Gereken Daha Çok Soru

Artık pek olmuyor, çünkü kahveler bile ayrı, ama denk geldi işte. İki sıvacı arkadaş, yakmışlar sigaralarını sohbet ediyorlar, konuştuklarını duydum. Yaşça küçük olan; “abi benim gazete okumam lazım. Öyle haberden filan değil. Daha iyi konuşmak için. Laf öğreniyon yani. Güzel kelime, çok kelime filan”.

Yolda “selpakçı çocuklar”. Küçük kız yaklaşıyor, “abi bir tane alsana”. (Ece Temelkuran’ın geçen sayıdaki yazısında söylediği tartışmadaki tavrım da açığa çıkacak) Elimi cebime attım, bozukluklar çıktı, iki yüz bin lira. Verdim, “mendiller sende kalsın”. “Olmaz abi”. Yürüdüm gitmek istedim. Israr devam etti. “Peki bir tane ver”. “Olmaz abi”. Yüzlerce metre peşimden geldi ve mendili elime tutuşturdu. Kafa sesini duydum: “Senin parana koyyum, boktan paranla beni dilenci yapamazsın”.

Bunlar, seçim sonrası için yazılacak şeyler olmayabilir, değildir de zaten, ama bunlar karnımızı ağrıtmıyorsa ne diye yazıp çizeceğiz? Ya da ne yazıp çizeceğiz? Bunlar sonuç değilse, neyin sonucunu değerlendireceğiz?

Çok değil daha bir yıl kadar önce, kalın analizler yapılıyordu; “Seçim bir şey değiştirmeyecek”. Şimdi bunları yazanlar, aynı pişkinlikle, “yeni durumu” bir çırpıda açıklayıveriyorlar. Ortalık cevaptan geçilmiyor, ama soru sorana pek rastlamıyoruz. Aslında, sürekli “değişim”e ama nasıl oluyorsa aynı anda da “istikrar”a yatırım yapanlar müsterih olsun; Hem bir şey değişmedi, hem de “istikrar” devam ediyor.

Seçimlerden hemen sonra, Siyaset Meydanı’nda konuşan “gençler”, seçimlerde kararlarını verirken “istikrar”ı çok önemsediklerini anlattılar. Bazıları da, “Harvard mezunu” adaylardan etkilendiklerini ifade ettiler. Yıllardır, son derece kelepir popülizm yaparak politika yapanlar, seçmen kendilerini hapisten korumadığı için, neredeyse analarına söverek politikadan çekildi. “Sessiz çoğunluk”tan ses alamayanlar, pek güvendikleri “sesli çoğunluğu” keriz olarak niteleyenler çıktı. Bütün bilinçaltları psikanalizle değil, ulu orta meydana döküldü. Burdan bakarsak da, çok şey değişti.

Herkese yetecek kadar sonuç var. Geçen sayıda Ahmet Çiğdem’in söylediği gibi bizim de, kazandığımız kocaman bir çaresizlik var. Şimdi, biraz soru sormak zamanı değil mi?

“NE İSTEMİYORUZ”

“Seçmen mesajı” analizlerinin hemen hepsi, sanki organize bir seçmen varmış ve sandığa bir dilekçe atmış gibi bir soyutlamayı zorunlu kılar. Ama her seçim sonucuna, aslında “ne istenmiyor” diye de bakılabilir belki. Hattâ, Türkiye’deki siyasî geleneğin daha çok, “öteki”ne göre alınan pozisyonlarla oluştuğu düşünülürse, bu daha da önem kazanıyor.

Devlet eliyle oluşturulmuş ve sürekli denetlenen, hattâ idare edilen bir siyasî alan içinden geleceğe dair bir tasarım beklemek de ciddi bir haksızlık herhalde. Bu ülkede, sandık sonuçlarını belirleyen kalabalık, ne istemediğini daha iyi biliyor. Yine ne istemediğini bilen küçük bir azınlık ise, bunu nasıl sandık sonucu haline getirebileceğini bilmiyor.

Bir dünya, bir ülke, bir hayat tasarımı çizen ve bu anlamda pozitif olanla, kimleri ve neleri istemediğini söyleyen ve bu anlamda negatif olan eşit değil. Kendi pozisyonunu tarif eden seçmen davranışı bazen doğrudan, bazen de ağırlıklı olarak negatif yönlenmelere bağlı. Talep anlamındaki pozitif refleksler ise, daha çok “bizim çocuğun işi, bizim köyün yolu, bizim işlerin yasası” sınırında.

Bu ülkede istenmeyenlerin çoğuna bakınca, istediğimiz bir sürü şeyin de onların içinde sürüklenip uzaklaştığını görüyoruz. İstemediklerimize baktığımda da, çoğunun burnumuzun dibinde bittiğini izliyoruz.

O zaman, “ne oluyor yahu” denmez mi?

KAYBEDENİN KURDU

Türk sağının, Tanıl Bora’nın ifade ettiği “üç hali” için de en önemli vasfı, seçmenin negatif refleksleriyle çok organik bir bağ kurabilmekteki becerisi. Çünkü, bu üç halin, yani milliyetçilik, muhafazakârlık ve dindarlığın mevcut olanı korumak konusunda edecekleri çok laf var. “Din elden gidiyor”dan “memleket elden gidiyor”a kadar.

Oldukça uzun bir zamandır sol açısından da, negatif reflekslerin belirleyici olmaya başladığını izliyoruz. “Laiklik elden gidiyor”dan “KİT’ler elden gidiyor”a kadar. Çoğu zaman, yaşam tarzı taassubu biçiminde yaşanan mikro örnekler ise, daha otoriter tonlar edinebiliyor.

Büyük bir çoğunluk sürekli kaybediyor. Sürekli olarak kaybedecekleri şeyleri oluyor. Kaybetme ihtimalleri sürekli artıyor. Sonuçta, kaybeden ve kaybetmekten korkan kalabalık çoğalıyor.

Bu, kendiliğinden yeni bir dünyayı, yeni bir hayatı kazanmak güdüsü yaratmıyor. Tersine, giderek daha fazla korumaya, ama kendi gibi olan ötekinden korunmaya, hattâ onu düşmanlaştırmaya yöneliyor. Dünyalar farklılaştıkça, düşman evrenler keşfetmek kolaylaşıyor. Kaybetmenin kendisiyle kurulan ilişki, negatif bir içerik taşıyor.

“Sevgiyi kaybettik”, “cinnet toplumu olduk” gibi “romantik” (hadi oradan) lafların anlattığı, anlatabildiği bir şey değil bu. Çünkü, bu bir dellenme hali değil. Tam tersine, aklı kuşatan bir hakikat.

Geçen sayıda Ömer Laçiner’in yazısında, “kurma-sahip olma” arasındaki açıya dikkat çekerken belirttiği gibi, hayal veya özlem üzerinde de negatif yönlendirme belirleyici olabiliyor. Yani, kaybetmeden sakınma veya kazanılmak istenenle kurulan ilişki, “eşitler” arasındaki parçalanmayı besliyor. Bunu en sert ifade eden ve kazanmaya başlamayı değil, kaybetmeyi önleyeceğini söyleyen; kuracağını değil, ele geçireceğini veya ortak olacağını söyleyen öne çıkıyor. Ve artık merkezdeki klasik kitle partileri bu konuda inandırıcı değil.

O zaman, kurmak istediğimizi düşünüp bunu konuşacak dil üzerine kafa yormak ve yeniden kurmanın politikleşeceği bir zemini akıl etmemiz gerekmez mi?

BİLİNÇALTLARI DEVREDE

Korkunun otoriter tezahürlerinin hayat ettiği alan bilinçaltı. Çünkü, bilinçaltı asla pozitif olanı saklamaz. Yani, yediğiniz güzel bir yemeği değil, zehirlendiğiniz besin maddesini kayda alır.

Negatif siyasî yönlenmeler de, doğrudan doğruya bilinçaltlarıyla ilişki halindedir. İstemediklerini, isteyemeyeceklerini, istememesi gerekenleri söyler. Düşmanları hatırlatır, hatıralarını canlı tutar. Ama bilinçaltı, hafızanın kendisi değildir. Hafızanın açıklığı, samimiliği yoktur.

Beterin beteri her zaman var. En tehlikeli bilinçaltı, aktarılan kodlarla yerleşikleşeni. Yani, aktarılan bilinçaltı. Çünkü, onun sahici deneylerden edinilmiş kodları yoktur. “Yaşanmışlıkları-döşenmişlikleri” yoktur.

Aktarılmış bilinçaltı, yaşananları, kaybedilenleri, kaybetme korkusunu derlenmiş büyük kayıpların kalıntıları üzerinde yeniden inşa eder. Bu sanal inşâ faaliyeti de, bütün taklitlerde olduğu gibi abartmak zorundadır. Sahici bir deneyin, bütün etkileri içeren zenginliğinden yoksundur. Sadece, öykündüğü korkunun kendisi tarafından beslenen “haklı” mirasını cömertçe ve hoyratça kullanır. Bu yüzden çok daha kıyıcıdır.

O zaman, kendi bilinçaltlarımızdan başlayarak, nelerin aktarılıp geldiğini görmeye çalışmak, daha önemlisi, bu genlere işlemeden önce bir psikanaliz yapmak lüzum etmez mi?

SİRENLER ÇALARKEN

Üzerinden çok geçmedi. Anayasa Mahkemesi Başkanı, seçimlerden sonra çıkıp, “demokratikleşme filan” dedi. “Cumhuriyetin acar savcılarından bazılarını” da ciddi biçimde eleştirdi. Sonra ne oldu, beyazlar giyip ortalığa çıkan adamın üzerine iki servis görevlisi tarafından bir tepsi yemek boca edildi.

Merve Kavakçı’nın “Hamas militanı” ilan edilen kocası, çocuklarını göremeyen gözü yaşlı bir eş çıktı. Her iki durum da, aynı şeyi besleyebildi.

Çok konuşkan olan bu ülkenin insanları, Tarkan’ın askerliği meselesinde yoğun bir duyarlılık gösterdi. Tinerci çocuklar pataklandı. Okulunda bir meslektaşı öldürülen, bir öğrencisi yaralanan öğretmene, mağdur yakınları sen niye ölmedin diye hesap sordu.

En çok mağdurların zulmüne tanık olduk. Bu ülkenin içindeki sıradan faşizm, sıradan olmaktan çıkarak bütün hayatı kuşattı. Maçın otuzuncu dakikasında, yenilmekte olan takımının oyuncularına küfretmeye başlayan taraftarlar gördük.

Peki bütün bunlar, “yeni” mi? Şimdi sandık sonuçları üzerinden alarm verirken, sirenlerin yıllardır kıçını yırttığını hiç mi duymadık?

12 Eylül’de travestilerin Eskişehir’e sürüldüğünü, ANAP döneminde acar milletvekillerinin sokaklardan Heavy Metalci topladığını hatırlamıyor muyuz?

Kardak kayalıklarına bayrak dikenler, medya mensupları değil miydi? Avrupalı heyetlere “ben hesap vermem” diyerek kapısını kapatan savcılar alkışlanmadı mı? Bu ülke çetelerle gurur duyduğunu bağırmadı mı? Tecavüzcü linçleri adetten olmadı mı? Hapishanelerdekiler için açlık grevi yapanlar, “Apo için eylem yapan” ilan edilip hedef gösterilmedi mi? Okul birincisi başörtülü kızın ağzı kapatılarak ödül töreninden atıldığını hep beraber seyretmedik mi? Eşber Yağmurdereli için geldiğinde sağcı “demokratların”, Tayyip Erdoğan için geldiğinde solcu “demokratların” ayak dirediği yasa maddeleri hâlâ yürürlükte değil mi? Mudanya’da Belediye hoparlöründen, “Apo’nun avukatları yarım saat sonra adaya gitmek için rıhtıma gelecek, lütfen taşkınlık yapmayın” anonsları yapılmadı mı? Bundan on yıl önce konuşabildiklerinizin hangisini aynı rahatlıkta konuşabilir ve daha önemlisi hangisini konuşturabilirsiniz? Ve bunların hepsi 18 Nisan’dan önce olmadı mı?

BASİT OLAN KARMAŞIKTIR

Basit olayları anlayabilmenin yolu, onları basitleştirmemek olabilir herhalde. 18 Nisan seçimlerindeki sonuca damgasını vuran, daha doğrusu blok bir davranış sergileyerek ağırlık koyan seçmen kitlesinin “taşra”da ikamet ettiğini artık biliyoruz. Yani, dağılmış olan merkez sağın yıllardır üzerinde hayat ettiği asıl mecrada. Bu zemin, daha acil “talepler” ve “tehditlerle” örülmüş durumda. 28 Şubat sürecinin ekonomik geriplanı da, bu sınıfsal tercihin sağlam bir siyasî dayanak olması için elverişli zemini yarattı.

Devlet Bahçeli, “biz daha çok iyice yoksul yerlerle, yükselişi durmuş merkezlerden oy aldık” diyor. Bu tabanın, siyasal davranışlar açısından son derece “basit” formüllere açık olduğu söylenebilir. Birikim’in 119. sayısındaki yazımda da belirttiğim gibi, bu “basitlik” bir zekâ sorunu değil. Sadece bir ilişki sorunu.

ANAP’la birlikte sağın kentlileşmesi süreci, RP’nin varoşları sürükleyen çıkışı ile perçinlendi. Bu çarpıcı sonuçlar karşısında siyasî merkezin kentte ve kent oyları üzerinde şekilleneceği inancı yaygınlaştı. Fakat, dikkatten kaçan çok önemli bir nokta, kentli seçmenin blok bir tercih ortaya koymayacak kadar parçalanmış olduğuydu. Kentsel süzülme ile birlikte, giderek aynılaşan mekânlarda yaşamaya başlayan ve sadece kendisine benzeyenlerle karşılaşan kentli insan ve onlardan daha beter bir dar alanı kullanan medya, “taşra”yı anlamakta giderek daha fazla güçlük çekiyor.

O zaman, “kentin barsakları” diye bir kenara konulan varoşlar patladığında bakıldığı gibi, şimdi “patlayan” taşra’ya bir daha bakmak gerekmez mi?

SİYASÎ ELİTLER

Siyasî etkinlik, siyasî elitler eliyle kuruluyor. Geleneksel siyaset kalıpları değiştiği için, eskisi gibi yerel kanaat önderlerine artık pek rastlanmıyor, bu nedenle siyasetçi giderek daha çok profesyonelleşiyor. Ancak, bu yetkinlik ve etkinliğin artması anlamına gelmiyor. Tam tersine, “yabancı” hale geliyor. 18 Nisan seçimlerinde, aday listelerinde uzun süredir aşina olunan çok sayıda ismi bulunduran partilerin hepsi ciddi bir oy kaybına uğradı.

Bu noktada bahsettiğim, sık sık duymaya alıştığımız, “artık bu eski siyasîler değişsin” sözlerinin ifade ettiği “ihtiyaçla” ilgili değil. Çünkü, bu talepler “değişim” yatırımı ile âlâkalı. Oysa benim söylediğim, “kendinden kılma” ile ilişkili.

28 Şubat sürecinin bu noktada önemli bir kırılma yarattığını düşünüyorum. Kimseye iktidar vermeyeceklerini ilân edenler, otomatik olarak “bari bizim gibi ses çıkartanlar gelsin” fitilini ateşledi. Çünkü, geçen sayıda Ahmet Küskün’ün isabetle kaydettiği gibi “bağırarak başlayıp, susarak bitiren”ler, “Sessiz çoğunluğa” kulağını kabartanlar, “benim halkım” vodvilinin başarısız oyuncuları ve internette işçi sınıfını arayanların verdiği ses kulak doldurmadı. Vekalet bu sefer ehline verildi.

Bu noktada, hafızadan, sicilden bahsedersek; seçilen kadar, seçenin de müktesebatına bakmak gerekmez mi?

MİYOPLUK DA KUSUR MU?

Son beş yıldır, siyaset üzerine yazılan çizilen şeyler, özellikle de analizler, büyük bir çoğunlukla “siyaset” dışı dayanaklara aşırı prim verir oldu. Bu iş öylesine ifrada vardırıldı ki; siyasetin rasyonel kurallarını kimse aklına getirmiyor. Oysa, en apolitik zeminlerde bile, siyasetin asgari rasyonelleri hükmünü icra ediyor. Dolayısıyla, siyaset dışı odakların siyaset üzerindeki etkisi ancak bu asgari zemin üzerinden okunabilir ya da ancak böyle bir okuma anlamlı olabiliyor. Yani bir başka deyişle, denklemin doğru kurulması; asıl elemanlarla, büyük bir etki vücuda getirse bile tali değişkenlerin rollerinin doğru kavranmasıyla mümkün. Sosyo-politik süreçlerin sadece “üst politika” penceresinden izlenmeye çalışılması; nabız tutmanın, “etkili çevrelerle” daha sık yemeğe çıkmak olarak algılanması, miyopluktan daha ileri bir görme problemine yol açıyor. 18 Nisan seçim sonuçlarının önceden “görülemeyişinde” de, bunun etkisi hiç de az değil.

Evet, 18 Nisan’da başka bir takvim tarihi (28 Şubat) net bir sonuç yarattı. Daha açık söyleyişle kazandı ve hükmünü büyük bir rahatlıkla devam ettiriyor. Ancak, bu “kazanç” yine “negatif” bir sonuç. Çünkü, 28 Şubat, “istemediği” konusunda netice aldı. (Yine de buraya bir ihtiyat parantezi açmak gerek; belki de istediği konusunda da netice almıştır).

Neyse bu sonucu değiştirmiyor: Yaklaşık on yıldır şapkalarını değiştirerek politik arenada gezinen önemli bir oy potansiyeli yine kendi rasyonellerine uygun bir sonuç doğurdu.

Sistem, politikanın rasyonel kurallarından ve tabanın pragmatik tercihlerinden tamamen kendisini bağımsız kılamayacağı için, bu kurallar hâlâ belirleyici sonuçlar doğuruyor.

O zaman, durup bu memlekette göz göre göre yerleşikleşmiş olan hangi dinamiklerin, bu rasyonel kurallarla buluştuğunu biraz düşünmek gerekmez mi?

DÜNYA AYRIŞMASI

Türkiye’de politik zemin ve seçmen davranışları, son derece kapalı bir değerler dünyasının, hattâ buna dünya demek de gerekmez, haznesinin içinde kuruluyor. Bu değerler sistemi, bir zenginlik değil kaba bir körlüğü var ediyor. Bu kabalık da, en çok ötekini tarif ederken ortaya çıkıyor: “Açık kadınlar kendilerinin olmadığı için” tesettürün savunulduğu da söylenebiliyor, “Allahsızların gözlerinin kapalı kadınlarda” olduğu da. Her ikisi de, “hakikaten öyle” dedirtebiliyor. Herşeyin arkasında, “Suudi sermayesi” veya “Siyonist ajan” aramak aynı şeyi besliyor. Amerikan vatandaşları samimi mümin, sistem yalakaları sosyalist olabiliyor. “İslâmi kanal kuruyoruz” diye toplanan paralarla, en yakası açılmadık programların yer aldığı yayın yapılabiliyor. Herkesi Susurluk için ışıkları söndürmeye çağıranlar, Mehmet Ağar’ı “yeni lider” ilan edebiliyor.

Bütün bunlar olup biterken, dünyalar yüzlerce eksende ayrışıyor, kopuyor, uzaklaşıyor. Sonuçta; meyhanelerin dışarı masa atmasını rejim sorunu yapanlarla, Malatya’da polise direnip asker gelince ortalıktan kaybolanlar birbirini asla anlamaz hale geliyor. Kimse, herkes için demokrasi değil; herkes, kendisi için otorite istiyor.

Ve hafıza, bir toplumun kollektif belleğinden başka bir şey oluyor. Buna birde, 12 Eylül öncesini sadece, yıllarca TRT’de yayımlanan “yıldönümü” programlarından öğrenen gençleri de ekleyin.

Öyleyse, dar dünyalarımızın ve başka dar dünyalardan yansıyanların kolay cevaplarıyla avunmaktan daha fazlasına ihtiyaç yok mu?

GENÇLER NE YAPAR?

18 Nisan seçimlerinde, yeni seçmenlerin, daha açık bir ifadeyle genç oyların önemli bir belirleyiciliği olduğuna kuşku yok. Kim bunlar? Özel bir akrabalık bağı olanları dışında kaçını tanıyoruz?

Tanımadığımız o gençler, yazının başında da söylediğim gibi “istikrar” istiyor. Özgürlük değil otorite istiyor. Okullarında bir arkadaşları diğer arkadaşlarını vurduğunda, “devlet nerede” diye bağırıyor. “Türksen öğün, değilsen itaat et” pankartları yazıyor. Daha ortaokul sıralarındayken, gittiği lunaparktaki salıncakta anlamını bilmediği bir el işaretini yaparak eğleniyor. Çünkü, bu işareti olumlu ya da olumsuz heyecanların sembolü sanıyor. Sonra gittiği okulda “başkan” oluveriyor.

Birikim’in 118. sayısındaki yazıda şunları söylemiştim: “Tarkan’a en çok onlar kızıyor. Çıplaklığın yasaklanmasını onlar istiyor. Uzmanlığı en çok onlar önemsiyor. Kontrolü en çok onlar talep ediyor. Cümlelerini birbirlerine benzetmeye en çok onlar uğraşıyor”

“Demokrasi” diyene, “teröre karşı mısın?” diye soran, sonra da sövgülerini sıralayanları yıllardır dinleyerek büyüdü bu gençler. Daha ılımlı olanları, demokrasiyi, işler düzelince gelecek bir şey zannettiler.

Hırpalayıcı bir kimlik olarak gençlikten vazgeçen gençler, kolay kimlikleri kapan ve açıkçası bunun getirilerinden de faydalanan ihtiyarlar oldular. Sadece kimlik kazancı ile sınırlı kalmayan, statüler ve daha da önemlisi meşruiyet sağladılar.

Şimdi oturup, gençlerin kafadan ilerici-devrimci oldukları inancını bir daha gözden geçirmek gerekmez mi?

SEÇİME DÖNELİM

Yeterince soru sorduk. Ama daha yüzlercesini üretmek ve sormak gerekiyor galiba. Fakat, bu noktada artık biraz da 18 Nisan seçimlerinin Türkiye’yi taşıdığı yerden bahsedelim.

18 Nisan, kazanan ve kaybedenleri ile bir şaşkınlık tablosuydu. Hem kazananlar, hem kaybedenler şaşkındı. DSP beklendiği gibi önemli ölçüde oy arttırmış, fakat ciddi bir patlama yapan MHP yüzde 18 oyla ikinci sıraya yerleşmişti. Merkez sağda, Birikim’de yer alan onlarca yazıda ifade edilmiş olan çözülme dibe vurma halinde neticelendi. CHP barajın altında kaldı.

Bu çarpıcı tablonun bakılacak bir sürü yeri var. Ama hem daha çok uğraştığım, hem de daha önemli gördüğüm için MHP’den bahsetmek daha doğru olacak.

MHP’nin aldığı sonucun gerekçeleri çok çeşitli. Geçen sayıdaki Tanıl Bora’nın, Ahmet Küskün’ün ve Ömer Laçiner’in yazıları bu konuda önemli noktaları işaret ediyor. Seçim öncesinden başlayarak çeşitli yerlerde ben de bir takım şeyler yazdım. Bu yüzden, yeniden tek tek bu nedenlerden bahsetmek istemiyorum. Sadece, çok önemli gördüğüm bir şeyi not etmekle yetiniyorum: MHP’nin aldığı sonuçta etkili olan ve çoğu birbiriyle çelişiyormuş gibi görünen çok farklı dinamikler rol oynadı. İşte bu yüzden, “kimden ne oy geldiğinin parmak hesabını” yapmak yerine bu önemli nedene bakmak gerekiyor. Neden, bir sürü dinamik böyle bir yatakta buluştu? Her gerekçenin kendi içinde tartışılması gerekiyor ama bu gerekçelerin buluşmasının çok daha mühim bir tartışma alanı olduğuna inanıyorum.

“FİKRİ İKTİDARDA”

12 Eylül’deki MHP davasında, şimdi ANAP’lı olan MHP yöneticisi Agah Oktay Güner’in ünlü “Fikri iktidarda kendi zindanda” sözünü herkes hatırlıyor. (Bu hatırlama konusunda küçük bir parantez açmak lazım, kimse aslında pek bir şey hatırlamıyor. Ayrıca, 20 yaş altı çocuklar ne yapsın.)

Çok uzun bir süredir söylenmese de yürürlükte olan başka bir söz de; “Fikri iktidarda, kendi sokakta”ydı. Şimdi, “necip” Türk milleti bu “çelişki”ye son verdi. 3 Mayıs tarihli Kurultay gazetesinde, Devlet Bahçeli “Merkeze yaklaşmadık; merkez zaten MHP idi” diyor.

Son derece parçalanmış dünyaların hüküm sürdüğü bu topraklarda, daha kalabalık olan dünya, nüansları aşan geniş ittifak için MHP’yi seçti. Halihazırda diğer partilerde bulunan ve küçük olmayan bir potonsiyelin de bu mecraya çok uzak olmadığını düşünmemek için bir sebep yok.

Türkiye’de 1989’dan beri, her seçimde birinci parti değişiyor. Bu, ekonomik, sosyal, kültürel ve ideolojik tepkilerini siyaset zeminine akıtmaya çalışan önemli bir kitlenin varlığının kanıtı sayılabilir. Hatları belirginleşmemiş, hattâ sürekli olarak yeniden çizilerek iyice karıştırılmış bir siyasî zemin, kaçınılmaz olarak, blok oy kaymaları yaratıyor. Tepki oyları da tepkimeye devam ediyor.

“Kitle ruhu”nu harekete geçirme konusunda son derece elverişli olan milliyetçilik söylemi, bu seçimde “yoksulluk” realitesiyle doğrudan ilişki kurdu. Fazilet’in taşıyamadığı, DYP’nin yüklenemediği taşra muhafazakârlığı da bu kez kendisini MHP’de deniyor. Bir başka söyleyişle, şimdi milliyetçilik şapkasını giyiyor. Ancak, bu toplumun son on yılda gösterdiği performans, bu şapka ile daha uyumlu olacağının göstergesi sayılabilir.

BU NE ANLAMA GELİR?

Geçen sayıda Tanıl Bora’nın çok isabetli biçimde kaydettiği gibi, bu sonuç, “Türkiye’de politikanın ve rejimin 12 Eylül’de reorganize edilen ve ’91 sonrasında tedricen restorasyandan geçen yapısını, karakterini kökten değiştirecek sonuçlar doğuracak değildir.”

Zaten, uzun süredir yürürlükte olanın, daha “ehil” kadrolar ve söylemlerle doğrudan buluşmasıyla karşı karşıya olunduğunun idraki önemli. Bunun en anlamlı özeti şudur; “milliyetçi-muhafazakâr” tamlamasında özetlenen ve “katı hali” milliyetçiliğin belirleyici hâkimiyeti altındaki “sağ”, “sivil faşizan” reflekslerle bağı çok daha doğrudan olan bir gövdede kristalize olmuştur. Yani daha kısa söyleyişle, başka kostümlere ihtiyaç duymadan daha çıplak biçimde zuhur etmiştir. Bu sonucun, merkez elitleri tarafından “meşrulaştırılması” ve “değişim” tartışmalarından daha önemlisi, “değişmeden meşruluğun” önemli bir kitle tarafından ifade edilmiş olmasıdır.

Bunun popülist söylemdeki adı “millî irade”. Demokrasi, diyerek konuşmaya başlayan herkesin, “milli irade”ye asgari saygısının bir zorunluluk olduğu önkabulü doğru. Ama, “demokrasi ve milli irade”, bizzat bu kavramların öznelerinin bu kavramlarla kurdukları ilişkilerden ve “karakterinden” bağımsız olamaz. İşte bu yüzden, “milli irade”nin çıkarttığı sonuçtan daha çok, bu iradeyi yaratan zeminle ilgilenmek gerekiyor. Yani, her çıkan sonucun “kutsal” sayılması, yine demokrasinin kendi doğası gereği imkânsızdır. Çünkü demokrasi, kendini var edebilen veya edemeyen kültürden bağımsız olamaz. Ancak, bunun karşısına, “çağdaş yaşamcı tepkiler”in aktığı, “rejim elbette kendisini korur” saçmalığını yerleştirmek de, son derece sakatlayıcı bir tutum.

SAĞ VE SOL

“İdeolojiler öldü” devri çok sert hüküm sürdü. “Artık sağ ve sol yok. Bunlar anlamsız pozisyonlar” lafları uçuştu. 18 Nisan seçimlerinin ortaya çıkarttığı en önemli sonuç, bu pozisyonların ne kadar sahici olduğunu bir kez daha ortaya çıkartmış olması.

Artık çok açık biçimde sağ ve sol, en belirleyici siyasî pozisyonlar olarak, bundan sonraki bütün süreçlere damgasını vuracak. Fakat, görünen o ki; bu tabloda tam bir eşitsizlik var.

Özellikle, DSP’nin MHP ile koalisyon yapmayacağının ortaya çıkmasından sonra bu pozisyonlar çok daha net biçimde ortaya çıktı. Yıllardır sağcılığı kabul etmeyen FP, “Meclis’teki 414 sağcı milletvekili”nden dem vuruyor. Sağ aydınlar, “solculara teslim olunmamasını” telkin ediyor.

Bu yazı kaleme alındığı sırada henüz sonuçlanmamış olan Meclis Başkanlığı seçiminde bu tablonun net sonuçları görülecek. Daha sonra hükümet kuruluşunda, Cumhurbaşkanlığı seçiminde ve ihtimal yeniden gündeme getirilecek “başkanlık sistemi” tartışmalarında da.

18 Nisan seçimlerinde “sahici sağcılığın” pirim yaptığı ortaya çıktı. Solculuğun ne kadar destek aldığını ise DSP oylarından okuyamıyoruz. Başka oylardan okuduklarımız ise, hayli moral bozucu.

ECEVİT’İN SEÇİMİ

Medya’nın, “tamam bu iş bitti” dediği noktada Ecevitler çok sürpriz bir çıkış yaparak, MHP’yi devre dışına ittiler. Bu yaklaşımın, bir çok gerekçesi olabilir ama gerekçelerinden biri de, Ecevit’in sol reflekslere kendini açmaya karar vermiş olması. DSP’nin oyunu konsolide ederek, merkez sola kalıcı biçimde yerleşmesi ve ihtimal toparlanma sürecine girebilecek CHP’yi yerde güreşe zorlaması için bunu yaptığını da düşünebiliriz. Ecevit’in Merve krizi sırasında Mecliste takındığı ve aslında şaşırtıcı olan tavır da, “hassasiyet”lerin DSP politikalarına daha direkt yansıyacağını gösteriyor.

Ancak, Ecevit’in önemli bir açmazı var; merkez elitleri tarafından açılmış geniş kredi nedeniyle, sağ blok karşısında muhalefete çekilme lüksünü kullanma imkanından yoksun olması. Ancak, yine de böyle bir olasılık tamamen yok değil: Ecevit’in “MC yaratarak” muhalefete çekilmesi.

Daha güçlü bir olasılık; dibe vurmuş merkez sağ ile bir koalisyonla “yumuşak geçişi” sağlamaya çalışması. Böyle bir temasın, klasik merkez sağ içerisindeki liberal unsurları da çekebilmesi beklenir. Bu noktada da ikinci açmaz ortaya çıkıyor, teşkilatsız bir sol hareketin operasyonel zayıflığı. Fakat, MHP ile temasa gelmekle oluşacak sorunlarla kıyaslandığında Ecevit’e daha kolay görünmüş olması pekâlâ mümkün.

Hangi formül yürürlüğe girerse girsin, Ecevit’in bundan sonra, şimdiye kadar hiç yapmadığı kadar kendi soluna doğru konuşmaya başlaması da hiç şaşırtıcı olmayacak.

DİĞERLERİ...

ANAP ve DYP’nin Ecevit operasyonunda partner olmaları, ilk bakışta problemli olarak görünebilir. Çünkü, MHP ile kadro ve taban düzeyinde riskli bir geçişkenliğin bulunduğu bu partiler, MHP’nin biraz da “rencide” edilerek devre dışına çıkartıldığı bir operasyonda fazla risk görebilirler. Ayrıca, muhtemel milletvekili transferleri de, bu tehditi artıran bir unsur olarak duruyor.

Fakat, gerek tüzel kişilik, gerek siyasî bir çizgi olarak devamları konusunda hesap yapmaya başlamış olan bu partilerin önünde zengin seçenekler durmuyor. Ve yine bu partiler uzun süre iktidarla sıfır temas noktasında duramayacak kadro yapılarına sahipler. Ayrıca, sağda politika yapmakta uzmanlaşmış kadrolar, MHP’ye akan oyun “muhalefette artacağı” yolundaki yaygın kanaate pek katılmayabilirler. Bütün bunlara ek olarak, özellikle bürokraside, “aman MHP geliyor” paniğini en çok yaşayanların, daha önce “ülkücü kontenjanı” ile merkez sağ partilerin kadrolaşmasından nemalanmış kişiler olduğunu da belirtelim. Uzun süre ayak direyerek, bu formülün nazlı ortakları olmaları şaşırtıcı olmaz.

FP’nin bu denklemdeki pozisyonu ise iştahlı bir belirsizlik içeriyor. Ahmet Küskün’ün geçen sayıda söylediği gibi “merkez sağcılaşma sürecini tamamlama” ile, “öz MHP” örneğinin başarısından alınan ilhamla “öz MSP” noktasına mı çekilecek. Çekilirse, “Milli Cephe mi, Milliyetçi Cephe mi?” tartışmalarına mı dönecek? Yüzde 22 ile yapamadığını, yüzde 15 ile yapmaya kalkıp çarptığı Merve duvarından nasıl etkilenecek?

DSP-MHP koalisyonun bozulmasıyla heveslenen FP, MC’yi ısıtmaya çalışıyor. Fakat, bu ortaklığın diğer taraflarının FP’yi dahil etme konusunda hiç istekli olmadıkları da açık. Dolayısıyla, FP’nin “kendi kendine gelin-güvey” olmuş bir mahsunluğu yaşaması çok muhtemel.

Bütün bu denklemin en önemli parçası olan “sistem”in, “kimseye iktidar vermeme” konusundaki kararlılığı da devam ediyor. “Sistem” açısından, kimin hangi politikalarla iktidar olacağından çok, “belirlenmiş politikaların” kimin tarafından uygulanacağı sorusu belirleyici.

MHP NE YAPAR?

MHP, seçim çalışmaları sırasında “artık sıra bizde” sloganı çerçevesinde, 30 yılda yetişen kadrolarına vurgu yapıyordu. “Sıra bizde”, elbette sadece Meclis’e girmekle sınırlı bir ifade değil. MHP’nin, ’70’lerdeki MC dönemlerinde büyük bir kadrolaşma yeteneği ortaya koyduğu bilinen bir gerçek. Ayrıca, iktidar MHP’ye ve benzer partilere her zaman yaramıştır. Onun için seçim sonrası strateji, tamamen iktidar ortaklığı üzerine kuruldu. Açıkçası, MHP bu konuda beklediğinden büyük bir kredi önerisiyle karşılandı.

Son ana kadar “oldu” gözüyle bakılan DSP-MHP koalisyonu defterinin kapanması, MHP açısından çok boyutlu yeni bir stratejiyi oluşturma gereğini ortaya çıkarttı. Çünkü, hiç beklenmeyen bu sonuca ilişkin bir kriz senaryosu ve B planı yoktu. Şimdi ortaya çıkan tabloda, MHP için iki seçenek var: Ya atak yaparak kendi sürükleyiciliğinde bir yeni hükümet senaryosu üretmek, ya da muhalefete çekilmek.

MHP’nin kendi dışında oluşan bu dengeyi bozmaya dönük manevra imkânları az değil. Fakat, hem böyle bir operasyonun hiç de az olmayan komplikasyonları, hem de yeni dengede oluşacak yük caydırıcı etkiler.

Böyle bir hesabın öncelenmemesi yüzünden Bahçeli, hemen seçimlerin sonrasında “FP ve DYP dinlensin” deyivermişti. Bu çıkış, mevcut dengeye ilişkin bir değerlendirmeden çok, taban dinamiklerine dönük göndermeler içeriyordu. Diğer yandan, doğrudan sorumlusu olacağı bir hükümet formülü içindeki MHP, hem fazla kolay elde ettiği “meşruiyet”, hem de uygulanacak politikalar konusunda doğrudan sorumlu olmanın ağırlığı bakımından sıkıntıya girebilir. Bu seçeneğin sorunlu bir noktası da, ciddi kan kaybına uğramış bulunan ve gelecekte oy devşirmeyi düşündüğü diğer sağ partileri sırtında taşımak durumunda kalması.

MHP, tamamen muhalefete çekilip konjonktür etkilerine kendini açık bırakırsa da, bu seferde tabanın ve beklemekten yorulmuş kadroların kontrolü zor tepkiselliğini sırtlamak zorunda kalacak. ’70’li yıllarda da örnekleri yaşandığı gibi toplumsal tepki potonsiyelini bir yeni kart olarak devreye sokması da beklenebilir. Önümüzdeki günlerin sıcak gündemi de düşünüldüğünde, bu konuda hayli imkân bulacağı açık. Fakat, burada da “armutun sapı, üzümün çöpü” sorunu yeniden zuhur edecektir.

Bu strateji, istenen şartlarla ve doyurucu sonuçlar getirirse bunun devamı da beklenir. Fakat, sürekli bir hareketliliğe ihtiyaç duyan tabanın ve alt kadroların tam denetimi için bir garanti demek değil bu. Çünkü, bizzat MHP yöneticileri, değil alt kadroları Meclis grubunun bir bölümünün bile tam kontrolü konusunda endişeli.

EZBERİNİ DEĞİŞTİRMEK

18 Nisan seçimleri sonrasında, MHP’nin oy patlaması sol kamuoyunda önce şaşkınlık, sonra da panikle karşılandı. Herkes hafızalarını parlatırken, bir yandan da kendiliğinden bir anti-faşizm kabarması beklentisi oluştu.

MHP’nin yükselişi karşısında, solun kendiliğinden ve bir tür otomatik ilişki içinde bir ivme kazanacağını düşünmüyorum. Çünkü, solun MHP’nin yükselişinden bağımsız yapısal meseleleri olduğunu ve böylesi konjonktürel bir değişkenin bunu bir anda değiştireceğini pek düşünemiyorum.

MHP’nin beklenmeyen sıçrayışı, sol kamuoyu açısından travmatik bir ayma sürecini başlatabilir. Toplumun değişik kesimlerinde oluşan tedirginlikle doğal bir ilişki zemini de doğabilir. Ama bunların “bir olanak” olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceğinden pek emin değilim. Hele, solun yıllardır çekildiği “savunma hattı”nı tahkim ederek güçleneceği noktasında daha da ciddi şüphelerim var. Üstelik, bu gelişme karşısında endişe serdeden kesimlerin önemli bir kısmının, geçtiğimiz dönemde “pop milliyetçi dalga”ya, şovenist saldırgan tutumlara ve daha da önemlisi otoriter bir zihniyete fazlasıyla omuz vermiş olmak gibi bir sicille sakatlanmış olduğunu unutmamak gerek.

Her şeyden önce sol, birçok konuda olduğu gibi bu konuda da ezberini değiştirmek zorunda. Çoğu tercüme teorik kalıplarla bu memleketin “sahici” dinamikleri karşısında durmak mümkün değil. Hatırlıyorum, bundan bir sene kadar önce, ÖDP’nin düzenlediği bir forumda, ülkücü hareketin dinamikleriyle ilgili bir sunuş yapmıştım. Ve o toplantıda bulunan birçok konuşmacı tarafından, “emperyalizmin maşası” ve “iç harp aygıtının bir parçası” olduğu iddia olunan “basit” bir yapıyı abartmakla itham edilmiştim. Şimdi, o insanların oturup 5.5 milyon oyu hangi “emperyalist ajanların” veya “devlet görevlilerinin” sandıklara doldurduğunu bana ve herkese anlatması gerek. Eğer, olguları kendi özgül koşulları ve yine kendi içinden anlama ve anlamlandırma gayreti gösterilmezse, birikim olarak düşünülen şeyler de “taktik” yüzeyselliğin üzerine çıkamaz. Yani, önce takkeleri çıkartıp herkesin önüne koyması lazım galiba. Aksi takdirde geçen sayıda Tanıl Bora’nın söylediği gibi: “tarih anlatmadan, faşizm kuramlarından alıntılara, itirafnamelere ve dehşetengiz perde arkası olaylarına başvurmadan MHP’nin ne olduğunu izah edemeyen bir anti-faşist ideolojik mücadele, solcular arası bir hizmet-içi eğitim bahsinden başka işe yaramıyor.”

Korkarım, bu taktik yüzeysellik sınırında kalan yaklaşım, bu taktikleri ciddiye alan genç çocukların okullarında daha çok sopa yemesinden başka bir sonuç vermeyecek.