerlerine karşı olandır ve ‘ulusal kimlik’ haline gelir ve ‘biz’ diye tanımlanır, diyor. (Johnson, 1995)

Yerel, bölgesel ve resmî ulusal (Batılılaşmış) kimlikler Avrupalılığa doğru seyrederler. Nasıl ‘biz’ Avrupa kimliğine ulaşabilmek için Avrupa vatandaşlığı ve Avrupa Topluluğu üyeliği için mücadele veriyorsak, aynı şekilde Avrupa Topluluğu’nun üyesi olan bazı ülkeler de bu kimliği kazanabilme savaşımındalar. Çünkü onlar aralarında en ‘gerçek’ Avrupalılık ölçütlerine göre bir kategorileştirme yapıyorlar. Benzer biçimde Avrupa Topluluğu’na üyelik yoluyla sağlanan yeni statünün tanımı da ‘Avrupalı kimliği’ olarak geçiyor. Bu da bizi Batı’nın kendi hakkındaki görüşüne yönlendiriyor. Wallerstein’a göre “Batıda modernizmin değerlendirilmesi birbirinden ayrı tutulamayacak olan Batı’nın kendine bakışı ve modernlikte birlikte yoğunlaştı” (Wallerstein, 1993: 105).

‘Yeni Avrupalı’ şu karakteristiklere sahip birisi olarak düşünülüyor:

• Musevi-Hıristiyan dinî inaçlar

• Hellenistik siyasa, sanat ve bilim

• Roma hukuku (Drummond ve diğerleri, 1993:102)

Avrupalılar bilir ki, bizim/Türk özelliklerinin hiçbiri şu yukarıda belirtilen ‘Yeni Avrupalı’nın karakteristikleri ile örtüşmez. Bu ayrıca Pieterse’nin ‘kültürün resmî belirleyicileri’ (Pieterse, 1991: 3) olarak tanımladığı Avrupa Birliğinin bakış açısından da ‘belirleyici’dir. Durum klastrofobik ve bastırıcıdır, çünkü bir yandan ‘Yeni Avrupalıların’ değerlerini uyarlama zorunda bırakılarak köşeye sıkıştırılıyoruz, öte yandan da bu ‘Yeni Avrupalılar’ bizim statümüzü kendi parametrelerine hiç uyarlamıyorlar. Burada karşılaştığımız sorun aşağıdaki alıntıyla anlaşılabilir hale geliyor.

Yıllar yılı kendimizi özdeşleştirdiğimiz ‘in-group’lar (bizim takım) Batılı insanlardı ve kendimizi Doğulu komşularımızla, diğer İslâm ülkeleri ve Asya’da yaşayan cemaatlerle özdeş görmek istemedik. Son on yıllar zarfında özdeşleşme mekanizması değişti. Batılılaşmış ‘in-group’ (bizim takım) olarak ‘bizi’ de ‘out-group’ (karşı takım) görenler çıktı. Biz de kendi modelimize göre o İslâmi grupları ‘out-group’ (karşı takım) olarak gördük. (Bu alıntıda Turner’in in- ve out-group kavramları dışındaki tartışma, yazar ve benim düşüncelerimden harmanlaşmış durumda.) Bu yargı Batılı dünyanın bakış açısından düşünüldüğünde bizim durumuzda olumsuzluğu ikiye katlıyor.

Pozitif ve negatif ayrımcılık kavramı ‘bizim takım’ ve ‘karşı takım’ karşılaştırmalarını gözlemlemeyi kolaylaştırıyor. Türkiye kendisini uygar ve modern yansımaları olduğu için gelişmiş Batılı ülkelerle karşılaştırıyor. Oysa bu karşılaştırmayı biz İslâm Dünyası ile yaptığımızda Türkiye’nin skorlarını daha iyi buluyor ve İslâm aleminde en üst dereceye oturtuyoruz.

Aile ve oğullarının durumu 1970’li yıllarda Batılı çağdaşları arasında ‘in-group’ yani ‘bizim takım’dan sayılacak bir ailenin yeniden sunumunu oluşturuyor. Türk milliyetçiliğini düşünürsek, kendi arasında yer değiştirebilen kimliklerin bütünün bir parçası olarak kültürel aygıt tarafından üretildiğini görürüz. Ailenin kimliği adeta Kasaku’nun kültürel milliyetçilik amaçları konusunda söyledikleri çerçevesinde geliştirilmiş gibi duruyor. Kasaku’ya göre kültürel milliyetçiliğin amaçları,

“Eksik olduğu ya da tehdit edildiği düşünüldüğü anlarda ulusal cemaati bireylerin kültürel kimliklerini yaratma, koruma, güçlendirme yoluyla canlandırmaktır. Kültürel milliyetçi, ulusu tek bir tarihin ve kültürün ürünü ve biricik tavırlarla örülmüş kollektif dayanışma olarak görür. Kısacası, kültürel milliyetçilik kültürel cemaatin farklılığını ulusun özü olarak görme eğilimindedir.” (Yoshino, 1992 Castell içinde 1997: 31)

İstiklal Savaşı sonrasında Yoshino’nun bahsettiği türden bir kültürel milliyetçiliğin yaşandığı ve kültürel kimliğin eksikliğinin Atatürk’ün Batılılaşma çabalarıyla iyileştirildiği söylenebilir.

KÜLTÜREL TEKNOLOJİLER VE ULUS

İncelediğim fotoğrafta hem ulusal hem de kültürel kimliği yapılandıran kültürel aygıtın gözlenmesi mümkün. Morley, ulusun kültürden önce var olduğuna ilişkin inancı reddediyor, diğer bir deyişle her ulusun kendi kültürünü yarattığı düşüncesine karşı çıkıyor: “Ulus, kültürel teknolojilerin çıktısıdır, sanıldığı gibi kökeni değildir: bir ulus kendini kültürü aracılığıyla ifade etmez de, kültürel aygıtlar ‘ulus’u üretir” diyor (Morley, 1992 Johnson içinde 1995: 2). Morley’in savını bize uyarlayarak, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonraki dönemin kültürel aygıtının ‘bizi’/Türkleri bir ulusa dönüştürdüğünü söyleyebiliriz. Osmanlı İmparatorluğu sırasında kültürü sunan ‘ümmet’ idi. Castell’in ‘vatan’ ve ‘ümmet’ arasındaki ilişkisini de önceyi ve sonrayı anlamak için belirtmekte yarar var.

“Bir Müslüman’ın kökten bağlılığı vatan’a değil, ümmete, ya da Allah’a teslimiyetlerinde eşit olan inananların cemaatine doğrudur” (Castells, 1997: 15)

Vatan ve ümmet arasındaki bölünme kamusal kültür ve günlük yaşamın sorgulanmasında da devam ediyor. Johnson kamusal kültür ve kurumları arasında ve yerel veya günlük yaşam ve kültürel ürünleri arasında bir bölünme olduğunu dile getiriyor. (Johnson, 1995:7) Bu düşünceye dayanarak gazetede yayımlanan dizi yazının parçası olarak fotoğrafı okursak, ailede bireyin kimliğinin ulusun toplumsal/kültürel kimliğinden çok farklı bir yerde bulunduğunu görürüz. Tüm aile fertlerini bölünmez bir bütün olarak tutan maya sayfa düzeni içinde merkeze oturtulan annenin görüntüsüyle parçalanmıştır. Anne parçalanmış kimliğini artık taşıyamamaktadır, çünkü günlük yaşamımızın bir parçası olan trajedisi onun belleğiyle kaimdir. Değişen günün koşullarında tüm ‘Cumartesi Anneleri’ bu parçalanmanın örnekleri olarak algılanabilir.

Cohen ve Schutz insanlar günlük yaşamdaki alışverişleri arttığı oranda fellow bireyler olarak tanımlanacaklardır, derler (Cohen ve Schutz, Jenkins içinde, 1996:118). Bu sav, ‘Cumartesi Anneleri’ olgusunda bariz biçimde doğrulanır. Bu anneler kollektif kimlik bileşimi oluşturmaktansa, anonim kimliklerin dayanışmasını göstermişlerdir. Günlük yaşamın bu özgül örneğiyle âlâkalı olmadığını vehmedenler bu sahneye biraz da uzaktan bakarlar. Jenkins bu ‘diğerlerin’ kendilerini öncelikle bir kollektivitenin üyeleri, çağdaşları görme eğiliminde olduklarını söyler (Jenkins, 1996:118)

“Ulus bir anlatı, bir öykünün anlatılma biçimidir.” (Johnson, 1995: 10)

1945 yılında Hans Kohn paradoksal biçimde şu öneriyi getirir: “ Milliyetçilik Çağı evrensel tarihin ilk evresini oluşturur” (Kohn, 1945 Drummond ve diğerleri içinde, 1993: 103). Türkiye’de milliyetçiliği yapılandıran ‘evrensel tarih’ aile ve oğulları gibi birçok öyküyü de içerir. Johnson’un dediği gibi “yerel ve belirli kültürler kamusal kültür üzerinde kopan mücadeleler tarihinden doğarlar.” (Johnson, 1995: 7) Bu açıdan örneğimizin daha önceki nesilleri de kapsayan bir fotoğraf albümü olsa, geçmişteki kimlikleri ile resmî söylem çerçevesinde üretilen yeni kimliklerinin şekillenmesinin karşılaştırması daha sağlıklı olurdu. Eğer büyükanne ve büyükbabanın fotoğraflarına sahip olsak, eminim geçmişin baskıcı kimlik oluşturma süreçlerini açıklığa kavuşturmak daha da basitleşecekti.

Toplumsal/kültürel kimliğin diğer kimliklerle karşılaştırılmasının ve bunun ‘ulusun’ ifadesini nasıl etkilediği yine fotoğraftan hareketle açımlanabilir. Bu fotoğraf Cumhuriyet döneminin devrimlerinin geliştirdiği kültürel aygıtın bir çıktısı olarak görülebilir. Atatürk’ün Batılılaşma hareketleri ve halk arasındaki bağlantı/bağlantısızlık konularına Atatürk İmgeleri bahsinde değinmiştim. O halde fotoğrafı bu bağlamda okumaya devam edebilirim. Fotoğrafı devletin resmî söyleminin kültürel aygıtı tarafından üretilen ulusun sembolü olarak görüyorum. Bu portre aracılığıyla, aile ulusun sınıf ve toplumsal cinsiyet politikasını dile getiriyor. 1970’lerde fotoğrafın çekildiği yıllarda Batılı modele göre oluşturulan Türk ailesinin gücünü bu fotoğrafta görüyoruz. Bugünkü durum ise, annenin son zamanlardaki portresinde gösteriliyor ki, annenin Türk ulusunun ideal imgesini taşıdığını söylemek pek zor. Anne oğullarının akıbetini bilmiyor, eşini kaybetmiş ve kızını iyi bir eğitim alması için büyük şehirlere gönderemiyor - haksız da sayılmaz. Geçmişte kalan kimlik aile albümündeki fotoğraf aracılığıyla ortaya çıkıyor (mediated identity). Ailenin yeni ‘kimliği’ ise yeniden tanımlanıyor, marjinalleştiriliyor ve bir gazete fotoğrafında -remediated- yeniden sunuluyor. Bu aile portresi ‘Cumartesi Anneleri’ hakkında çıkan gazete dizinin bir parçası. Onlara biz ‘kayıp’ diyoruz, annelerine de ‘kayıp oğulların anneleri’. Bir zamanlar fotoğraf çerçevesinden sunulan kimlik şimdi parçalanmış kimliklerce bağlamından koparılıyor ve çerçevenin dışına doğru akıyor: başka bir hayata ait olmak üzere.

GÖRÜNTÜNÜN YAKIN ÇEKİMİ

YA DA BÜYÜTÜLMESİ

Fotoğrafçılıkta çerçevenin içinde belirli bölümleri daha yakından ve büyütülmüş görmek, incelemek istersek ayrıntı çekimini yaparız veya karanlık odada görüntüyü büyütürüz - Antonioni’nin Blow-Up (Antonioni, 1966 - Cinayeti Gördüm) filminde olduğu gibi. ‘Blow-Up’ işlemi her ne kadar görüntünün ayrıntısını göstermeye yararsa da, elimizdeki malzemeyi zorladığımız için -teknik açıklamalarını vermiyorum- grenli bir yüzeyle karşılaşırız. O zaman, küçük grenlerin ve onlardan geriye kalanların bir izini çıkartarak görüntünün özünü anlamak için kendimizi zorlamamız gerekir. Bu küçük parçaçıkların gerçek mi yoksa gerçeğin çerçevenin dışında mı olduğu konusu, Blow-Up filmindeki fotoğrafçının iç tartışması ve sorgulamasına benzer bir mecraya dökülür ki, o filmde iş sonunda sanal bir tenis oyununa kadar varır - burada sanal, top olmadan tenis oynamak anlamına. Ama burada benim görevim fotoğrafı medya aracılığıyla yansıtılan kimlikler kapsamından ele alarak tartışmak. Ailenin genel çekim fotoğrafı büyütüldüğünde farklı okumalara yol açılıyor.

Oğulların ebeveynleriyle kameraya yönelen bakışı ‘ayna evresi’nin devamı gibi görülebilir. Lacan’a göre ‘ilksel narsisizm’ evresi çocukluktaki ayna evresinde keşfediliyor. (Friedman, 1993:336) Buradaki fotoğrafik deneyim ise bu evreyi hatırlama ve tekrar etmeye yarayan bir işlev üstleniyor. ‘İlksel narsizm’ bir bağımlılık koşuluna işaret eder. Bu bağımlılık kendini tanımlamanın tarzını ‘öteki’ne göre düzenleyen bir türdendir. Fotoğraf örneğinde ‘öteki’ iki katmanla simgelenmektedir: anne ve Atatürk’ün imgesi ki, bu ikisi de aynı çerçeve içinde yer almaktadır.

‘İkincil Narsisizm’ modern bireyin eğitim sürecinde ortaya çıkar. Daha ziyade kültür ayaklı ve yansımasını ‘ilksel narsizmden’ daha da kapsamlı bir düzeyde gerçekleştirir. ‘İkincil narsizm’ bu örnekte oğulları anne babanın söylemi ve ulusal kimliğin gelişmesini besleyen resmî söylemin birleşmesinden oluşan ‘ebeveyn sesi’yle etkileyen ‘genelleştirilmiş öteki’dir. Oğulların ‘ben’ini Mead’in ‘devinen ben’ anlamında görebiliriz: bireyin -oğulların- diğerlerine karşı anında inisyatif alarak genellikle beklenmedik tepkilerle ‘geleceğe’ doğru hareket eden ‘ego’su (Mead, 1934 Jenkins içinde, 1996:41) ‘Ben’in tepki verdiği ‘kendi’si, bu örnekte aile tarafından sunulur. Onlar ‘ben’lere biçim ve töz veren ‘ötekiler’dir (Jenkins, 1996). Sonuç olarak, oğulların ‘ben’inin -kayıp olsalar dahi- ailelerine ve diğerlerine beklenmedik yanıtı vermiş olmaları açısından kazanmış olduğunu söyleyebiliriz.

Oğulların kaybolmalarının nedeni diğerlerine ayak uyduramama ve ortak normların benimsenememesine ve dolayısıyla düzenli bir toplumun üyesi olamamaları şeklinde açıklanamaz. Bundan ziyade, oğullar birey olma özgürlüğünü kabul ederek toplumun üyesi olma zarureti gibi bir cendereyi terk etmişlerdir. Ancak en azından yetişkinlik dönemlerine kadar toplumsallık adına kişisel olanın feda edilmesi oğulların iki düzlemde kimlik geliştirmeleri olasılığını belirsizleştirmiştir. Kaybolmadan önce oğullar ailenin modelini taklit ederek kimliğin iki düzlemlilik ilkesine itaat etmişlerdir. Ancak Turner’in saptamasındaki gibi algılama ve inançlar açısından tüm ulusun kimliğinin kendi içinde yer değiştirebilir olması düşüncesi, günlük yaşam gerçekliği ile uyuşmamaktadır. (Turner, 1982: 2)

Aslında, oğulların pek de ‘hoş karşılanmasa da bir kimlik seçmeleri gerekiyordu. Geçmişlerinden ve yaşadıkları andan ayrılamamalarından dolayı oğulların kimliğine ne olumlu ne de olumsuz gözle bakabiliyoruz. Dolayısıyla, öykünün tam olarak sona ermesinden önce bir karara varmak zor gözüküyor, yani tarihin geri dönüşümünün (recycle) tamamlanması gerekiyor.

Özneyi birey olma, kişisel bir tarih yaratma, bireysel yaşamın tüm alanlarına anlam verme arzusu şeklinde tanımlarım.... Bireylerin özneye dönüşmesi iki affirmationun bileşimi sonucu oluşur: bireyleri cemaatlere karşı olan ve bireylerin pazara karşı olan affirmationu (Touraine, 1995: Castells içinde, 1997: 10).

Öznenin tanımı belirli ölçülerde oğulların özüne uyuyor. ‘Cemaat’e karşı çıkarak hayatlarına bir anlam vermek için aldıkları tavır onları özneye dönüştürüyor. Touraine öznelerin birey olmadıklarını söyler, bireyler tarafından yaratılmış/yapılmış olsalar da. “Onlar bireylerin tecrübelerine holistic anlamlar katan kollektif toplumsal aktörlerdir” der (a.g.e.: 10). Oğulların akibetini bilmemekle ve kayboluş nedenlerinin ardındaki tavırlarını ölçme fırsatımız olmamakla birlikte, en azından yaşamlarına bir anlam katmaya uğraşan gençler olduklarını annenin anlattıklarından çıkarabiliyoruz.

Annenin bir kimlik oluşturma isteği ise post/ataerkil toplumun bastırılmış kimliğine bir tepki olarak doğar. Bu yeni türden kimlik network toplumunun bir görüngüsü olarak ortaya çıkan kimliklerle çakıştığını söyleyebiliriz. Annenin ‘Cumartesi Anneleri’nden biri olduğunu düşünürsek, “varoluşunu er ya da geç modernizmde olduğu gibi sivil toplumda değil komünel direnişte bulduğunu” (bkz Castell, 1977:11) anlarız.

ANNE VE BABA

Türk ailesi 1970’lerde kendisini Avrupalı ülkelerle karşılaştırdığında pozitif ayrımcılıkla kategorize etme eğilimindeydi. Kendisini orta sınıf Avrupa ailesiyle aynı ya da benzer görmekteydi ve dolayısıyla Batılı insanların ‘in-group’undan sayıyordu kendisini, ne de olsa ‘aynı takım’dandı. Fotoğrafta da görüldüğü gibi, anne ve babanın görüntüsü toplumun o sınıfıyla büyük benzerlikler taşıyan ulusal kimliği yansıtıyor. O nedenle aile içinde bireysellik bastırılmamış gibi gözükse de biricikliğin geçerli bir ifadesi o fotoğrafta -ve benzeri daha birçok fotoğrafta- yer almamaktadır. Aile üyeleri bütünün birbirini tümleyen parçaları gibi dururlar adeta. Senneth’in otorite ve hükümranlık kuramına dayanarak oğullarının da belli bir yaşa kadar ‘aile’ kimliğinden etkilendikleri görülür. Ama o belli yaşa geldiklerinde, hükümranlığın mantığına tepki vererek, varoluşlarını toplumun kurumlarına muhalefet haline getirirek bir ‘direniş kimliği’ (Castells, 1997: 8) oluştururlar.

Anne ise diğer ‘Cumartesi Anneleri’ gibi ‘yeni kimliğin’ örneği olur. Çocuklarının kaybı ‘Cumartesi Annelerinin’ geçmiş toplumsal tecrübelerini başka türden bir yaşantıya dönüştürmesine yol açar. Yeni bir kimlikte buluşmaları gerekir: Artık onlar bizim bildiğimiz annelerden değiller, biz onlara ‘Cumartesi Anneleri’ diyoruz. Bu anneler Castell’in dediği gibi: “Toplumsal aktörler ellerindeki kültürel malzemelere dayanarak toplumdaki yerlerini yeniden tanımlayan yeni bir kimlik oluştururlarsa, toplumsal yapının genelinde bir dönüşüm arayışına girmişler demektir.” (1997: 8)

Oğullara dönerek, bu öyküyü kimlik dinamikleri açısından gözlemlersek: “hiçbir kimlik öz değildir, bunun gibi de hiçbir kimliğin tarihsel bağlamı dışında gelişmiş veya geri kalmış değeri yoktur” (a.g.e.: 8). Çerçevenin dışından okunabilen alt metin, bize oğulların ‘direniş kimliğinin’ özneleri olduğunu söylüyor. Fotoğraftaki Türk Ailesi ulusal kimliğini Atatürk’ün kurduğu modele göre yeniden üretiyor. Atatürk’ün modelindeki kimlik ise modernizm etrafında yapılandırılmış. Fotoğrafın çekildiği yıllarda, modernizm tartışmaları Türkiye’de henüz başlamamıştı. Sayyid, modernizmin temellerinin sarsıntıya uğramasından liberalizm ve sosyal demokrasi söylemlerinin payına düşenlerin Kemalizm’e de benzer bir etki yaptığını söylüyor. O halde, çerçevenin dışında beliren sorular, çerçevenin içeriğinin geçerliliğini bulandırıyor. Ailenin öyküsü çerçevenin dışında devam ettiği için onlar için bir zamanlar uygun görülen ‘legitimising kimlik’ ve oğullar kayboluyor ve özdeşleşilebilecek imge de onlarla beraber yitiyor.

Castells, Manuel (1997) The Power of Identity. The Information Age: Economy, Society and Culture Vol II, Oxford.

Cohen, A.P. (1982) ‘Belonging: the experience of culture’ A.P. Cohen (der) Belonging: Identity and Social Organisation in British Rural Cultures. Manchester: Manchester University Press (cited in Jenkins).

Derman, İhsan (1995) ‘Fotografik Çerçevenin Saydamlığı’, Gösteri sayı 176, s. 84-85.

Drummond, P, Paterson R, Willis, J (1993) National Identity and Europe. Londra: British Film Institute.

Friedman, Jonathan (1993) ‘Narcissism, roots and postmodernity: the constitution of selfhood in the global crises’ S Lash ve J Friedman (der) Modernity and Identity. Oxford: Blackwell Publishers.

Jenkins, Richard (1993) Social Identity. Londra: Routledge.

Johnson, Richard. (1995) Everydays Life- National and Other Identities, http://news.Let.uva.nl

Bernard-Henri Levy, (1996) Understanding Europe Symposia ‘96: Ankara, Delft, Mainz.

Miller, J.D.B. ‘The Sovoreign State and its Future’ International Journal, cilt 39, No 2 .

Morley, Dave (1992) ‘Electronic Communities and Domestic Rituals. Cultural Consumption and the Production of European Cultural Identities.’ Jostein Gripsrud (der) Cultural Identity and the Media. Bergen: Dept of Mass Communication, University of Bergen (Johnson alıntısı).

Sayyid Bobby (1994) ‘Sign O’Times’ Kaffirs and Infideles Fighting the Ninth Crusade.’ Ernesto Laclau (der) The Making of Political Identities. Londra: Verso.

Senneth, A.P. (1986 The Fall of Public Man. New York: Vintage Books. [Kamusalın Çöküşü, çev. Serpil Durak-Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay., 1996.

Tekelioğlu, Orhan (1996) ‘The Rise of a Spontaneous Synthesis: The Historical Background of Turkish Popular Music’ Sylvia Kedourie (der) Turkey: Identity, Democracy, Politics. Londra.

Touraine, Alain (1995), ‘La formation du sujet”. içinde Dubet, Wieviorka (ed.) Penser le sujet, Paris.

Wallerstein, Immanuel (1993), “Culture as the Ideological Battleground of the Modern-World System” içinde P. Drummond, R. Paterson, J. Willis (ed.) National Idendity and Europe, Londra.

(*) Yazı Mediated Identities adlı derleme kitapta (K Ross, D Derman, N Dakovic) yayımlanmak üzere hazırlanmış makalemin Türkçe'ye uyarladığım versiyonudur. Biraz mesafeyle kurgulanmış olan İngilizce halinin Türkçe'ye ‘tercüme’si o dıştan bakışı tamamiyle ortadan kaldıramıyor. O nedenle yazının ‘üst’ bakış açısı dilin ve makalenin hedefinin özelliklerinden kaynaklanmaktadır.