İstikrar, İktidar, İdeoloji Üçgeninde Türkiye'de Merkez

18 Nisan seçimleri öncesinde sadece seçim sıcaklığı değil, Türkiye’de 1980 darbesi ile açılan bir dönemin siyasî dinamiklerinin yerleşememe sıkıntısı yaşanmaktadır. Bu dinamiklerin siyaset pratiğindeki yansımalarının ilk örneği 12 Eylül sonrası ilk “sivil” iktidar olma tekelinin keyfini çıkarmış olan ve 1980’lere damgasını vuran Turgut Özal yönetiminde bulunabilir. ANAP başlangıç itibariyle liberal, muhafazakâr, milliyetçi ve sosyal demokrat olmak üzere meşhur dört eğilimi barındırma iddiası ile 1980’lerin uzlaşmacı merkez partisi olmaya adaylığını koymuştur. Bunun dönemin kısıtları çerçevesinde şekillenen “durumsal” bir seçim olduğu söylenebilir. Nitekim, siyasî yasakların kalkmasıyla beraber dört eğilim arasındaki tutkallar zayıflamış ve 1990’larda ANAP başındaki aşırıları MHP ve RP’ye devretmiş olarak kendisini milliyetçi-muhafazakâr kimlik ile tanımlamıştır. Organik olarak zaten uyuşmaz bir birliktelik sergileyen sosyal demokrat kanat ise el değiştirerek kendisine son durak olarak CHP’de ve DSP’de yer edinmiştir. Liberal kanattan iktisadiyatta liberalizm göndermesiyle bahsedilecek olursa bunun ANAP’a mahfuz kalmadığı merkez sağda yer alan diğer rakip partinin, DYP’nin de söylemine rahat bir şekilde oturduğu söylenebilir. Muhafazakâr-milliyetçi söylem de keza... Öte yandan, DYP’nin çıkışı ANAP’ın AP’den miras kalan sempatizanların oluşturduğu seçmen kitlesinde de kayba yol açmıştır. Basite indirgenecek olursa 1990’lar Türkiye’sinde Özal’ın mirası olarak ANAP ve DYP örneğinde hayat bulan merkez sağ oluşumdan bahsetmek mümkün.[1] Ancak 1980’lerin Türkiye’ye bıraktığı miras sadece siyasetin ‘sivil’ aktörleri ile sınırlı değil. 1961 Anayasası ile halihazırda anayasal bir kurum olarak yapılanan MGK görünümünde siyasette danışman koltuğuna oturan ve geçen on dokuz yıl boyunca bir yandan siyaset dışı ve üstü konumunun altını çizerken, öte yandan siyasetin tam da ortasında yer alan TSK çok daha kuvvetli -ve hattâ daha da somut- bir merkezin temsilcisi olarak işlevselliğini sürdürmekte. Bu noktada, TSK’nın siyasetteki rolünün 1980 sonrası dönemle kısıtlanmadığının belirtilmesi gerekiyor. Aksine, söz konusu etkenlik Cumhuriyet devletinin bir geleneği olarak koyulabilir. Burada 1990’ları farklı kılan nokta ise merkezin oluşumunda ve evrilişinde ortaya çıkmaktadır. Bu farklılığın ise merkezin siyaset bilimi literatüründe tanımı itibariyle taşıyageldiği bir sıkıntı temelinde incelenmesi gereklidir.

MERKEZ PARTİLER: KUTUPLAŞMA MI, UZLAŞMA MI?

Siyaset yelpazesinde merkez, doğası gereği muğlak bir kavramsallaştırmaya tâbi olmuştur. Bu muğlaklık merkeze atfedilen farklı tanımlarda ve işlevlerde gözlemlenebilir. M. Duverger merkezin “Sağın sol kanadı ile Solun sağ kanadının yapay birlikteliği” olduğunu belirtirken, G. Sartori “merkez parti(ler)in varlığının” merkezkaç etkisini vurgulamıştır. Duverger merkezin arabulucu, Sartori ise kutuplaştırıcı işlevi üzerinde durmuşlardır. Bu muğlaklığı kırmak amacındaki daha yakın dönemdeki çalışmalarda ise merkezin kendi içinde bir sınıflandırması yapılmaktadır. Sözgelimi R.Y. Hazan, merkez partileri ideolojik düzlemin ortasını ya da ortasına yakın bir alanı kaplayan, ideolojik olarak konumlanmış merkez partiler ve konumlarını yüzer gezer oy esasına göre belirleyen merkez partiler olarak ikiye ayırırken, ilk kategorinin uzlaşma ve istikrar için önemine işaret eder.[2] T.R. Scully ise merkez partileri konumları ve programları açısından sınıflandırır. Buna göre konumu itibariyle merkezde olan parti hâkim siyasî ihtilafın kutupları arasında orta karar, uzlaştırıcı bir yere sahiptir. Programı itibariyle merkezde olan parti, bunun aksine, siyasî ihtilaf temelinde kendine özgü politikalara ve amaçlara sahiptir ve bu açıdan da uzlaşmaya kapalıdır. Diğer bir deyişle, aşırı uçlar arasında bir arabuluculuk rolünden ve nihayetinde koalisyon hükümetlerinden ziyade kendi yolunda gitme eğilimindedir.[3] Bu eğilim ise sistemde kutuplaşmayla sonuçlanır. Bu noktada, merkez kimliğini sahiplenen ve/veya bu kimliğin atfedildiği partilerin işlevlerinin bağlamsal etmenlerden dolayı birbirine zıt iki pratikte sonuçlandığını söyleyebiliriz: kutuplaşma ya da uzlaşma. İlk seçenek programları ve söylemleri açısından özdeş olan partilerin seçmen tabanı kaygısı ile aşırı uçlara meyletmelerinden kaynaklanır ki, bu da aslında partilerin merkez kimliklerinde çözülmeye yol açar. İkinci seçenek ise, merkezdeki partilerin aşırı kutupları içlerinde eriterek ve/veya dışsallaştırarak uzlaşmaya yönelmeleridir ki, buradaki amaç istikrar olarak özetlenebilir. Bu seçenekte dikkat çekilmesi gereken merkeze haiz bir doktrinin varlığıdır. Buna göre istikrar adına gerek ılımlı sağ ile, gerekse ılımlı sol ile merkez temelinde uzlaşmaya varma ilkesi çerçevesinde siyaset yapılır.[4] Burada toplumdan yansıyan ihtilaf noktalarının yumuşatılması ve karar alma sürecinde asgari müştereklere ulaşılması amacından söz edilebilir. Bu tür bir işleve sahip merkez partilerin Duverger’in ifadesiyle iki zıt köktenci alternatif arasındaki siyasal alanı kaplayan partiler olduğu söylenebilir.[5]

Bağlamsal etmenler söz konusu edildiğinde Türkiye’de siyasetin genel akışı özellikle 1990’larda söylemlerinde istikrar arayışında olduklarını iddia eden merkez partilerin kurdukları kısa ömürlü koalisyon hükümetleri ile belirlenmiştir. Bunun şematik olarak Hazan’ın sınıflandırmasında ideolojik olarak konumlanmış merkez partilere, Scully’nin sınıflandırmasında ise konumları itibariyle merkezde duran partilere eş düştüğü söylenebilir. Öte yandan programları ve değişmez seçmen tabanlarının kimlikleri göz önüne alındığında birbirine özdeş olan merkez partilerin aralarında uzlaşmaya varmak gibi bir kaygılarının olmaması ve hattâ böyle bir uzlaşma alternatifinin tamamen karşısında durmaları, gerek uzlaşma amacı gerekse istikrar arayışı söylemi ile tezat teşkil etmektedir. Bu açıdan bakıldığında yine şematik olarak bu partilerin uzlaşmayı reddettikleri ölçüde Scully’nin sınıflandırmasında programı itibariyle merkezde yer alan partilere eş düşmesi beklenebilir. Ancak, burada dikkat edilmesi gereken nokta Scully’nin sınıflandırmasında uzlaşmayı reddeden partilerin temel dayanak noktalarının iktidara gelerek taviz vermedikleri ilkeleri temelinde politika yapmaları olmasıdır. Türkiye’de ise bir yanda merkez sağ partiler olarak ANAP ve DYP’nin, diğer yanda kendilerini merkez sol partiler olarak tanımlayan CHP ve DSP’nin aralarındaki uzlaşmazlık kriteri ilkeler ve programdan ziyade liderlik ve iktidar temelinde şekillenmiştir. Diğer bir deyişle, ANAP ile DYP’nin; CHP ile DSP’nin aralarını açan farklı ideolojik temellere, ilkelere ve programlara sahip olmaları değil, aksine iktidarı ‘ideolojik’ özdeşlerine kaptırmama isteğidir.

Partilerin seçim öncesinde sundukları “hedefler” listeleri bu saptamayı doğrular niteliktedir. ANAP ve DYP’nin aynı zamanlarda “halkla” yaptıkları “sözleşmeler”, başlıkları farklı olsa da aynı kaynaktan beslenmektedir. ANAP’ın “Türkiye Sözleşmesi”nin, DYP’nin “Türkiye ya değişecektir, ya değişecektir” sloganı ile daha önceden altını çizdiği bildirisinin içerdiği ve aralarındaki farklılıkları -eğer varsa- kapatacak derecede yüzeysel bir şekilde özetlenen ortak temaları şöyle sıralanabilir: Liberal politikalarla enflasyonun düşürülmesi; işsizliğin önlenmesi; işsizlik sigortası; KOBİ’lere destek; düşünce, ifade, din ve vicdan özgürlüğünün garanti altına alınması ya da DYP’nin kullandığı dille “tam demokrasi, tam özgürlük”; “eğitimde çağdaşlaşma”. CHP-DSP örneğinde de benzer bir görünümle karşılaşmak mümkün. CHP’nin sunduğu “Çözüm 2000”de “rekabetçi ekonomi” ve “sosyal devlet” diğer bir deyişle refah devleti göndermeleriyle yine enflasyonun düşürülmesi, işsizliğin engellenmesi, devlette reform yapılarak çetelerden arındırılması temaları ANAP ve DYP’nin vaatlerinden farklı değildir.[6] Yine demokratikleşme ve laiklik üzerine yapılan vurguda “28 Şubat süreci”nin eleştirilmesinden ziyade, ANAP-DSP hükümetinin hedef alınarak MGK kararlarının uygulanmaması üzerinde durulmaktadır. Bunun yanısıra, söz konusu “laiklik-irtica” karşıtlığından yola çıkılarak, 18 Nisan Seçimlerinin aslında sadece FP ve CHP arasındaki rekabeti ilgilendirdiği belirtilmektedir.[7] Merkez solun DSP kanadına gelince, ANAP ve DYP’ye benzer şekilde ekonomide özelleştirme gereğine bağlı liberalizasyon,[8] yine diğer üç partiyle aynı oranda, “ulusal birlik ve laiklik” başlığı altında laikliğe verilen önemin vurgulanması ve daha çok Kıbrıs konusunda hamilik göndermesiyle okunabilecek “milliyetçi” duruştan bahsetmek mümkün.[9]

Yukarıdaki özetten anlaşılacağı gibi, merkezin sağ ve sol partileri sorunların tespitinde hemfikirken, öne sürdükleri çözümlerdeki muğlaklık ideolojik temelde ayrışmalarını güçleştirmektedir. Bunun sonucu olarak ise karşımıza benzer tematik vurguların revaçta olduğu çözümlerin özgün kimliklerden ziyade, özellikle aynı blokta yer alan rakibin kimliğine referansla kurulduğu, retorikle bezenmiş bir iktidar yarışı çıkmaktadır.

SİYASAL PARTİLER VE İKTİDAR

Siyasal partilerin asgari var olma şartının toplumdaki farklı ve/veya birbiriyle çatışan tutumları tutarlı bir ideolojik arka plan çerçevesinde aktif siyaset platformuna taşımak edimi olduğu açıktır. Bu durumda partiler toplumda zuhur eden ayrışma/çatışma noktalarının karar alma mekanizmasındaki yansıtıcısıdırlar. Bu gerek iktidar gerekse muhalefet için geçerlidir. Diğer bir deyişle, muhalefetteki siyasal partinin işlevi iktidara muhalefet adına muhalefet etmek değil, sahip olduğu ideolojik yapının gerekleri doğrultusunda kendi alternatiflerini sunmaktır. İktidar ise nihai bir amaç olmaktan ziyade söz konusu ideolojik programın etkin bir şekilde uygulanması için bir araçtır. Bu şeklî konumlandırma ve işlevlendirme Türkiye özelinde farklı bir görünüm kazanmaktadır.

Bu görünümün en yakın örneği bir sindirim krizi silsilesinin ertesinde kurulmuş “Ecevit” azınlık hükümeti ve halen içerisinden geçmekte olduğumuz seçim sürecinde bulunabilir. Kısaca, gerek ANAP ve DYP, gerekse CHP ve DSP hemen hemen aynı seçmen kitlesine hitap etmekte - ya da ideal terimlerle birbirine özdeş tabanların sesini aktif siyasal platforma taşımaktadırlar. 1990’ların ANAP’ı selefinden biraz farklı bir şekilde, küçük ve orta ölçekli esnaf grubunu DYP’ye kaptırmış olarak daha çok büyük sermayenin desteğini almaktadır. 28 Şubat’a kadar ANAP’ın seçmen kitlesi içerisine dahil olan bir kesimin ise “laiklik-irtica” karşıtlığı düzleminde DYP’nin rotasına girmiş olduğu söylenebilir. Burada ANAP’a puan kaybettiren unsur sert laik söylemi değil -çünkü böyle bir şey yoktur-, 28 Şubat hükümeti olarak belki de pek gönülsüz bir şekilde sekiz yıllık eğitim politikasını hayata geçirmiş ve türbana karşı devletçi tutumu uyarlamak durumunda kalmış olmasından kaynaklanmaktadır. CHP-DSP örneğinde ise durum çok daha basit bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Kendilerine atfettikleri demokratik sol kimlik, bu kimliğe özgü kendinden menkûl ilkelerle değil, “vatan-millet-sakarya” üçlemesinin hâkimiyeti ile bezenmiştir. Bunun için, Bülent Ecevit demokratik sol adına “demokratikleşme için ortam uygun değil” derken;[10] Deniz Baykal son kararda CHP’nin merkez kimliğini reddederek, bir yandan partiyi ÖDP ve İP gibi sol partilerin çizgisine oturtmakta[11] diğer yandan 18 Nisan Seçimleri için “kararsızlara” oynayacağını belirtmektedir.

Buna ek olarak, iktidar ve muhalefette konuşlanarak siyaset yapmanın Türkiye’ye özgü doğasında dikkat edilmesi gereken nokta, konumsal olarak birbirine daha yakın olan partilerin birbirlerinin aslî hasımları olarak hareket ederken, nispeten daha uzak durdukları partilerle daha rahat uzlaşmaya varmalarıdır. Bu ise şaşırılacak bir durum değildir. Çünkü Türkiye’de son sekiz yılda değişen on hükümette göze çarpan özellik iktidarın ideolojik birliktelikten ziyade stratejik birliktelikle elde edilmiş olmasıdır. Bu, bir perspektiften aynı ideolojik kimliğe sahip partilerin kimliklerini kaybetme kaygısından kaynaklanan bir eğilim olarak yorumlanabilir.[12]

Öte yandan, ideolojiden kaynaklanan aşırılıkları törpüledikleri önermesinden hareketle bu tür stratejik birlikteliklerin uzlaşmayı ve nihayetinde siyasette istikrarı sağlayabilecek, sağlam, iyi işleyen bir koalisyonla sonuçlanabilecekleri öngörüsünün en azından Türkiye açısından geçersiz olduğu son birkaç yıldır siyaset pratiğinde kanıtlanmıştır.[13] Bunun bir nedeni merkezdeki siyasal partilerin edimlerine hâkim temel unsurun ideolojik özdeşlerinin tamamen çöküşü temelinde kurulacak bir iktidar yönelimi olmasıdır. Bu yönelimin son dönemdeki çıktısı ise özellikle ANAP-DYP örneğinde DYP’nin bir yandan merkezin sağındaki konumunu korumaya çalışırken diğer yandan kutuplara doğru kayarak seçmen tabanını genişletme çabasıdır. DYP’nin şu ana kadar bu çabasında başarısız olduğunu söylemek pek gerçekçi olmaz. Burada sözünü ettiğim stratejik temelde söylem üretme ve konum edinme pratiğinde DYP sadece ANAP’la paylaştığı seçmen kitlesini değil, aynı zamanda 1990’ların toplumsal ihtilaf noktası olarak belirlenen “laiklik-irtica” karşıtlığında “tolerans” temasına yaptığı vurguyla ihtilafın önce RP ve devamında FP’de vücut bulan kutbunun çekim alanında olan (ve partizan kimlikle hareket etmeyen) kitleye de hitap etmeyi amaçlamakta ve böylece merkezden kutba kaymaktadır. Bu noktada ise koalisyonların sakat doğalarının ve işlerlikten uzak olmalarının ikinci -aslî- nedeni işin içine girmektedir ki, bu aynı zamanda DYP’nin 18 Nisan seçimlerinde elde edebileceği başarının belki de en önemli nedeni olacaktır.[14]

İDEOLOJİ VE TÜRKİYE’DE “MERKEZİN” PARTİLERİ

Gerek genel olarak merkez partilerin kendi içlerinde sınıflandırılması, gerekse Türkiye’de siyaset yelpazesinin merkezinde yer alan partilerin iktidar yönelimleri sırasında değindiğim ideolojik kimlik, kendisini siyaset-dışı ve/veya siyaset-üstü olarak tanımlayagelen -farklı bir merkezi- TSK unsurunu ele almayı gerekli kılmaktadır. Üç aşikâr (1960, 1971, 1980) ve izleyen son ‘kapalı’ (1997) müdahalenin her birinde TSK amacını ‘Türk demokrasisini bencil ihtiraslardan korumak’ olarak koymuştur. 1997’deki ‘uyarı’nın müdahale niteliği reddedildiği için niyet tespiti yapılmamıştır, ama önceki müdahalelerde TSK’nın niyeti yine oldukça ‘demokratik’ bir şekilde ‘en kısa zamanda kışlaya dönmek’ olarak bildirilmiştir. Ancak, TSK’nın faaliyet alanı sadece demokrasiyi korumak işlevi ile sınırlı kalmamış, Cumhuriyetin/devletin demokrasisi anlayışından hareketle temel ihtilaf temaları da belirlenmiştir. Bu temalar her bir müdahale sonrasında bildirilen amaçlarda ve siyaset pratiğine dayatılan önkoşullarda gözlemlenebilir: 1960’da DP mirasının külliyen reddi; 1971’de anayasal garanti altındaki özgürlüklerin Türkiye’nin koşullarına bol geldikleri, aşırı akımlara ve sonuç itibariyle istikrarsızlığa yol açtıkları iddiası ile törpülenmeleri; 1980’de 1970’lerden miras kalan aşırılıkların yok edilmesi... Popüler ifadede “28 Şubat süreci” olarak adlandırılan 1997 kapalı müdahalesini takip eden dönemde ise toplumsal ihtilaf noktasına “laiklik-irtica” karşıtlığı oturtulmuştur.[15]

Siyasal partilerin toplumdaki farklı/çatışan konumları, temsilin ötesinde stratejik amaçları -iktidara gelme, iktidarda kalma- doğrultusunda harekete geçirdikleri ve manipüle ettikleri göz önüne alındığında TSK unsurunun siyaset pratiği-toplum ilişkisinde bir eksen kaymasına yol açtığını söyleyebiliriz. Daha açık ifade etmek gerekirse, “28 Şubat süreci” Türkiye bağlamında siyaset yapmanın Cumhuriyet tarihi boyunca değişmez bir özelliğinin kuvvetinden pek bir şey kaybetmeden -belki biraz daha şık bir kılıfla- devamından başka bir oluşum değildir. Bu oluşumun alttan giden kaygısının 1980 müdahalesi ile halihazırda siperleri tahkim edilmiş bir ideolojisizleştirme projesi olduğunu söyleyebiliriz ki, bu da Türkiye’nin merkez partilerinin ideolojik iskeletlerinin anlaşılmasında anahtar konumdadır. Söz konusu ideolojisizleştirme projesi 1980 müdahalesine ramak kala hazırlanan Özal’ın ekonomik paketinin -24 Ocak kararlarının- siyasal eşlikçisi olan ‘her ne pahasına olursa olsun düzen’ önkoşulu ile de uyum içindeydi. Temelde, “aşırı akımların” törpülenmesi ve bastırılması amacında kilitlenen düzeni sağlama arayışı siyaset platformunda teknokrat değerlerin hâkimiyet kazanması ile sonuçlandı: Siyaset hizmetler bütünüydü. Hizmet verilirken vatanın bütünlüğüne halel gelmemeliydi. Partiler ideolojik programlarından bağımsız bir hizmet yarışında olacaklardı. İdeolojik program(lar)a gerek yoktu. Çünkü, gereksinim duyulan ideoloji halihazırda sağlanmıştı. Hizmet-vatan ikilisine yapılan vurgunun genele ve özellikle merkeze -siyaset yelpazesinin merkezine- yayılan popülist bir söylemle sonlanması ise kaçınılmazdı. Bu sonucun ilk ve en kıdemli örneğini Özal hükümetlerinde görmek mümkün. Bir yandan, TSK kaynaklı istikrarın sağladığı rahatlıkla teknokratik ve böylece de “iş bitiren” iktidara yapılan vurgu, öte yandan oy kaygısı ile şekillenen dört eğilimi buluşturma iddiası ve başlangıçta yine bizzat TSK güdümlü rakip partiler karşısında sivil kimliğin ön plana çıkarılması, siyasî yasakların kaldırılmasından itibaren ise “kötü geçmişe” yapılan göndermeler merkezdeki siyasetin 1990’lardaki panoramasını hazırladı: İdeolojisiz ve aslında tektip bir ideoloji çerçevesinde konumlanmış, oy kaygısı ile popülist söylem geliştirilen, ‘ya hep, ya hiç’ formülü etrafında odaklanan, mekanikleşmiş bir iktidar yarışı ve bu yapının doğal bir parçası olan oportünizm.

MERKEZ VE İSTİKRAR, İKTİDAR, İDEOLOJİ

Özetle, 1980 darbesinden sonra ilk Özal hükümetlerinde ve 1990’larda Türkiye’de merkezde ‘siyaset yapmanın’ temel özelliği oportünizm olarak nitelendirilebilir. Buradan yola çıkarak, yazı boyunca alt başlıklar halinde sunulan siyasette “istikrar”, “iktidar”, “ideoloji” unsurlarının merkezde aldığı görünümlerin özetini sunmanın seçim öncesi hâkim atmosferi yakalamak açısından önemli olduğunu düşünüyorum.

1990’larda birbiri ardısıra kurulan (koalisyon) hükümetler(i), koalisyonun görünürdeki mantığının öngördüğü şekilde uç alternatifler arasında uzlaşma sağlayıp politikalar üretmek amacı ile oluşturulmanın aksine, ideolojik olarak özdeş olan partileri zayıflatarak iktidara gelmek amacı ile kuruldukları için istikrardan ziyade sürekli çözülen ve kurulan hükümetlerle sonuçlanmışlardır. Bu anlamda da Batı’ya referansla tartışılan merkezin uzlaştırıcı ve koalisyonlarını dengeleyeci rolü, Türkiye örneğinde geçersiz kılınmıştır. Yine Batı’ya referansla kurgulanabilecek ideolojik kimliğin uçlarının ortaya çıkarılması vasıtasıyla seçmen kitlesinin harekete geçirilmesinden ve merkezden kutuplara kaymaktan ziyade, Türkiye’de geçerli olan merkezdeki partilerin, en son DYP örneğinde gördüğümüz gibi, ideolojisiz, mekanik bir iktidar anlayışıyla daha fazla oy için her an değişmeye açık kimliklere soyunmaları olmuştur. Diğer bir deyişle iktidara gelmek toplumsal tabanı olan belirli bir ideolojik programı uygulamak için değil, iktidara sahip olmak ve iktidarı kullanmak için istenmektedir. Yine, muhalefet, iktidar karşısında kendisine özgü alternatif bir programla çıkmamakta, aksine iktidara gelmek için “her yol mübah” olmaktadır. Bu durumda siyaset mekanizması tersten işlemekte; toplumsal ihtilaf noktaları siyasal partilerin belirleyicisi olmaktan çıkıp, siyasal partiler halihazırda belirlenmiş çatışmaları oy kaygısıyla manipule eden aktörler olarak faaliyette bulunmaktadırlar. Öte yandan, söz konusu mekanik iktidar yarışı merkezde yer alan partilerin lidere bağımlı kimlikleri ile derinleştirilmekte; parti kimliği lider kimliğinin gölgesinde bırakılarak, partiler arasındaki farktan ziyade liderler arasındaki -aslında olmayan- farklar bir dizi kifayetsiz eleştiri çerçevesinde yürütülmektedir. Böylece, siyaset yapma partiler arası iktidar rekabetinden çok, liderler arası koltuk kaygısına dönüşmektedir.

Daha somut bir ifadeyle, aynı blokların ortakları olan ANAP-DYP, CHP-DSP çiftleri farklı bloklar arası çatışmadan çok, aynı kimliğe sahip özdeş partiler ile çatışma ve bu partilerin kimliğini sıfırlama adına farklı bloklarla uzlaşma arayışında olagelmişlerdir. Merkez ve merkez partiler arasında kurulan koalisyonların şematik değerlendirmesi açısından bu eğilim patolojik değildir. Ancak, Türkiye örneğinde söz konusu eğilim benzerler arası ideolojik kimlik koruma rekabetinden çok ideolojik kimliksizlik; uzlaşmadan ziyade iktidara gelme amacı ile güdülenen stratejik seçimlerle somutlanmıştır. Diğer bir deyişle, kimliksizlik; parti kimliğinin lidere bağımlı olarak kurulması ve özellikle merkezin sağ partileri için dönemin koşullarına göre her an değişime açık olmasından bahsedilebilir.[16] Bu değişim temayülünün merkezin sol partileri için geçerli olmamasının nedeni yukarıda değindiğim “laiklik-irtica” çatışmasında gerek DSP’nin gerekse CHP’nin (ki, ikincisi kurucu CHP’ye olan bağlılığını her daim vurguladığı için bu değişmezlikte daha ısrarlıdır) yerlerini sağlam olarak tespit etmiş olmalarıdır.[17] Ancak, seçmen tabanı göz önüne alındığında ANAP-DYP ikilisinin bu konuda ciddi sıkıntılar yaşamakta oldukları bir gerçektir. ANAP’ı sıkıntıya sokan DYP-RP hükümetini çözen asker girişiminin çıktısı bir hükümetin ortağı olmasıdır. Bu sıkıntılı durum sekiz yıllık eğitim programının mimarı konumunda bulunmasıyla daha da derinleşmiştir. DYP ise bu konudaki avantajını; “mağdur” kimliğini ön plana çıkartma ve ANAP’ı bu ihtilaf temelinde zayıflatma kartını çok iyi kullanmaktadır.

Öte yandan, yukarıda da belirttiğim gibi merkez sağın ikizi arasındaki husumet parti kimliğini koruma kaygısından ziyade liderler arası çatışmanın bir sonucudur. Merkez solun ikizi arasında da geçerli olan bu lider temelli çatışma aynı zamanda her iki partiye özgü kimlik bunalımının da bir işaretidir. Söz konusu kimlik bunalımı yukarıda değinilen her iki partinin “laiklik-irtica” çatışması noktasında durdukları yer açısından da anlamlıdır. Gerek CHP gerekse DSP seçtikleri sert ve dışlayıcı laik duruşla merkez sol adına yeni bir şey üretememekte; yukarıda değindiğim diğer merkezin söylemini içselleştirmektedirler. Buna bağlı olarak tekrarlama riskine rağmen denebilir ki, Türkiye’de merkezin 1990’larda arz ettiği muğlak görünüm aslında merkezde yer alan siyasal partilerin farklı bir merkezle engellenemez bağlarından ve bu bağlardan dolayı yaşadıkları kimlik problemlerinden kaynaklanmaktadır. Merkez sağ ve merkez sol partilerin Batı’dan ödünç alınan siyaset yelpazesindeki merkeze oturamamaları kimlik krizinden ziyade var olan bir ideolojik bağıntıyla ilişkilendirilmelidir. Buradaki farklı merkezi özellikle “28 Şubat sürecinde” TSK ve TSK tarafından tespit edilen rejimin yıkılmaması gereken değerleri oluşturmaktadır. Bu durumda merkez partileri açısından siyasetin ideolojisizleşmesinden, daha doğru bir ifadeyle tektip ideolojinin devamından bahsedilebilir. Bu durumda, siyaset yelpazesindeki merkez partilerin kimliklerinin kendilerinden menkûl olmadıkları, aksine çok da türevsel oldukları ve bunun için de kendilerine -merkeze- özgü bir siyasal kimlik ve proje oturtmakta kifayetsiz kaldıkları söylenebilir. DYP örneği ise ideolojiden çok, aktif siyasetin piyasa ya da ‘girişimci’ -burada kastettiğim klasik liberal teori kaynaklı, çıkarını azamileştirme çabasındaki girişimcidir ki, örneğimizde çıkarı her ne pahasına olursa olsun siyasî iktidar ile eşitleyen siyasetçi tiplemesidir- mantığında işlemesinden ve böylece herhangi bir etikten soyutlandırılarak yine oportünizm ile sonlandırılması temelinde anlaşılmalıdır.

(*) Merkez üzerine fikir alışverişi için Tuna Başköy’e; ilk taslağı okuyup yazıdaki tezin ve ifadenin zenginleşmesine katkıda bulunan Tanıl Bora’ya teşekkür ederim.

[1] Bu mirasın en son örneği Çiller’in “Yılmaz’ı Özal çizgisinden koptuğu” gerekçesiyle hedef gösterip “Özal’a verilen oylara da talip” olma stratejisinde görülebilir. Çiller dönemin modasına uygun bir şekilde dört eğilim arasından sosyal demokrat kimliğinin yerine her kanattan talibi olan “cumhuriyetçi” kimliğini getirmiştir. (Hürriyet, 23.01.1999.) Buna karşılık misilleme olarak nitelendirilebilecek şekilde Yılmaz seçim sloganları arasına “Ata’nın yolu, Özal’ın hedefi”ni de eklemiştir. (Radikal, 8 Mart 1999; Milliyet, 8 Mart 1999.)

[2] Reuven Y. Hazan, Centre Parties, Polarization and Competition in European Parliamentary Democracies, Pinter, Londra and Washington, 1997.

[3] Tmothy R. Scully, Rethinking the Center, Party Politics in Nineteenth and Twentieth Century Chile, Stanford University Press, Stanford, California, 1992.

[4] Hazan, Centre Parties, s.150-162; Scully, Rethinking the Center, s.11.

[5] Hazan, Centre Parties, s. 9’da alıntılanmıştır.

[6] Hürriyet, 10 .03.1999.

[7] Radikal, 13.02.1999.

[8] Radikal, 28.02.1999.

[9] Milliyet, 03.03.1999.

[10] Radikal, 28.02.1999.

[11] Radikal, 13.02.1999.

[12] Tuna Başköy, “Minority Governments in a Conflictual Democracy: The Case of Turkey”, yayımlanmamış çalışma.

[13] Aslında bunun sadece son birkaç yıla haiz bir özellik olduğunu söylemek doğru olmaz. 1970’lerin sonlarında birbiri ardısıra kurulmuş olan koalisyon hükümetleri de kısa ömürlü olmuşlar ve uzlaşma ve istikrardan ziyade kutuplaşmaya meyletmişlerdir. Yine bu nedenden ötürüdür ki, bu dönem de seçim siyaseti dönemi olarak nitelendirilebilir.

[14] Ancak bu konuda da DYP’nin stratejik oynadığını, bir yandan eğitimle ilgili olarak önerdiği politikalarda “laiklik-irtica” karşıtlığının bir izdüşümü olan sekiz yıllık eğitim projesini kabul ederken, diğer yandan MGK unsuruna doğrudan değinmemeyi yeğlediği göz önünde tutulmalıdır. Nitekim, MGK’nın, ana fikri “Cumhuriyete, demokrasiye ve laikliğe karşı heves içinde olanlar nedeniyle bugün ordumuzun önemi artmaktadır. Ülkemizde laikliği kaldırarak demokrasiyi yok edecek siyasi oluşumların yasaklanması demokrasiye uygundur” şeklinde özetlenebilecek “Güncel Konular” başlıklı dosyasına içerik olarak katılındığı belirtilmiştir. (Milliyet, 10.01.1999.) Burada sözü edilen başarı DYP’nin merkez sağ içerisindeki başarısıdır. DSP’nin liderinin ikinci yurtdışı harekâtıyla partisine kazandırdığı ivme ayrı bir seçim sonucu tahmini konusudur.

[15] Bu karşıtlığın farklı bir açıdan okunması için bkz. Menderes Çınar, “Yeni Merkez Alacakaranlığın Sonu mu?”,Çınar merkezin erimesi ve TSK unsuru çerçevesinde makalenin yazıldığı dönemde yeni kurulmuş olan ANAP-DSP-DTP koalisyonunun merkez kimliğinden kaynaklanan sorunlara dikkat çekip bu sorunlar için muhtemel çözüm önerileri getirmektedir. Ayrıca bkz. Tuna Başköy, “Minority Governments in a Conflictual Democracy: The Case of Turkey”. Başköy çatışma noktasını “sert laiklik yanlıları - İslam’a tolerans gösterenler” arasına oturtmaktadır.

[16] Lidere bağımlı siyaset yapmanın en yakın örnekleri, önceki bölümlerde değindiğim “sindirim krizi”ne referansla anlaşılabilir. ANAP-DSP hükümetinin düşürülmesinden sonra yaşanan hükümet kuramama deneyiminde, siyasal partilerin tercihleri parti kimliğinden çok liderin şahsında odaklanmıştır. Nitekim, hükümet kurma girişimleri esnasında Mesut Yılmaz “Baykal dışındaki formüllere...” bakacaklarını, Tansu Çiller Mesut Yılmaz’ın başbakanlığını reddettiğini, Bülent Ecevit Mesut Yılmaz’sız bir hükümeti “içine sindiremediğini” belirtirken Deniz Baykal Ecevit’in başbakanlığına ısrarlı bir şekilde karşı çıkmıştır. Hürriyet, 21.11.1998; 25.11.1998; 06.12.98; 16.12.1998.

[17] DSP örneği ise “28 Şubat hükümetinde” ortak olmayı içine sindirebilip, askerin demokrasiyi koruyucu rolünü yadsımazken, seçim küskünlerinin Meclis çıkartmasına “sivil darbe” nitelendirmesiyle öfkeli yaklaşımı göz önüne alındığında açıklanmaya ihtiyaç duymamaktadır. (Hürriyet, 10.03.1999.)