21. Yüzyılın Eşiğindeki 18 Nisan Seçimleri'nin Düşündürdükleri

Milletvekili genel seçimlerinin erkene alınarak 18 Nisan 1999’da yapılması kararı, Türkiye’nin vesayet altındaki ikinci sınıf parlamentoculuğunun çok uzun bir süredir iflas noktasına gelmiş krizini bütün çıplaklığıyla gözler önüne serdi. Bu kriz, parlamenter olma iddiasındaki bu rejimin naylonlaşmasının ve parlamenter siyasî yaşamın “vazgeçilmez unsurları” denen siyasî partilerin çürümüşlüğünün krizidir. 20. yüzyılın son yılında oluşumuz bu krize, onu daha da ağırlaştıran psikolojik bir boyut da ekliyor. Türkiye, 21. yüzyıla temel sorunlarının hiçbirisine sivil, demokratik çözümler üretemeyen, devletin vesayeti ve denetimi dışında kalan çözüm arayışlarına izin verilmeyen, naylonlaşmanın ve çürümüşlüğün yarattığı boşluğun -onun yaratıcısı- askerî müdahalelerle doldurulmaya çalışıldığı, bu türden her “boşluk doldurma operasyonunun” sorunu daha da içinden çıkılmaz hale getirdiği bir ülke olarak giriyor. Üstelik, siyasî gündemin başında hâlâ, esas olarak, 20. yüzyılın başındaki, özellikle de Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki sorunlar duruyor.

Demokrasisiz başlayan yüzyılı demokrasisiz bitiriyoruz. Ama arada şöyle bir fark var: 20. yüzyıl perdesini parlamenter bir rejim ideali ve umuduyla açmıştı, şimdi bu perdeyi onun iflasıyla kapatıyor. Türkiye’nin içinde debelendiği siyasî krize bu gözle bakınca, mesele, bir bakıma, yüzyılla hesaplaşma meselesi haline de geliyor.

İFLASIN DÖRT GÖSTERGESİ

Parlamenter bir rejimin sağlık kontrolü yapılırken üzerinde durduğu dört ana dayanağın durumuna bakılır. Bu dayanaklar, onun üç temel organı olan yasama, yürütme ve yargı ile “vazgeçilmez unsuru” olan siyasî partilerdir.

Sözümona halkın temsilcisi milletvekillerinden oluşan parlamento, epey uzunca bir süredir halk nezdinde hiçbir itibarı kalmamış, hemen tümüyle göstermelik bir organ haline gelmiştir. Parlamenter demokrasinin öngördüğü güçler ayrılığı ilkesi uyarınca, yürütmeyi hükümete, adaleti “bağımsız” yargıya bırakıp bir tek yasama ve denetleme görevini üstlenmiş olması gereken parlamento, bu aslî görevini de fiilen terk ederek tümüyle naylonlaşmış durumdadır. Bu organı oluşturan milletvekilleri, kaderlerini üyesi oldukları siyasî parti liderinin iki dudağının arasına teslim etmiş; seçmenlerine karşı değil, kendilerini onlara seçtirten parti başkanlarına karşı sorumlu; görevleri, önlerine gelen meselelerde parti liderinin işaretiyle parmak kaldırıp indirmekten ibaret; bütün bunların karşılığında da, hayatını emeğiyle kazanmaya çalışan hiçbir vatandaşın rüyasında bile göremeyeceği maaşlara ve ayrıcalıklara sahip bir topluluktan başka bir şey değildir.

Yasamanın naylonlaşmasına paralel olarak yürütmenin esas organı olması gereken hükümetler de naylonlaşmıştır. Gerçek yürütme, herkesin gayet iyi bildiği gibi, özellikle 28 Şubat 1997’den bu yana, Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK), esas olarak da onun asker kanadının ve ona bağlı mekanizmaların elindedir. Hükümetler, fiilen, güvenoyu aldıkları parlamentoya değil, MGK’ya karşı sorumlu, onun kendisine verdiği görevleri yerine getiren “bürolar” haline gelmiştir.

Parlamenter rejimin üçüncü temel organı olan yargının içinde bulunduğu durumu, bu organın mensupları ve hukukçular bütün çıplaklığıyla her gün dile getiriyor. Rejimin diğer iki temel organının böylesine naylonlaştığı koşullarda, zaten “bağımsız” olmayan bu organın halkın adalet duygularına, vicdanına tercüman olması mümkün mü? Yargının aldığı kararlar, toplumun adalet duygularına tercüman olmak bir yana, onun vicdanında derin yaralar açıyor. Adalet mekanizması nicedir felç olmuş durumda. Adalet arayan hangi vatandaş kendisini gönül rahatlığıyla yargı organlarına teslim edebiliyor? İşi mahkemelere düşen her vatandaş, ya karşı tarafla “bir şekilde” anlaşmak; ya -eğer cebinde parası varsa ve vicdanı da elveriyorsa- özel adalet şirketlerine (mafyaya) başvurmak; ya da ellerini göğe açıp adaleti Allah’tan beklemek durumunda.

İflas noktasına gelmiş bu parlamenter sistemin “vazgeçilmez unsurları” olduğu söylenen, 1982 Anayasası’nın ve diğer bütün kışla nizamnamelerinin onlara giydirdiği deli gömleğinin içinde, bir ya da birkaç liderin sultası altındaki siyasî partilere gelince. Bunların hepsini aynı kefeye koyup tümü için aynı ölçüde geçerli genellemelere gitmek elbette doğru olmaz. Ama, aşağıda daha ayrıntılı olarak inceleyeceğimiz, CHP ve DP geleneğinin mirasçıları olan partilerin (özellikle CHP, DSP, DYP ve ANAP’ın) durumları, öteki bütün partilere de yansıyor. Bunlarla halk arasındaki ilişki, zaten çoktandır, bir siyasî temsil ilişkisi olmaktan çıkıp bir rüşvet ilişkisi haline gelmiştir. Seçmene devlet arpalıklarında ne kadar iş, devlet katında ne kadar iş takibi, ihalelerden ne kadar pay, ne kadar avanta, ne kadar il olma vaadi, kısacası ne kadar özel çıkar - seçmenden de o kadar oy! Kendilerine ister “sağ” ister “sol” desinler, ister “merkez sağ” ister “merkez sol” kimlikler atfetsinler, bunların tümünün de halkın gözünde birbirlerinden bir farkının kalmamış olması; en köklü ve irilerinin bile %20’lerden fazla oyu kolay kolay hayal dahi edemeyişleri, “küskünler hareketi” gibi ne idüğü belirsiz bir hareketi doğurmaları, sonra da kendi yarattıkları bu canavar karşısındaki çaresizlikleri, bu çürümüşlüklerinin sonucudur. Bu düzenin siyasî partileri, halkı temsil etmek bir yana, kendi üyelerini bile temsil etmeyen, liderin ya da yönetici kliğin özel mülkü haline gelmiş, kendilerine bir takım sıfatlar yakıştıran, özel siyaset şirketleridir. Kenan Evren, 1980 öncesinin siyasî partilerini kapatma kararını açıklarken, “yeni rejimin” kapatılan bu eski partilerle değil, “yeni partilerle” inşâ edileceğini ilân etmişti. 12 Eylül’ün bu hedefine varamadığını kim iddia edebilir?

Rejimdeki naylonlaşmanın ve çürümenin yarattığı boşluğu Milli Güvenlik Kurulu ve ona bağlı mekanizmalar doldurdu. Bu koşullar altında, 18 Nisan 1999’da yapılması planlanan seçimler -20’den fazla siyasî partinin katılıyor olmasına rağmen- 1950’den bu yana yapılmış bütün seçimlerin, hem sunduğu seçenek yelpazesi en dar, hem de bu seçeneklerin gerçek sorunlarla ilişkisi en zayıf seçimleri olacak. Herkesin gayet iyi bildiği gibi, bu seçimler aslında iki “parti” arasında yapılacaktır: Bir yanda 28 Şubat 1997 askerî müdahalesi (ve onun sıraya dizdiği siyasî partiler), öte yanda ise o müdahalenin hedef aldığı Refah Partisi’nin bugünkü devamı sayılan Fazilet Partisi. Bir başka deyişle, 18 Nisan Seçimleri, aslında, “ya Devlet, ya Fazilet” seçimleridir. Hattâ bu bile değildir, çünkü eğer “Fazilet” seçeneği galip çıkacak olursa buna izin verilmeyeceği de epey açık biçimde ifade edildiğine göre, bu seçimler, daha çok, “ya Devlet, ya Devlet” seçimleridir. Sandıktan çıkacak oy dağılımı ne olursa olsun, bu seçimlerin galibinin “28 Şubat” olacağı şimdiden kesin gibi. 12 Eylül rejiminin ilk seçimleri olan 1983 seçimleri bile -sadece icazetli üç partinin katılmasına izin verilmiş olmasına rağmen- daha sahiciydi. 18 Nisan seçimleri, parlamenter rejimi, onun bütün kurumlarını daha da naylonlaştıracak, ordunun siyasete müdahalesini daha da arttıracak, seçime katılan siyasî partilerin tümünün büyük bir şehvetle oynadıkları bu parlamentoculuk oyununun iflasının resmi belgesi olacaktır.

Şimdi, bu iflasın nedenlerinin tartışılacağı, yeni arayışların başlayacağı bir döneme giriyoruz. Parlamenter rejimin iflasının faturası, üstü açık ya da örtük bir biçimde, 12 Eylül’e kesileceğe benziyor. Olabilir. Ama 12 Eylül’ün faturasını kime kesmeli? Faturanın ne kadarını kimlerin ödemesi gerektiği tartışması, özünde, Türkiye’nin belli başlı siyasî geleneklerinin yüzyıl boyunca kat ettikleri yolun ve bugün varmış oldukları noktanın tartışılması demektir. Biz burada, böyle bir tartışmada göz önünde bulundurulmasında yarar olabilecek bazı hatırlatmalar ve değerlendirmeler yapmak istiyoruz. Bir de, halkın bu siyasî gelenekler karşısında geliştirmiş olduğu çok çeşitli siyasî davranış biçimlerinden bazılarına kısaca değinmeyi deneyeceğiz.

Türkiye’de Siyasî Kutuplaşmalar ve Seçmen Davranışları başlıklı çalışmamızda,[1] 1950 sonrasının siyasî kutuplaşmalarını ve seçmenlerin bu kutuplaşmalar karşısındaki davranışlarını incelerken, siyasî gelenekleri, “CHP geleneği”, “DP geleneği” ve “RP geleneği” olarak ele almıştık. Seçim sonuçlarının ve bazı alan araştırmalarından elde edilmiş bulguların değerlendirilmesi temelinde yapılan o çalışmanın sınırları açısından, bu üçlü ayrım “mümkün olan” ayrımdı. Niceliksel verilerle sınırlı olmayan böyle bir yazıda ise, bu topraklar üzerinde yeşermiş siyasî gelenekleri, 1) İttihatçı-CHP geleneği, 2) liberal gelenek, 3) dinci muhafazakâr gelenek ve 4) sosyalist gelenek olarak biraz daha ayrıntılandırmayı deneyebiliriz.

İTTİHATÇI-CHP GELENEĞİ

Adını andığımız çalışmamızda, “kökleri ta Tanzimat’a kadar uzanan Batılılaşma hareketine, İttihat ve Terakki Fırkası’na, tek parti döneminin Kemalizm’ine, laisizmine ve devletçiliğine dayanan” diye tanımladığımız bu gelenek, en köklü ve bu kökleri itibariyle de siyaseten en güçlü gelenektir. Yüzyılın başlarında siyasî yaşama damgasını vuruyordu; şimdi, bu yüzyılı, herhangi belirli bir sivil siyasî partisi olmadığı halde, “zafer”le tamamlıyor.

“Batılılaşma”, “çağdaşlaşma”, “modernleşme”, bu geleneğin -bazen kısmen inandırıcı, bazen de tümüyle demagojik- değişmez siyasî programı oldu. Bu hedefler, her zaman, “kurtarıcı” bir misyonla birleştirilerek formüle edildi. Bu geleneğin bütün fraksiyonları için mesele hep, önce “devleti kurtarmak”, sonra da “kurtarılan bu devletin bekasını sağlamak” oldu. “Batılılaşma”yı, “çağdaşlaşma”yı, vb. halk için değil, devlet için istedi. O nedenle de, bu hedefleri topluma benimsetmekte, toplumu bu hedeflerin gerçek sahibi haline getirmekte ciddi problemlerle karşılaştı. Bu problemleri toplumun rızasını alacak demokratik mekanizmalarla çözmeyi denemek yerine, daha da hırçınlaştı. Çağdaşlaşmaya, bunun gerektirdiği kurum ve değerlere halkın kendisinin de -kendi temposuyla ve tarzıyla- ulaşmak isteyebileceğini hiç düşünemedi; halka hiçbir zaman güvenmedi, “çünkü esas olan toplumun o yere gitmesi değil, oraya gidilirken devletin toplum üzerindeki egemenliğinin korunması ve güçlenmesi”ydi.[2]

İttihatçı-CHP geleneğinin bütün bir tarihini bu açıdan ele almanın yeri burası olamaz. Ama bu tarih içinde, bu geleneği şekillendiren belli başlı durakları anımsamakta yarar olabilir.

19. yüzyılın sonlarında, gizli bir örgüt olarak kurulan ve özellikle subaylar, askerî öğrenciler ve devlet memurları içinde örgütlenen İttihat ve Terakki Cemiyeti, hedefini, mutlakiyet rejimine son vermek, parlamenter bir rejime geçmek, Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün halkları için özgürlük ve adalet getirmek olarak ilân ediyordu. Ama aslında bunlar amaç değil, araçtılar. Gerçek amaç, tıpkı Tanzimat ve I. Meşrutiyet’te olduğu gibi, İmparatorluğu bölünmekten ve dış müdahalelerden korumak, onu “kurtarmak”tı.[3]

İttihat ve Terakki hiçbir zaman bir halk hareketi haline gelmedi, ama epey geniş bir muhalefeti arkasına alarak II. Abdülhamit’i, 28 Temmuz 1908’de, II. Meşrutiyet’i ilân etmek zorunda bırakabilecek bir güce de ulaştı. Meşrutiyet’in ilânıyla coşkulu bir özgürlük havası esmeye başladı. Ama bu ortam sadece ve sadece 10 ay sürebildi. 13 Nisan 1909’da, 31 Mart olayı denen ayaklanma hareketini bastırmak üzere, İttihat ve Terakki’nin teşvikiyle, Selanik’ten İstanbul’a gelen Hareket Ordusu, yalnız isyanı bastırıp Abdülhamit’i tahttan indirmekle kalmadı. Bu vesileyle -ve hiç de yabancısı olmadığımız bir şekilde- derhal sıkıyönetim ilân edildi, askerî mahkemeler kuruldu, parlamento içindeki ve dışındaki muhalefet baskı altına alındı, gazete ve dergiler kapatıldı, gazeteciler “faili meçhul” cinayetlere kurban gitti. Bu askerî müdahalenin, “Vatanı ve meşrutiyeti korumak ve kollamak ve siyasal taraflar arasında hakem rolü oynamak” şeklinde özetlenebilecek gerekçesi de[4] kulağımıza hiç yabancı gelmiyor. “Böylece, modern çağda, Türkiye’de ordu müdahalesiyle iktidar değişmesi dönemi başlamış oldu.”[5]

Ama asıl darbe, dört yıl sonra yapıldı. Bu kısa süre içinde hem hükümetten hem de Meclisten silinme noktasına gelmiş İttihat ve Terakki, 23 Ocak 1913 günü, ünlü “Babıâli Baskını”yla yönetimi ele geçirdi, kendi “tek parti rejimi”ni kurdu, İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı’nın son bulduğu 1918’e kadar fiilen tek başına yönetti.

İttihat ve Terakki yönetimi altında geçen bu dönemde, anayasa ve genel hukuk alanında yapılan köklü reformla, “Türkiye’de ilk defa olarak gerçek anlamda parlamenter, meşruti (anayasal) bir monarşi kurulduğu görülmektedir”[6] - ama yalnızca kâğıt üzerinde! Fiiliyatta ise, İttihat ve Terakki, ülkeyi, 1918 Mütarekesi’ne kadar, sıkıyönetimle, askerî mahkemelerle, orduyu siyasallaştırarak kurduğu yarı-askerî rejimle, her türlü muhalefeti susturarak yönetti. Dolayısıyla, yapılan reformlar gerçek bir parlamenter rejimin yerleşmesi, halkın ve temsilcilerinin siyasî yaşama katılması anlamına gelmedi. En sonuncusu 28 Şubat 1997’deki olmak üzere yakın geçmişimizdeki bütün askerî müdahaleler parlamentoyu ve hükümetleri nasıl naylonlaştırdıysa, İttihat ve Terakki de o günkü meclisi ve hükümetleri öyle naylonlaştırdı.

Mondoros Mütarekesi’nden (4 Ekim 1918) Birinci Meclis’in dağılıp seçimlerin yenilenmesine (Haziran 1923) kadar geçen yaklaşık beş yıllık zaman dilimi, bu toprakların son yüzyıllık tarihinde, gerçek içeriği resmî tarih tarafından unutturulup çarpıtılmaya çalışılan dev bir parantezdir.

Bu zaman aralığı, aynı zamanda, İttihatçı-CHP geleneği için de önemli bir parantezdir. Tarihimiz açısından çok büyük önem taşıyan bu parantezin üzerinde durmak ve ondan bugün için dersler çıkarmak ayrı bir yazının konusu olabilir. Burada şu kadarına değinelim: Bu dönem, dünya tarihinde eşine pek az rastlanan, yerel kongre iktidarları deneyiminden süzülerek kurulmuş, kuvvetler birliği ve meclis hükümeti modeline dayalı, parlamenter olmayan, dönüp üzerinde bir daha hiç düşünmediğimiz, çoğulcu, temsil ve yaptırım gücü çok yüksek, orduyu kendi denetimi altına alabilmiş bir demokrasi deneyimidir.[7] Bu dönem ele alınırken üzerinde özel olarak durulması gereken bir belge de Birinci Meclis’in hazırlayıp kabul ettiği 1921 Anayasası’dır. “Parlamentarizm dışında demokrasi olmaz” yanılgısından kurtulmayalım diye onu hatırlamamamız için elden gelen her şeyin yapıldığı bu Anayasa, ne kadar eksik ve yetersiz bir metin olursa olsun, uygulamada özünden ne kadar saptırılmış olursa olsun, Türkiye’de bugüne kadar üretilmiş en demokratik, tek sivil Anayasadır.[8]

İttihatçı-CHP geleneğinin, parlamenter olmayan bu demokratik rejim deneyimine son verip tekrar kendi tek parti rejimini kurma doğrultusunda attığı en önemli ilk adımının, 1923 ilkyazında Birinci Meclis’in feshedilip seçimlerin yenilenmesi kararının alınmasının hemen ardından, Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nu değiştirmesi olduğu söylenebilir. Yasada yapılan bu değişiklikle, Meclis’teki İkinci Grup’un ve dinci muhafazakârların seçime katılmaları fiilen imkânsız hale getirildi. Amaç, yeni seçilecek meclisi dikensiz gül bahçesi yapmaktı.

Ama yeni Meclis yine de “evet efendimci” bir Meclis olmadı. Birinci Meclis’teki İkinci Grup’a karşı Mustafa Kemal’le birlikte hareket ederek onun güvenini kazanmış bir grup milletvekili, Halk Fırkası’nın Jakoben politikalarına karşı liberal denebilecek bir programla, 17 Kasım 1924’te, Halk Fırkası’ndan istifa ederek Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı (TpCF) kurdular. Birinci Meclis’in İkinci Grup’unun birçok önde gelen üyesi de bu partiye katıldı. Plan tutmamıştı. Halk Fırkası, her türlü muhalefetten kurtulup tek parti rejimini kurma hedefine ulaşmak için iki olaydan yararlandı.

Bunlardan birincisi, Şubat 1925’teki Şeyh Sait ayaklanmasıdır. Bu bahaneyle, 4 Mart 1925’te Takrir-i Sükûn kanunu çıkartılarak, ilkin meclis dışı muhalefet susturuldu. Hükümete neredeyse sınırsız yetkiler verilerek Meclis etkisizleştirildi; Halk Partisi’ne muhalif sağlı sollu bütün yayınlar kapatıldı, gazeteci ve aydınlar İstiklal Mahkemeleri’ne çıkartıldı. Ardından ikinci adım atılıp, yine bu yasaya dayanılarak, 3 Haziran 1925’te, TpCF de kapatıldı. Ama aralarında kurtuluş savaşının kahramanlarının da yer aldığı üyeleri hâlâ milletvekiliydi.

15 Haziran 1926 günü, İzmir’e gelişinde Atatürk’e karşı gerçekleştirilmesi planlanan suikast girişimi, ta 1945’e kadar sürecek tek parti rejimini kesin olarak kurma fırsatını yarattı. Derhal harekete geçen İstiklal Mahkemesi’nde yalnızca suikastı planlayanlar yargılanmadı, üç siyasî gruptan geçmişin hesabı soruldu. Bunlar, TpCF üyeleri, eski İkinci Grup’un önde gelenleri ve İttihatçıların Mustafa Kemal’e biat etmemiş liderleriydi. İttihatçı liderler ağır şekilde cezalandırılarak tasfiye edildiler. TpCF ve İkinci Grup mensupları (Cebesoy hariç), Atatürk’ün sağlığında bir daha siyasî yaşama dönemeyerek siyaseten temizlenmiş oldular.

“Kemalist devrimler” denen köklü dönüşümlere de, ilki 1925’teki Şapka Kanunu olmak üzere, işte bu ortamda başlandı.

Tek parti rejimindeki olaylar üzerinde ayrıntılı olarak durmaya gerek yok. Konumuz açısından önemli olan, bu dönem boyunca, özellikle 1930’lu yıllarda, CHP’nin “devlet partisi” haline getirilmesi, yani İttihatçı-CHP geleneğinin “devletleştirilmesi”dir. Bunun en çarpıcı göstergesi, 1937 yılında yapılan bir Anayasa değişikliğiyle CHP’nin altı ilkesinin Anayasa’ya sokulmasıdır. Bu “devletleştirme”nin kaçınılmaz sonuçlarından birisi de, Birinci Meclis’in kendi denetimi altına alarak yurt savunmasıyla görevlendirdiği ordunun, yurt savunması yanında, mevcut rejimi “kollamak ve korumak”la görevlendirilip bu siyasî geleneğin savunucu haline getirilmesidir - diğer devlet organlarıyla birlikte, ama daha da açık ve doğrudan bir biçimde, siyasî bir misyonla donatılmasıdır.

İkinci Dünya Savaşı’nın sonuyla birlikte, 1945 yılında, hem bütün dünyada esen demokrasi rüzgârlarına uyum göstermekten kaçınılamayacağı, hem de tek parti rejimine karşı halkta birikmiş tepkileri dikkate almak gerektiği için, önce Demokrat Parti’nin (DP) kurulmasına izin verilerek çok partili yaşama geçildi, ardından da 1950’de yapılan tek dereceli seçimlerin sonucuna katlanıldı.

Bundan sonrası artık yakın tarihtir. Bu tarihin ayrıntılarına girmeden işaret edilmesi gereken temel nokta, 1950 sonrasından, ama özellikle 1960 sonrasından günümüze kadar uzanan dönem içinde, bir siyasî parti olarak CHP ile bir siyasî gelenek olarak “İttihatçı-CHP geleneği” dediğimiz şey arasındaki özdeşliğin adım adım bozulmasıdır. Bu bozulmanın günümüzdeki en çarpıcı kanıtlarından biri, Süleyman Demirel’in durumudur. Siyasî kariyerini, DP geleneğinin mirasına sahip çıkarak İttihatçı-CHP geleneğine karşı mücadelesiyle yapmış olan Demirel, artık Cumhurbaşkanı ve MGK’nın Başkanı olarak, bugünün CHP’siyle hiçbir biçimde kıyaslanamayacak derecede, bu geleneğin savunucusu, koruyucusu ve sözcüsü durumundadır.

İttihatçı-CHP geleneği ile CHP arasındaki özdeşliğin bozulması, CHP’nin, 1960 yılların ikinci yarısında, “Ortanın Solu” sloganıyla ortaya çıkıp bölünmeyi göze almasıyla başladı. Ama asıl büyük kırılma, bunun da bir devamı olarak, Bülent Ecevit’in 1971 askerî müdahalesine açık tavır alması, İsmet İnönü’yü Genel Başkanlık’tan düşürmesi ve 1970’li yılların “Karaoğlan efsanesi” haline gelmesidir. Kendisini Bülent Ecevit’in şahsında dışa vuran bu halkçı (popülist) sol hareket, İttihatçı-CHP geleneğinden ciddi bir kopuştu. Ne yazık ki, uzun ömürlü olmadı. 12 Eylül 1980 darbesi, bu halkçı sol hareketin CHP içinde yeterince kökleşmemiş olduğunu gösterdi. “Askerî güce karşı koyabilecek karizmayı ve meşruiyeti elde etmesine ramak kalan” Ecevit”,[9] 12 Eylül’e karşı -kendi tarzında- bir süre direndikten sonra, bu konumunu hızla terk etti. Bugün liderliğini yapmakta olduğu DSP, diğer düzen partilerinden bir farkı kalmamış, SHP (CHP)’den kopan oyların DYP’ye, ANAP’a ve MHP ile RP’ye kaymasında “köprü işlevi” gören,[10] kimliksiz bir parti haline gelmiştir. Lideri Bülent Ecevit de kendisini, siyasî kariyerini ona karşı çıkışıyla yaptığı halde, İttihatçı-CHP geleneğinin sivil dayanak noktalarından birisi haline getirmiştir - tıpkı Süleyman Demirel gibi.

SHP (CHP) ise, 12 Eylül sonrasında, özellikle 1987 seçimlerindeki başarıdan sonra, hızla çürümeye başlamış, 1970’li yıllarda kısmen edinmeye başladığı halkçı sol kimliği tümüyle terk edince, geriye kalan İttihatçı-CHP kimliğini ne idüğü belirsiz bir “sosyal demokrat” kimlikle süsleme çabası içinde, büyük ölçüde eriyip gitmiştir.

Ama İttihatçı-CHP geleneğinin kendisi, 1960, 1971, 1980 ve 1997 askerî müdahaleleriyle devletin bütün kademelerine, hiçbir siyasî partiye ihtiyacı kalmayacak kadar sağlam bir biçimde yerleşti. Bu siyasî gelenek o kadar devletleşmiştir ki, bugün artık ona basitçe “Devlet” deyip geçiyoruz. Aklımıza onun ne İttihatçılığı ne de tarihî CHP’liliği geliyor; en uzak geçmişi olarak, olsa olsa 1971 darbesini anıyoruz, daha çok da 12 Eylül’e takılıp kalıyoruz.

İttihatçı-CHP geleneği, 1970’li yıllardan 1990’ların başına kadar, tüm “ilerici”, “ilerlemeci”, “çağdaşlaşmacı” söylemini bir kenara bırakarak “muhafazakârlaştı”, “çağdaşlaşmanın öncülüğü misyonunu sürdürecek soluğu kaybetti.”[11] Ama 1990’larla birlikte, RP’nin hızlı bir yükselişe geçmesiyle, durumun tekrar değişmekte olduğunu, “çağdaşlaşmanın öncülüğü misyonu”na 1930’lar Türkiye’sini anımsatacak biçimde tekrar sarılabildiğini görüyoruz. Siyasî partilerdeki çürüme ve parlamenter rejimin iflası ona bu imkânı veriyor, itibar sağlıyor.

LİBERAL VE MUHAFAZAKÂR GELENEKLER

Türkiye’de, bir bakıma liberal denebilecek siyasî akımlar ile, toplumsal kurumların meşrûiyet zeminini dine dayandırmayı amaçlayan siyasî hareket olarak muhafazakârlık, Mütareke dönemi Anadolu’sunda ve Cumhuriyet sonrasında, birbirleriyle hemen hiçbir ciddi siyasî çatışmaya girmedikleri gibi, çoğunlukla da siyaset sahnesine liberal-muhafazakâr ittifakı olarak çıkmışlardır. Türkiye’deki siyasî kutuplaşmaları ve seçmen davranışlarını incelediğimiz çalışmamızda, biz bu liberal-muhafazakâr ittifakı, “DP geleneği” olarak adlandırmış ve onu, “o günkü [1950’deki] CHP’nin temsil ettiği ne varsa bunların şu ya da bu yönüne şu ya da bu oranda karşı çıkan, şeriatçılardan liberallere kadar uzanan çok geniş muhalefet yelpazesi” diye tanımlamıştık.[12]

Bu siyasal ittifakın bir kanadı için kullandığımız Batı merkezli “liberal” sıfatının gerçek yaşamda tam karşılığının olmadığını akıldan çıkarmamak gerekir - tıpkı “merkez sağ”, “merkez sol” gibi kavramların da yerli yerine oturmaması gibi. Bunun nedeni, Türkiye’nin ekonomik, toplumsal ve siyasal olarak Avrupa’dakinden çok farklı bir süreç yaşamış olmasıdır. Batı’da, mutlakiyetin ekonomik, toplumsal, dinsel, vb. süreçlere müdahale etmesine karşı çıkan, ekonomik planda “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” anlayışını savunan, siyasal planda ise, kamu otoritesinin birey yaşamına karışmamasını, toplumsal yaşamın biçimlenmesinde belirleyici olmamasını savunan liberalizm, bunlar esas olarak sağlanıncaya kadar ilerici, devrimci bir rol oynamış, ancak ondan sonra, bunların korunması noktasında, muhafazakârlaşmıştır. Türkiye’de ise, hem sınıfsal dayanağı çok zayıf olduğundan, hem de İttihatçı-CHP geleneğinin toplumsal farklılaşmayı tanımayan bütünlükçü anlayışının baskısı altında kendisini ifade etme olanağını da bulamadığından, daha baştan muhafazakârlaşmıştır. Türkiye’deki liberal hareket ve partilerin kendilerinden beklenen ilerici, demokrat rolü hemen hiçbir zaman oynamamış olmalarının temel nedeni budur.

1908 öncesinde, Jakoben İttihatçılar ve yerinden yönetimi ve bireyin girişim özgürlüğünü savunan liberaller, II. Abdülhamit’in İslâmcı mutlakiyetçiliği ve muhafazakârlığına karşı, aynı Batıcı muhalefet cephesi içinde yer alıyorlardı. 1908’den hemen sonra ise, liberaller, İttihat ve Terakki iktidarına karşı muhafazakârlarla birleştiler. Birinci Dünya Savaşı arifesindeki bu liberal-muhafazakâr ittifakın temelinde, İttihat ve Terakki’nin Osmanlı devlet geleneklerine sahip çıkıp, devlet güdümünde bir toplum kurma arzusu ve orduya dayanarak devleti yönetme eğilimi yatıyordu.[13]

Kurtuluş Savaşı yıllarında, Birinci Meclis’te, Mustafa Kemal’in Birinci Grubu kurmasından sonra kurulan İkinci Grubu, daha çok liberal görüşleri savunanların oluşturduğu, ya da bu grubu en azından onların yönlendirdiği; muhafazakâr kanadın ise, daha çok, bu iki grup dışında kalanlardan oluştuğu anlaşılıyor.[14] Hem Birinci Meclis’te, hem de İkinci Meclis’te (TpCF kapatılıp her türlü muhalefet susturulana dek) liberallerin üzerinde odaklaştıkları ana tema, tek parti yönetimine doğru gidişe muhalefettir. Buna eklemlenen ikinci tema ise, parlamenter bir rejim kurulmasına ilişkin bazı istemlerdir.

Ahmet İnsel, Cumhuriyet Türkiye’sindeki liberal geleneğin muhafazakâr gelenek ile ittifak kurmasını ve sahip olduğu muhafazakâr söylemi, Batıcı, radikal-devletçi CHP geleneği ile, geleneği din olarak korumaya çalışan muhafazakârlık arasına sıkışıp kalmasıyla açıklıyor.[15] Buna göre, liberallerin bu açmazının temelinde, iktidardaki İttihatçı-CHP geleneğinin, Batılılaşma ve çağdaşlaşma hedefini toplumdaki farklılıkları yok sayan, toplumu tek ve kaynaşmış bir kitle olarak tanımlayan ulusçulukla özdeşleştirmesi vardı. Öyle ki, liberal düşüncenin üzerinde yeşerebileceği toplumsal farklılıklara atıfta bulunması bile “devlete başkaldırı” olarak yorumlanıyor, liberallerin varoluşları için gerekli sacayakları gayrimeşrû hale geliyordu. Öte yandan, liberalizmin normal olarak savunuculuğunu yapması gereken Batı toplumuna özgü değerlerin bir bölümü, topluma devlet zoruyla benimsetilmeye çalışılan değerler haline getirilince, liberallerin bu zorlamaya karşı çıkışları, Batılılaşmaya, çağdaşlaşmaya karşı çıkış olarak algılanıyordu. Böylece, devlet tarafından zorla dayatılan Batılılaşma ve çağdaşlaşma çizgisi karşısında, liberaller ile “gavur devlet”e karşı kendi benliğini savunmaya çalışan dinci muhafazakârlık aynı çizgide buluştular. Bir başka deyişle, siyasal düzlem, çoğulluğa asla izin vermeyen, birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılmış iki düşman kamp olarak biçimlendirildi. Böylece, İttihatçı-CHP geleneğin kendisini “ilerici-devrimci” ilân ederken, kendisine muhalefet eden liberallere de “dinci-gericilik” yaftasını yapıştırması mümkün hale geldi. Liberalleri muhafazakârlarla ittifaka zorlayan İttihatçı-CHP geleneğin bizzat kendisidir.[16]

Türkiye’deki liberal geleneğin bir başka temel özelliği, ekonomik liberalizmi savunurken siyasal liberalizmin klasik değerlerine (düşünce ve örgütlenme özgürlüklerine, temel insan haklarına, gerçek bir çoğulculuğa) karşı çıkışıdır. Siyasî liberalizm adına savunabildiği tek şey, halkın, dört-beş yılda bir yapılacak ve yelpazesi ancak kendilerini ve muhafazakârları kapsayacak kadar geniş tutulacak seçimlerde temsilcilerini seçip bir daha ağzını açmayacağı bir “parlamenter rejim”den ibaret kalmıştır. Bülent Tanör’ün deyişiyle bu, çoğulculuğu dışlayan çoğunlukçu bir demokrasi anlayışıdır.[17] Buna göre, Meclis’teki salt çoğunluk “millet egemenliği”nin tek temsilcisidir, her şeyi yapabilir! Başka bir sıfat bulamadığımız için “liberal” dediğimiz bu geleneğin siyasal plandaki bu muhafazakârlığı, iki nedene dayandırılabilir. Birincisi, dinci muhafazakârlıkla iç içe oluşuna. İkincisi ise, İttiihatçı-CHP kökenine. Bu köken, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki 19. yüzyıl Batılılaşma hareketine kadar uzanmaktadır, ki bu hareketin toplumsal temeli, İttihat ve Terakki’nin de toplumsal temeli olan, Osmanlı devletinin Batıcı asker-sivil kapıkullarıdır. Daha yakın kökleri ise, 1920’lerin Birinci Meclis’indeki İkinci Grup, İkinci Meclis’in TpCF’si ve 1940’lı yılların tek parti rejiminin CHP’sidir. 1950’de iktidara gelen DP’yi, esas olarak, bu köklerden gelen kadrolar oluşturuyordu.[18]

Dinci muhafazakâr gelenek ise, siyasal bir akım olarak, ne Kurtuluş Savaşı sırasında ne sonrasında, ta 1970’e kadar, bağımsız bir siyasî parti kuramadı. Onun yerine, liberal geleneğin kurduğu partilerin içine girip, radikal devletçi politikaların muhafazakârlaştırdığı halk kesimlerinde biriken hoşnutsuzluğun ve öfkenin bu partilere kanalize olmasında rol aldı. Tek parti rejiminin kurulması sürecinde ve sonrasında, devletin ağır baskısıyla karşılayan siyasal İslâmcı akımlar, üzerlerindeki baskı arttıkça içlerine kapanıp kabuklarına çekilmişler ve gittikçe daha da muhafazakârlaşmışlardır. Üstelik, İttihatçı-CHP geleneğinin özel laisizm anlayışı doğrultusunda din de devletleştirilince, bu hareketler içinde, yenilikçi akımların üzerinde yeşerebilecekleri herhangi bir zemin de kalmamıştır. “Resmi dine karşı direnen din, kendine yeniyi referans olarak alamaz. Çünkü baskıyı kuran devletin söylemi ‘yeni’yi tekeline almıştır.”[19]

1950 seçimlerinde, halkın tek parti rejimine karşı birikmiş tepkisini siyasal bir hareket haline getirmeyi başaran liberal-muhafazakâr ittifak, on yıllık iktidarı sırasında, seçmenden aldığı oy oranının çok üstünde olan Meclis’teki ezici sandalye çoğunluğunu diktatörlüğe dönüştürme eğilimi gösterince, bu gerekçeyle, muhalefetteki CHP’nin de teşvikiyle, ordu içindeki bir cunta tarafından 27 Mayıs 1960 darbesiyle düşürüldü. 1960-70 döneminde, liberal-muhafazakâr ittifak, DP’nin mirasçısı olmayı başaran Adalet Partisi’nin (AP) öncülüğünde, yine iktidardaydı. 12 Mart 1971’de, bu kez “yurdu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokarak Atatürk’ün hedef gösterdiği uygarlık seviyesine ulaşma ümidini kırdığı” gerekçesiyle, yine askerî bir darbeyle düşürüldü. 1970-80 arasında, AP’nin, dinci muhafazakâr Milli Selamet Partisi’nin (MSP) ve Türkeş’in Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) kurdukları “Milliyetçi Cephe” hükümetleri yükseliş gösteren sol hareket karşısında iyice saldırganlaşıp gericileşti. Süleyman Demirel’in liderliğindeki bu cephe hükümeti, 12 Eylül 1980’de, bu kez, “ülkenin bütünlüğünün, devletin otoritesinin yeniden sağlanması, demokratik düzenin işlemesine engel olan nedenlerin ortadan kaldırılması” gerekçesiyle, yine askerî bir darbeyle düşürüldü.

Liberal-muhafazakâr ittifak açısından 1980-1990 döneminin özelliği, 1980 öncesi AP’sinin, ANAP ve DYP olarak, aşağı yukarı birbirlerine eşit iki parçaya bölünmesidir. 1990’lı yılların özelliği ise, 1970’ten beri ayrı bir parti olsa bile, ait olduğu DP geleneğinin bağımlı bir alt bileşeni olarak hareket eden dinci muhafazakâr partinin (RP’nin), 1980’li yıllarda ilkin doğrudan 12 Eylül rejiminden, ardından da ANAP hükümetlerinden gördüğü destekten sağlamış olduğu güçle, içinde bulunduğu ittifakı bozarak siyaset sahnesine bağımsız bir güç olarak çıkmasıdır. RP’nin bu çıkışı, ANAP ve DYP’nin zaten zayıflamış temsil gücünü daha da zayıflattı. 1995 seçimlerinden birinci parti olarak çıkan RP’nin DYP’nin desteğiyle hükümeti de ele geçirmesi, bu yetmiyormuş gibi bir de kendisinin gerçekten iktidar olduğunu sanması, 28 Şubat 1997 askerî müdahalesine fazlasıyla gerekçe yarattı.

Liberal gelenek, 20. yüzyılı, devleti neredeyse tek parti dönemini anımsatacak biçimde denetimi altına almış İttihatçı-CHP geleneğinin kuyruğuna takılmış, çürümüş, siyasal kimliğini yitirmiş olarak tamamlıyor. İttifakın dinci muhafazakâr kanadı ise, koruyucu kalkanı liberalleri yitirince savunmasız kaldı. Bir yandan sahip olduğu konumlar elinden çıktıkça oy kaybına uğruyor, öbür yandan da parçalanma sinyalleri veriyor.

SOSYALİST GELENEK

Türkiye’deki sosyalist hareket, II. Meşrutiyet’ten hemen sonra kurulan Osmanlı Sosyalist Fırkası’ndan, 10 Eylül 1920’de kurulan Türkiye Komünist Partisi’nden (TKP), 1960’lı yılların Türkiye İşçi Partisi’nden (TİP), 1970’li yıllarda kurulmuş bir dizi yeni partiye ve kökleri 1968 hareketine dayanan, parti olarak kurulmamış olsalar bile birçok partiden çok daha büyük bir kitlesel güce ulaşabilmiş sosyalist hareketlere kadar büyük bir çeşitlilik gösterir. Biz burada, bu ayrıntılara girmeden, sosyalist hareketin gelenekselleşmiş ana akımlarının şu ya da bu oranda paylaştıklarını düşündüğümüz yönlerine değinmeye çalışacağız.

Türkiye sosyalist hareketinin, biri dinci muhafazakârları, ötekisi de liberalleri anımsatan iki özelliği var. Dinci muhafazakâr hareketler, devletten gördükleri şiddetli baskı altında nasıl kendi içlerine kapanıp daha da bağnazlaştılarsa, aynı baskılar sosyalist hareketin de kendi içine kapanıp sekterleşmesine, kendisini yenileyememesine neden olmuştur. Liberal gelenekle olan benzerliği ise, akrabaca bir benzerliktir. Liberal hareketin gelişip serpilmesini engelleyen sınıfsal dayanaktan yoksunluk sosyalist hareket için de söz konusudur. Burjuvazisi olmayan bir ülkenin işçi sınıfı da olamazdı.

Kurtuluş savaşını, daha TKP kurulmazdan önce bile var gücüyle destekleyen komünist hareket, İttihatçı-CHP geleneğinin tek parti rejimini kurmaya yönelmesiyle birlikte, “Kemalizm’e karşı tutum sorunu” diye formüle edilen, içinden bugün de çıkamadığı bir açmaza düştü. Sürekli baskı altında oluşu ve sınıfsal temellerinin zayıflığı bu açmazı daha da derinleştirdi. Bundan kurtulamayışı iki nedene bağlanabilir.

Birinci neden, Komünist Enternasyonal’e üye oluşun getirdiği sorunlardı. Dünyadaki ilk sosyalist devlet olan SSCB’nin çıkarlarının savunulması bütün dünya komünist hareketinin temel sorumluluğu olarak formüle ediliyordu. SSCB’nin çıkarları ise, SSCB’ye düşmanca davranmadıkça Türkiye ile, iç rejimi ne olursa olsun, iyi geçinmeyi gerektiriyordu. Bu durumda, TKP’ye düşen de, “Kemalist rejimi” desteklemekti.

İkincisi, Komünist Enternasyonal’in “Marksizm-Leninizm” olarak adlandırdığı düşüncenin çoğulluğu kabul etmeyen, önce “burjuva”, sonra “proleter” aşamalardan oluşan aşamalı “demokrasi” ya da “devrim” anlayışının yarattığı teorik sorunlardı. Devrim sürecini böyle aşamalandıran bu anlayış, siyasî devrimin kendisini de, tıpkı evreni oluşturmuş Büyük Patlama gibi, tek ve ani bir patlama olarak; sosyalizmin kuruluşunu da birkaç on yıla sığdırılabilecek, zora dayalı köklü dönüşümler olarak tasarladığı için, zaten özü itibariyle jakoben bir anlayıştı. “Program her şey, tarz hiçbir şey” biçiminde de özetlenebilecek bu bakış açısı, İttihatçı-CHP geleneğinin, bütün muhaliflerini yok ederek kurduğu tek parti rejiminin derin anti-demokratizminden, kendisini hedef alması dışında, rahatsız olmamıştır. Türkiye’deki devriminin burjuva aşamasının görevlerini İttihatçı-CHP geleneği yerine getirmektedir, bu durumda komünistlerin görevi de, onu liberal-muhafazakâr ittifaka karşı destekleyip daha da cesaretlendirmektir. TKP, kendisini de ezen İttihatçı-CHP geleneği bu anlayışla destekleyen bir politika izleyerek onun gölgesinde kaldı.

12 Eylül’le yediği ağır darbenin etkilerinden hâlâ kurtulamamış olan sosyalist gelenek, kendisini bir türlü köklü bir biçimde yenileyemediği için, 21. yüzyıla bu açmazın yaratmış olduğu sorunlarla birlikte giriyor. “Kemalizm’e karşı tutum” gündeminin hâlâ baş sıralarında yer alıyor; 28 Şubat süreciyle dinci muhafazakârlığın her ikisine de karşı çıkıldığı durumda bile, “Peki, öyleyse ne?” sorusu yanıtlanamıyor.

HALKIN SİYASÎ GELENEKLER KARŞISINDAKİ TAVRI

Türkiye’nin siyasî geleneklerini incelemek kadar önemli bir başka konu da, Türkiye halkının bu siyasî gelenekler karşısında, zaman içinde geliştirdiği geleneksel davranış biçimleridir. Bu konuyu inceleyebilmenin bir yolu, uzun bir zaman dilimi boyunca, örneğin 1950-1995 arasında seçmenlerin mevcut siyasî geleneklere oy verme örüntülerine bakmaktır. Bu yapıldığında, gelenekselleşmiş diyebileceğimiz bazı davranış biçimlerinden söz etmek mümkün oluyor. Burada, bu davranış biçimlerinden en tipik olanı üzerinde biraz durmak istiyorum.

Seçmenlerin, 1950-1995 yılları boyunca kullandıkları oylar, “CHP geleneğine verilen oylar”, “DP geleneğine verilen oylar” ve “Seçmeyenler” (yani sandık başına gitmeyen, geçersiz oy kullanan, ya da bağımsız adaylara oy verenler) biçiminde üç grup altında toplanarak incelendiğinde,[20] seçmenin İttihatçı-CHP geleneğinin bir parçası olarak gördüğü siyasî partilerin 45 yıl boyunca aldıkları oylar, %28 gibi bir ortalamada “donmuş” gibidir. Liberal-muhafazakâr ittifaka verilen oyların ortalaması da %50’dir, ama İttihatçı-CHP geleneğinin oylarından farklı olarak, bu ittifakın oylarında herhangi bir “donma” durumu yoktur. İki blok arasındaki oy kaymalarıyla birlikte ele alındığında, bu durumdan şu sonuç çıkıyor: Herhangi bir seçimde, CHP geleneğine ya da DP geleneğine ait partilerden hiçbirisine oy vermeyenler, aslında DP geleneğine ait partilerin, yani liberal-muhafazakâr ittifakın seçmenidirler. Bunlar kendi partilerine küstüklerinde, CHP geleneğinin partilerine yönelmeyip, sandıktan uzak durmayı, tekrar sandık başına döndüklerinde yine liberal-muhafazakâr ittifakın partilerinden birine oy vermeyi geleneksel bir davranış biçimi haline getirmişlerdir.

Seçmenlerin ortalama %70’e yaklaşan bir bölümünün, 45 yıldır liberal-muhafazakâr ittifaka yakın duruyor olmasına bakarak, bundan toplumun kural olarak “muhafazakâr” olduğu sonucu çıkartılabilir mi? İttihatçı-CHP geleneğin, kendisini devlet zoruyla, yaka paça “Batılılaştırma”ya çalışmasına bir tepki olarak, halkın içine kapanıp, siyasî tercihleri bakımından muhafazakârlaştığı söylenebilir mi? Halkın ezici çoğunluğunun, İttihatçı-CHP geleneğinin tek parti iktidarını hiç unutmadığı, o geleneğin sürdürücüsü, ya da parçası olduğunu düşündüğü partilere gönül rızasıyla oy verip onları iktidar yapmamaya “yemin” ettiği söylenebilir. Ama bu saptamadan yola çıkarak, halkın ezici çoğunluğunun siyasal bir muhafazakârlığı gelenekleştirmiş olduğu gibi mekanik bir sonucuna varmak da doğru görünmüyor.

Birincisi, böyle bir mekanik sonucun, İttihatçı-CHP geleneğine ısrarla oy veren ortalama % 28’lik kitleyi radikal-devletçi geleneğin destekleyicisi gibi gösteren bir tınısı var ki, bu doğru değil.

İkincisi, 1950 seçimlerinde DP’yi iktidar yapan o büyük patlamanın ilerici, devrimci özünü gözden kaçırıp, halkın belleğinde derin izler bırakmış o hareketi liberal-muhafazakâr ittifakın malı gibi görmek de doğru değil.

Ama kanımca en önemlisi, halkın, 1970’lerin CHP’sini İttihatçı-CHP çizgisinden koparmaya yönelen “Karaoğlan” hareketinin bu özünü görüp, böyle bir kopuşu desteklemeye yatkın olduğunu ortaya koymuş olmasıdır. CHP, bu çıkışıyla, ilk kez, esas olarak liberal-muhafazakâr ittifakın seçmenleri olan “seçmeyenler” bloğundan kendisine hiç de küçümsenmeyecek bir oy kaydırabildi. Bu hareketin süreceği yolunda verdiği umutla, SHP, 12 Eylül sonrasının ilk “ciddi” seçimleri olan 1987 seçimlerinde, bu bloktan bir kez daha oy alabildi. 1950’den sonraki 45 yıl boyunca yalnızca iki kez gerçekleşen bu olgunun önemli olduğunu, nedenleri üzerinde durulması gerektiğini düşünüyorum.

Ama halkın, İttihatçı-CHP geleneğinin bir parçası olarak gördüğü sola oy vermekte çok ihtiyatlı olduğu anlaşılıyor. Özellikle, kendisini devletle doğrudan karşı karşıya getirecek radikal-sol söylemlere -bunlara sempatiyle baktığı durumlarda bile- oy vermekte çok ihtiyatlıdır. Çünkü, Anadolu halkının belleğinde, geleneksel devlet gücüne karşı kazanılmış kalıcı bir zafer yoktur.[21] 1240 yılındaki Babaî ayaklanmalarından bu yana, devlete karşı her çıkışın bedeli çok ağır olmuştur. Bu deneyimin onu, “devletle başa çıkılmaz” gibi bir sonuca götürmüş olduğu anlaşılıyor. Kendi verdiği oyların sonuçlarını iptal eden ardı arkası gelmez askerî müdahaleler de bu yargıyı sürekli beslemiştir. “Türkiye toplumu, bugüne kadar, kendisinin ergin bir özne olarak aklı selimiyle kurduğu bir toplumsal düzen içinde yaşadığını tahayyül edememiştir.”[22] Devletin zorbalığına karşı açık direniş göstermeme, sorunun üstüne doğrudan gitmeme, direnişini susup önüne bakma ve mümkün olduğunca bildiği gibi yapıp çalının etrafından dolanma biçiminde gösterme, hukuksal meşrûiyete önem verme reflekslerinin açıklaması bu olabilir.

Sol ya da sosyalizm, bu halkın karşısına, İttihatçı-CHP gelenekten tümüyle koptuğunu inandırıcı bir biçimde ortaya koyan, mevcut siyasî geleneklerin hiçbirisinin gölgesinde kalmayan, halkın kendi kaderine kendisinin hâkim olmasını ulaşılabilir bir hedef olarak formüle edebilen, onun rızasına dayalı, çoğulcu, hep iflasın eşiğindeki bu ikinci sınıf parlamentoculuğun içine sıkışıp kalmayan, demokratik bir cumhuriyet projesiyle hiç çıkmadı. Böyle bir projeye halkın nasıl yanıt vereceğini, denenmedikçe bilemeyeceğiz.

(*) Elektronik posta adresi: [email protected]

[1] Ahmet Kardam ve Sezgin Tüzün, Türkiye’de Siyasî Kutuplaşmalar ve Seçmen Davranışları, Veri Araştırma, Ankara 1988.

[2] Ahmet İnsel, Türkiye Toplumunun Bunalımı, Birikim Yayınları, İstanbul 1990, s. 13.

[3] Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri (1789-1980), Afa Yayınları, İstanbul 1996, s. 130.

[4] Aynı yerde, s. 147.

[5] Necat Erder, “Sunuş”, A. Kardam ve S. Tüzün, a.g.e. içinde, s. 12.

[6] Bülent Tanör, a.g.e., s. 151.

[7] Birinci Dünya Savaşı sonrasının 1925-27’ye kadarki tarihini, aradaki kongre iktidarları dönemini yok sayarak Mustafa Kemal’in 1919’da Samsun’a çıkıp “çaresiz, ne yapacağını bilmez, umutsuz bir halkı örgütlemesiyle” başlatan resmî yavanlıklardan bıkıp, o dönemin gerçek tarihi hakkında fikir edinmek isteyenler, örneğin şu çalışmalara bakabilirler: Bülent Tanör, Türkiye’de Kongre İktidarları (1918-1920), YKY, İstanbul 1998; Ahmet Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet. İkinci Grup, İletişim Yayınları, İstanbul 1995; Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması (1923-1931), Yurt Yayınları, Ankara 1981; Erik Jan Zürcher, Milli Mücadelede İttihatçılık, Bağlam Yayıncılık, İstanbul 1995; Erik Jan Zürcher, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Bağlam Yayıncılık, İstanbul 1992.

[8] 1921 Anayasası’nın metni için örneğin bkz. A. Şeref Gözübüyük, Açıklamalı Türk Anayasaları, Turhan Kitabevi, Ankara 1995. Bu anayasanın tarihsel önemi konusunda bkz. Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri.

[9] Ahmet İnsel, a.g.e., s. 130.

[10] Türkiye’de Siyasî Partilerin Seçmenleri ve Sosyal Demokrasinin Tabanı, s. 32.

[11] Ahmet İnsel, a.g.e., s. 14.

[12] A. Kardam ve S. Tüzün, a.g.e., s. 39.

[13] Ahmet İnsel, a.g.e., s. 72.

[14] Birinci Meclis’teki İkinci Grup’un dinci muhafazakârlardan oluşan gerici bir muhalefet olduğu biçimindeki resmi tarih tezinin çürütülmesi konusunda bkz. Ahmet Demirel, a.g.e.

[15] Bu tezin ayrıntıları için bkz. Ahmet İnsel, a.g.e., s. 57-96.

[16] 28 Şubat 1997’deki askerî müdahale ile, siyasal düzlem bir kez daha böyle birbirine düşman iki kamp haline getirilmeye çalışılıyor. Bir yanda “çağdaş, ilerici, devrimci, laik” 28 Şubat kampı, öte yanda “şeriatçı, gerici” RP-Fazilet kampı. Bize de ölümlerden ölüm beğenmek kalıyor.

[17] Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri..., s. 266-276.

[18] Bu çok dikkat çekici bir nokta. Özellikle 1960 öncesi dönemde, liberal hareket hep, İttihatçı-CHP geleneği içinde yer alıp bir önceki dönemin liberallerini tasfiye eden kadroların, daha sonra bu gelenekten kopup tasfiye ettikleriyle birleşmesi biçimini almıştır. TpCF’yi kuranlar, Birinci Meclis’teki İkinci Grubu tasfiye edenlerdir. Daha sonra DP’yi kuranlar da, 1925 ve 1926’da TpCF’yi tasfiye edenlerdir.

[19] Ahmet İnsel, a.g.e., s. 80.

[20] Buna ilişkin yöntem için bkz. A. Kardam ve S. Tüzün, a.g.e., s. 29-44.

[21] Ahmet İnsel, a.g.e., s. 79.

[22] Aynı yerde.