Sol ve Milliyetçilik: Yanyana Gelebilir mi?

18 Nisan seçim sonuçlarını Türkiye’de milliyetçi akım(lar)ın yükselişi, egemen hale gelişi olarak yorumlayanların pek çoğu, günler geçtikçe bunun o kadar da endişe verici bir olgu olmadığını düşünme rotasına girdiler. MHP’nin % 3-6 oy gücüne sahip olduğu 1970’li yıllardaki “performanslar”ını gerektiğinde tekrar gösterebileceğini kanıtladığı 1990’lı yıllardaki seyrek, ama hafızalarda canlı olayları hatırlayanların şimdi üç misli oy gücüne erişmiş bu hareketin neler yapabileceğini düşünerek kapıldığı endişe, MHP’nin beklenmedik ölçüde sakin duruşu karşısında epeyce yatıştı. Ve yerini “MHP’nin değiştiği” tezine yaslanan bir gevşemeye bıraktı. Bu gevşeme havası gerçi MHP genel başkanının yeterince uyarıcı “değişmedik” vurgusuyla biraz bozulduysa da hafif bir hız kesikliğiyle de olsa “MHP’nin yine de değişmiş olduğu” kabulüyle sürdürüldü ve sürdürülüyor. Nitekim bu yazı hazırlanırken MHP ile koalisyon pazarlıkları yapan DSP Yönetiminin MHP’ye ilişkin kuşkularının hâlâ giderilememiş olduğuna dair açıklamaları ile görüşmeleri kestiren bir tavır takınması bir kısım çevrelerce DSP’nin oyun bozanlığı gibi değerlendirilebildi.

Böyle düşünenlerin arasında -şimdilik açıkça dillendirmekten biraz çekinmekle birlikte- solda addedilen epeyce bir kesim de var. Ayrıca DSP’nin MHP ile bir koalisyon kapısını kapatmadığını da belirtmek gerekir. Başka ince hesaplar bir yana DSP’nin bu tavrı, kamuoyunun, özellikle genel sol kamuoyunun MHP ile koalisyon fikrine, biraz daha ısınmaya yönelik zaman kazanmak için aldığı da düşünülmelidir.

MHP ile, Türk milliyetçiliği akımı ile “sol”un arasını ısıtmak, aradaki “buz”larını eritmek şimdilerde başlatılan bir operasyon değil. Epeyden beri birkaç koldan başlatılmış bir çaba söz konusu. Türkeş’in sağlığında MHP’nin o ünlü “laikliği savunma” mitinglerine daveti ile “devlet”çe başlatılan girişim, on yıllardır kendisini “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman” diye tanımlayan, “Türk titre ve kendine dön” sloganının yanısıra tekbir de getiren bu harekete Hira Dağı ve tekbir karşılığında “merkez” aboneliği teklif etmekteydi. MHP’nin hayır demediği bu girişim partinin 1995 Seçimlerinde baraja takılmasıyla yarım kalmıştı. 28 Şubat ertesinde laiklik cephesinin redifliğine soyunanlar devralıp daha da geliştirerek bir “solcu”-Türkçü ittifakının fikir zeminini kurmaya koyuldular. İP’in, Cumhuriyet yazarı Attila İlhan’ın şevkle katıldığı Sultan Galiyev’in “Sosyalist Turan” projesine ilişkin tezler bu samimi diyalogların kaynak malzemesi idi. Kendilerine “ulusal sol” sıfatını veren “sol Kemalist”lerin MHP’nin, Türk milliyetçiliği akımının kanlı, karanlık ilişkiler ve eylemlerle örülü somut tarihini gündeme getirmeme “inceliği”ni göstererek pek bir hevesle sürdürdükleri bu yanaşma çabaları bu kesimin “ağır topları” tarafından uzaktan ama sempatiyle izlenirken 18 Nisan Seçimleri yapıldı. Ve o ağır toplar da baklanın ağızdan çıkarılma vaktinin geldiğine hükmettiler.

Bay İlhan Selçuk’un kaleminden sunulan Türk milliyetçiliği ile ittifak arama önerisi geniş sol kamuoyunun uzağında yürütülmüş bu girişimi olumlayarak ifşa edince gelen yoğun tepkiler karşısında bu “Aydınlanma bilgesi” söylene söylene sesini kesti, ama yakında yine ve herhalde koro halinde konuşmaya başlayacakları muhakkak. Şüphesiz kendilerini Kemalist diye niteleyenler ve sosyalizm ile ilişkisi, onun çürümüş cürufu olmak olan İP gibileri, kendi adlarına istedikleri kapıya yanaşma hakkına sahiptirler. Ama bunu sol, sosyalizm adına asla yapmış sayılamayacaklarını, buna asla hakları olmadığını ilân, anlatma ve kabul ettirme yükümlülüğü de ortadadır. Bu yükümlülüğü üstlenecek olanlar, gelinen noktada milliyetçiliğin, hangi kılıf altında, hangi sıfatlarla süslenmiş olursa olsun karanlık, ilkel güdü ve eğilimlere çağıran bir ideoloji olduğunu teşhir etmenin zor, ama ertelenemez önemde ve çetin bir tarihsel görev olduğunun bilincinde olmalıdırlar.

Fakat belirtmek gerekir ki, milliyetçilik ne sadece en örtüsüz ve yoğun ifadesini bulduğu MHP türü hareketlerden ibaret bir olgudur Türkiye’de ve ne de milliyetçiliğin teşhir ve mahkûm edilmesi için sadece geçmişini, örneğin 1970’li yıllardaki kan ve hunharlık yüklü sicilini hatırlatma zorunludur. Özel bir ideoloji olarak milliyetçilik Türkiye’de siyasal akım ve partilerin hemen tümünde derece derece veya kimi aslî ögeleriyle yerleşik olmasının yanısıra, bir zihniyet kalıbı olarak çok daha köklü ve yaygındır. Bu zihniyet kalıbı, sosyalizm de dahil tüm ideolojik boyutlu hareketlerin düşünsel ufkunu daraltan, onların en asli ögelerini kısıtlayan, sönükleştiren rolüyle genel siyasal-toplumsal, kültürel düşünüş ve davranış dünyamızın -bu ülkenin tarihsel birikimleri, potansiyeli ile ölçüldüğünde- bunca kısır oluşunun da başlıca nedenidir. Bu bakımdan milliyetçiliği sırf örneğin MHP gibi bir oluşumu öteki parti ve hareketlerden ayrı ve farklı kılan bir tarife sıkıştırmak özellikle bu ülkede ve bu kritik çağ dönümünde son derece yanlış ve yanıltıcı bir yaklaşım demektir.

Milliyetçiliğin, millî devletlere özgü iç ve dış politikaların şu son iki yüz yılın dünya tarihini önceki devirlerin tümünün toplamını kat kat aşan bir kan, katliam, zulüm ve yıkım sahneleriyle donattığı, en azından insanlık tarihinin genel bilançosunun bu “kaleminin bunca ürpertici bir kabarıklıkta oluşunda en büyük etmenlerden biri olduğu nasıl görmezden gelinebilir?” Yalnızca bizde değil, tüm toplumlarda da gayet yaygın olabilen “sıradan” milliyetçiliklerin “normal” saydırdığı bir düşünüş tarzı, milletler, etnik topluluklar arasındaki güç, egemenlik savaşlarını “doğallaştıran, meşrû ve kaçınılmaz saydıran özelliğiyle bu bilançodan, onun özellikle “biz”i ilgilendiren fasıllarından ürpermememizi, bunları sorgulamamamızı sağlayan bir afyon gibidir çünkü. O nedenledir ki, bugün MHP Genel Başkanı hem 12 Eylül öncesi MHP’nin tüm yaptıklarına sahip çıkıp, benzer ya da benzetilebilir koşullar olduğunda yine aynı şekilde davranacaklarını, yani “değişmedik”lerini belirtirken hem de “uzlaşma”dan, “karşılıklı anlayış”tan, hattâ “geçmişe sünger çekmek”ten aynı cümle içinde söz edebiliyor. Çünkü bilmektedir ki, sıradan milliyetçiliğin, onun zihni kalıp ve değerlerinin egemen olduğu bu toplumda “milliyetçi”liği vurgulu bir hareketin sicilindeki kan ve şiddet, onun normal “karakteri”dir. Bunu saklaması, bundan utanması hele özür dilemesi gerekmediği gibi, o sicil ve karakterin çağrıştırdığı “güçlülük” derecesi oranında yarattığı korku ve hayranlık karışımı duyguyla “hareket”e bir zemin de sağlar. Ve hareket, bu zemin üzerinden “gücü”nü arttırdığı oranında sıradan milliyetçiliğin güç karşısındaki korku hayranlık karışımı algı kimyasında hayranlık ağır basmaya ve böylece itaat ve teslimiyet “üretmeye” başlar. Dolayısıyla sıradan milliyetçilikten beslenen kökleriyle MHP türü bir hareketin, örneğin 1970’li yıllardaki gibi kanlı, kıyımlarla yüklü sicili bir “şaibe” değildir. Sıradan milliyetçilikle hesaplaş(a)mayan, bunu “normal” sayan zihinlere MHP’nin 1970’ler sicili hatırlatıldığında nefretten ziyade hayranlığa kaymaya hazır bir korkudan başka bir sonuç çıkmayacaktır pek.

Oysa 1970’in o “şiddet yılları”nın öteki aktörü sayılan sosyalist/devrimci hareketler için hemen hemen tam tersinedir durum. Çünkü en temel planda sosyalist-devrimci ideoloji, insanın fizik güç, şiddet gibi onu hayvani varoluşla benzeştiren yanının değil, tam aksine onu insan kılan, ona ayırdediciliğini, “biricik varlık” oluşunu sağlayan özelliklerinin gelişmesini amaçlaştıran bir ideolojidir. Bu perspektif içinde insanı hayvanca yanımızın beslediği her tür fizik güç, şiddet ve egemenlik ilişki/eylemlerinden arındıran tamamen insana özgü vasıf ve etkinlik biçimleriyle örülü bir insanî-toplumsal varoluş durumuyla gelişeceği bir tarih rotasına yükseltmenin imkânlarını araştırır ve dener. Onun “karakteri” de budur.

Bu karakteri nedeniyle güç ve şiddet kullanıcısı haline geldiği durumlarda kendi kendisiyle çelişkiye düşmüş demektir. Şiddet ve güç kullanan bir taraf haline geldiği veya itildiği hallerde, bu halini meşrû, kaçınılmaz gösterecek her türlü gerekçenin var olması bile bu çelişkiyi ortadan kaldırmaz. Belki örter onu ama bu meşrûiyet örtüsü sosyalist hareketin kendi şiddet ve fizik güç pratiklerini sosyalizmin içsel bir gereği, hele değeri gibi sunan bir dil ve bilinç kaymasına, bozunumuna götürmemelidir. Kaçınılmaz olarak en sert ve çetin şiddet ve güç çatışmaları ortamına sürüklendiği durumlarda bile şiddet, güç ve silahı “kirletici” saydığını duyurtan bir tarzın içinde olmalıdır. Eğer 1970’lerde olduğu gibi bunu ihmal eder ve dahası kendi şiddet ve fizik güç kullanımını ululayan, bir devrimci değer ve araç gibi sunan bir dil ve tavır içine girerse, kendisini karşıtlarıyla aynı kategoriye sokmuş olur. Aradaki farklılığın “daha” ile ifade edildiği bu eşitleştirme zemininde sosyalizm, insanlığın başlangıcından beri sürüp gelen o az önce vurguladığımız arayışın temsilcisi olmanın yüklediği “karakter”i nedeniyle, ötekilere eşit ölçüler içinde yargılanmayacaktır. Çünkü bu karakterden dolayı renkler içinde beyazdır o. Şairin dediği gibi bütün renklerin aynı hızla kirlendiği bir ortamda, kirlenme birinciliği beyaza verilir elbette. Şiddet, silah ve öldürme eyleminin yarattığı bir kirlenmenin sosyalist hareket üzerinde herkesinkinden fazla bir kir gibi görülmesi, algılanması haksızlık sayılmamalıdır. Beyaz olmanın bedeli ve gereğidir bu. Aynı kirin siyah üzerinde farkına varılmaz gibi durması da öyle. Hattâ siyah o tür kirlerini “... gurur duyuyoruz” diyerek teşhir de edebilir.

Sosyalizm ile milliyetçiliği -de- türeten zihniyet dünyası ve yapısı arasındaki yukarıda özetle ifade edilen “karakter” zıtlığı nedeniyle soy milliyetçilik “içgüdüsel olarak” karşı çıkar ve direnir sosyalizme. Ve bu direncini, nefretini de sosyalizmin “insan doğasına aykırı oluşu” teziyle meşrûlaştırır.

Konumuz o meşrûlaştırmanın insanı hangi derekeye düşürmek anlamına geldiğini anlatmak değil, sadece soy milliyetçiliklerle sosyalizmin özellikle bu yüzyıl boyunca ve tüm ülkelerde tam karşıt kutuplar olarak çatışmalarının en derinde, insanı tanımlama ve kavramanın inanç, fikir, algı ve ruh dokusundaki niteliksel farktan, uzlaşmazlıktan kaynaklandığına işaret etmek istiyoruz. Bu iki zıt ve uyuşmaz karakterdeki akım, herhangi bir ülkenin, toplumun özel durum ve koşullarında ve konjonktürel etkenlerle nasıl bir siyasal-toplumsal hareket olarak biçimlenmiş olurlarsa olsunlar, derindeki o fark, onları karşıt konumlara savurmaya yetecek kadar güçlüdür. Taraflar bu karşıtlığı o ülke ve toplumun özellikleriyle, konjonktürel etkenlerle, dönem sorunsalı bağlamında açıklıyor olabilirler. Ama açıklamalar, karşıtlığın soyut, ancak alabildiğine hayatî ve önemli olan insanî varoluşun mahiyeti anlamı bahsindeki -o işaret ettiğimiz- kaynağına gönderme, vurgu yapmadığı sürece yüzeysel ve hattâ bilinçsiz sıfatını hak eder. Kaldı ki, soy milliyetçiliğin sosyalizmi “insan doğasına aykırı” diye suçlamayı, “düşmanlaştırma”yı hiç de ihmal etmediği dikkate alınırsa, onlar açısından bir “bilinçsizlik”ten söz etmemek gerektiği sonucuna varabiliriz. Dolayısıyla bu bağlamda bilinçsizlik daha çok sosyalistlerin sorunu olarak gözükmektedir. Bu bilinçsizlik, milliyetçilik ile sosyalizmin uyuşturulabileceği, hattâ bir sentezin mümkün olabileceği noktasına kadar vardırılabilmektedir.

Bu tür girişimler milliyetçilik ile toplumların güçlü bir ortak duygulanım halini ifade eden yurtseverliğin birbirine karıştırılabildiği özel buhran dönemlerinde bilhassa boy gösterir. Genellikle bir başka ulus milliyetçiliğinin saldırı, ezme tehdidi karşısında ya da öyle bir saldırının yıkıcı sonuçları ortamında o toplumun ortak dayanışma ve fedakârlık duygularıyla davranma halini ifade eden yurtseverlik şüphesiz sosyalistlerin herkesten fazla yakın ve yatkın oldukları bir davranış hali ve havasıdır. Ancak yurtseverlik, bir ulusun başka bir ulus-devletin en bağnaz bir milliyetçilikle yürüttüğü bir saldırıya uğraması halinde bile duyduğu gayet meşrû öfke ve tepkiyi, o ulusun kendisine değil, o eylemine, davranışına yöneltir. Kendi ulusu ile öteki uluslar arasındaki farklılıkları abartmayan, tarihsel olduğunu bilen ve o farklılıkları türsel, neredeyse genetik farklılıklarmış gibi algılama sapkınlığından uzak duran bir yaklaşım olma vasfını en zor durumlarda dahi korumasını bilmektir yurtseverlik. Oysa milliyetçilik bunun tam tersine ulusları tıpkı doğal varlık türleri gibi ezelden beri farklı ve ebediyen de farklı kalacak organizmalar olarak görür. Doğal türler arasındaki hayat mücadelesinin, av-avcı ilişkilerinin uluslararası “arena”da da benzer bir geçerliliği olduğuna inandığı için, diğer uluslarda gördüğü her farklılığı rakibin, düşmanın, avın veya avcısının özelliği olarak algılar. Nasıl doğal türlerin değişmez, her koşulda sürdürdükleri belli davranış kalıpları varsa ve türsel farklılıkları ile bu davranış kalıpları arasında tam bir tekabüliyet bağıntısı, bir özdeşlik kurabiliyorsak, milliyetçiler de öteki ulusların her tür davranışı ile onları farklı kılan özellikleri arasında tam bir özdeşlik kurarlar. Dolayısıyla da bir ulustan kendi ulusuna yönelik saldırgan bir tavır, başka bir nedene gerek duymaksızın doğrudan, hattâ tamamen o ulusun özellikleri ile, yani değişmez “öz”ü ile açıklanır. Oysa bir yurtsever, insanın ve toplumların tarih içinde değişip dönüşerek sürekli bir oluşum yaşadığını esas aldığı için, değişmez, sabit bir özü ve özelliklerinin olduğu fikrini reddeder: Uluslar adına ulus-devletlerin davranışlarını -ulusun tümünün desteğini almış bile olsa- o ulusun “özü” ile açıklamayı, o davranışı özün kendisi olarak görmeyi yadsır. O davranışın ait olduğu ulusa çektirdiği acı, düşürdüğü durum ne denli ağır olursa olsun, o davranış, eylem ile ulus arasına bir mesafe olduğu duygusunu, inancını titizlikle korumaya çalışır.

Ancak, bir ulusun doğrudan askerî saldırıya uğradığı durumlarda veya çağımızın çeşitlenen ve fiziki bir saldırı gibi algılanabilecek tarzda yürütülen uluslararası ekonomik, kültürel... ilişki ve etkinlikler ortamında bir ulusun çoğunluğu ile kapılabileceği sıkışmışlık ve ezilme duygusunun ağırlığı karşısında, yurtsever tepkinin o mesafe koyucu tavrı ile milliyetçiliğin davranışı “öz” sayan tavrı arasındaki anlamlı fark nüans gibi görünebilir. Dil ve argümanlar benzeşebilir ve milliyetçiliğin düz mantığının kolaylığı yurtseverlere de bulaşıp söylem düzeyinde fark kalmaz gibi olabilir.

Bir ulus (-devlet)un saldırısından başka türlü açıklanması mümkün olmayan durumlarda bu benzeşme milliyetçi ve yurtsever tepki üzerinden şekillenmiş bir sosyalist hareket arasındaki karakter farkını örtebildiği oranda iki hareketin sentezinin mümkün olabileceği yönündeki eğilimleri güçlendirir. Kaldı ki, bu durumlarda milliyetçi veya yurtsever-sosyalist hareketlerde yer almak bilinçli seçimlerden ötürü de değildir pek. Tanımı aynı yapılabilen durumlarda milliyetçi, yurtsever ve sosyalist tavır alışların farklılığının açıkça görülebileceği hallerde veya durumun bu yaklaşımların her biri tarafından gayet farklı farklı açıklanıp yorumlandığı bir konjonktürde orada bulunmayacak olanlar çoktur. O nedenle de insanların şimdi bulundukları diyelim milliyetçi konumlanış ile muhtemelen yer alacaklarını hissettikleri yurtsever/sosyalist duruşu uzlaştıracak formüller aramaları normaldir.

Bu yüzden örneğin Osmanlı Devleti’nin yıkılış, ülkenin işgâl tehdidiyle yüzyüze olduğu, herkesin bu tehdit ve bunu yapan güçler hakkında aşağı yukarı aynı teşhis ve tanımı yapabildiği 20. yüzyıl başlarında, Türk milliyetçileri ile sosyalistim diyenlerin, liberalizm tilmizleri ile İslâmcıların, aynı çatılar altında toplanmaları, aralarında argüman değiş tokuşunun olması, o son derece güçlü “üst belirlenim” altında gayet anlaşılır bir olgudur.

Aynı şekilde Ekim Devrimi’nin o istisnai konjonktüründe Çarlık Rejimi ve Avrupa’nın kapitalist ulus/devletleri tarafından ezilmiş ve horlanmış “Doğu”, İslâm-Türki toplumlarının milliyetçi tepkileri üzerinden bir hareket oluşturmaya çalışan Sultan Galiev’in o hareketi aynı rejim ve güçlere tepkiden doğan Sovyet Devrimi’nin ufku ile ortaklaştırma gayret ve girişimleri de yadırgatıcı değildir.*

Belirtildiği üzere bunlar son derece istisnai durumların sonucu ortaya çıkmış örneklerdir ve o bağlamda yadırgatıcı sayılmazlar. Ancak bu istisnalar milliyetçiliğin bir ideoloji ve siyasal hareket olarak kapitalizm koşullarında sosyalist harekete karşı tepki olarak doğmuş olduğu ve şekillenmiş olduğu gerçeğini, bu temel kaideyi asla bozmaz. Çünkü onun zihniyet yapısını kuran ve insan-toplum hayatının doğa-güç yasalarına tâbi olduğu, her insan ve toplumun (ulusun) değişmez ve değiştirilemez özsel farklılıklar taşıdığı ana fikri özel olarak sosyalist düşünüşe karşı konulmuştur. Dolayısıyla milliyetçilik sosyalizmin insan ve toplumların dönüştüğü, kendilerini dönüştürebileceği tezinin karşısına değişmez, “bozulduğu” takdirde yeniden eskisi gibi kurulması gereken “ideal” bir “statüko” fikriyle çıkar. Bu hem ulus içinde var veya kurulması gereken hiyerarşiyi ifade eden bir statükoyu hem de uluslar arasında hiyerarşiye dair bir statükoyu .....

(*) Bırakınız bunları, Alman emperyalizminin ağır bir yenilgi, yıkım ve kayıpların şokunu yaşadığı 1. Dünya Savaşı ertesi yılların koşullarında, şiddetli bir anti-komünizm eşliğinde güçlenen Nazizm saflarına katılanların bir kısmı bile, Alman ekonomisini perişan eden 1929 buhranı ortamında, Nazizmin söylemi, galip emperyalist devlet ve uluslara, hıncı öne çıkardığında aynı güçlere hınç duyan komünistlerle birleşmenin mümkün olabileceğini düşünen bir hareket başlatmıştı. Ancak soy milliyetçilik ile sosyalizm arasındaki uzlaşmazlığın derinliği ve mahiyetinin gayet bilincinde olan, iliklerine kadar hisseden Hitler bu, hayli de popü lerleşen girişimi acımasızca ezmişti.

içerir. Ve tam da bu nedenle kapitalizm koşullarında ne zaman toplum -ulus- içinde kurulu toplumsal hiyerarşiyi köklü biçimde değiştirmeyi hedefleyen bir hareket başgösterdiğinde, bu statüko değişiminden en fazla tedirgin olan kesimler, o statüko değişiminin “milletin öz karakterini değiştirmek, bozmak” demek olduğu iddiasıyla milliyetçiliğe sığınırlar. Ve bu “mantık uyarınca da o değişim hareketini ya ülke içindeki “aslında” ulus dışı unsurların bir hareketi ya da doğrudan “düşman bir ulusun/ulusların tertibi” olarak görmek ve göstermek isterler. Statükoyu bozan veya bozacak gibi görünen şey bir hareket değil de, bir dinamik, o dinamiğe yaslanan bir etkinlik türünün yaygınlaşması olsa bile bu yabancılaştırıcı, düşmanlaştırıcı yaklaşım yine söz konusudur. Bu durumda o etkinlik türü veya tarzının bir biçimde “ulus dışı” addedilen kişi ve kesimlerce yapıldığına dair kanıtlar tüketilir; ya da o etkinliğin hangi düşman ulusa has bir etkinlik olduğu, dolayısıyla o tür bir etkinlikte bulunmanın söz konusu düşman ulus özelliklerinin “milli bünye”ye sızması anlamına geldiği iddiasına sarılınır.

Kapitalizm, bir toplumda hiyerarşinin esas olarak iktisadî güce dayalı olarak belirlenmesi, biçimlenmesi yönünde gelişir. İdeolojik, askerî, kültürel, bilimsel etkinlikleri nedeniyle belli bir gücü temsil eden zümreler de bu etkinliklere tanınan önem ölçüsünde iktisadi güce göre belirlenen hiyerarşi kademelerine eklemlenen bir hiyerarşik düzen oluştururlar. Ancak sabit bir düzen değildir bu. Kapitalizmin giderek tüm toplumsal faaliyet alanlarını üretimin, iktisadın bir dalı haline sokan mantık ve iktisadi gelişmeyi tek amaç sayarak sağladığı dinamizm hem iktisadî güç konumlarını hem de o gücün sağlandığı etkinlik alanlarını sürekli değiştirdiği için statülerin ve hiyerarşinin asla sabit kalamayacağı bir durum söz konusudur. “Normal”de nisbi değişimlerin yaşandığı bu süreçte büyük iktisadî krizler ya da eskisini geçersiz kılan yeni üretici güç ögelerinin ortaya çıkışı, köklü teknolojik yenilikler çok daha kapsamlı statü değişimlerine yol açar, bazı kesimler dramatik bir güç ve statü kaybıyla toplumsal hiyerarşinin epey aşağılarına düşerken, başka kesimler ani bir yükselişle hiyerarşinin tepelerine yükselebilirler. Fakat kapitalizm gelişip yaygınlık kazandıkça, toplumsal hiyerarşinin tepelerinde bir “istikrar” oluştu. Yani ekonomik buhranlara dayanabilecek, gücünü koruyabilecek, üretim düzeni ve teknolojideki yenilikler kolayca adapte olarak, iktisadî gücünün kaynaklarını bu yeni alanlara kaydırarak statüsünü koruyan ve güçlendiren bir kesim vardı artık. Gerçi iktisadi dinamizm artmış, değişimler hızlanmış, toplumsal statülerde iniş çıkışlar daha yoğunlaşmıştı ama bu “fırtına” iktisadi-toplumsal düzenin üst katmanlarına pek az dokunacak biçimde daha aşağılarda cereyan eder hale gelmişti.

“Klasik” Marksist teori, bu fırtınanın mülklerini, statülerini kaybettirip çoğunu proleterleşmeye ittiği o kesimlerin tepkilerini bu işleyişin sorumlusu olarak görecekleri kapitalizmin zirvesindeki kesime yönelteceklerini öngörmekteydi. Kapitalist toplumların “istikrar”lı bir gelişim sürecine girdikleri 19. yüzyıl sonlarına kadar olaylar, olgular bu öngörüyü geniş ölçüde doğrular gözükmekteydi. Nitekim bu tarihlere kadar kapitalist işleyişin ciddi iktisadi-toplumsal krizlerle sonuçlandığı her ülke ve durumda, düzenin egemen sınıf(lar)ına yönelik tepki sosyalist, sosyalizan hareketler mecrasında şekillenmekteydi. Ama 1. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde durum değişti. İktisadi toplumsal buhran dönemlerinde eskisi gibi bir sosyalist hareket dalgası yükselirken, eşanlı olarak ya da o dalga kırıldıktan, yavaşladıktan sonra; hem bu sosyalist hareketlere karşı hınçla yüklü hem de tepkisini toplumsal hiyerarşinin daha alttaki kesimlerine “milliyetçi-ırkçı” gerekçelerle yöneltmiş faşist kitlesel hareketler ortaya çıkmaya başladı. Milliyetçi-ırkçı tepkilerin yöneltildiği o kesimlerin bir özelliği toplumlarının azınlıktaki etnik-dinsel bir topluluğu olmalarıydı ve ırkçı-milliyetçi tepki söylemi onların bu özelliği üzerine kurulmuştu. Ama aynı zamanda bunlar hatırlanabilir bir geçmişte o toplumların iç hiyerarşisinde çok aşağı bir statüde olup, şimdi kapitalizmle birlikte hukuken “eşit yurttaş” statüsüne geçmekle kalmayıp kapitalizmin iktisadi güç ve iktidar kazandırdığı etkinlik alanlarında sivrilerek toplumsal hiyerarşinin yukarılarına doğru tırmanmakta olan bir kesimdir. Kapitalizmin, iktisadî gelişmenin her atılımı onların bu tırmanışına yaramakta, önceleri tamamen çoğunluk ulus mensuplarının yer aldığı hiyerarşinin üst katmanlarından bunların bir kısmı daha aşağılara düşerken, yerlerini söz konusu kesim almaktadır.

O faşist hareketlerin milliyetçi-ırkçı söylemlerine eklemlenmiş anti-kapitalist temalar işte kapitalizmin statükoyu sürekli bozan bu “yanı”yla ilişkilidir. Faşist hareketlerin toplumsal hiyerarşiyi değişmez bir düzene bağlayan bir yapı kurma iddiaları ve iktidara geldiklerinde bunu yapmaya çalışmaları o nedenledir.


Bizi burada asıl ilgilendiren nokta, kapitalizmin başlangıç dönemlerinde kurulmakta olan düzenin zirvelerine yönelik olan alt ve orta sınıf tepkilerinin zamanla neden bu “dikey” karakterini tedricen yitirip “yatay”laştığı, kendileriyle eş düzeyde, hattâ bazı bakımlardan daha zayıf bir kesime yoğun bir şiddetle yönelir hale geldiğidir.

Bu olgu, kapitalizmin belli bir gelişme evresine vardığı noktadan itibaren toplumsal düzen hiyerarşisinin ortalarından aşağıya doğru yer alan -alabilecek olan- kesimlerde başgösteren bir “özgüven kaybı-buhranı” ile büyük ölçüde açıklanabilir gözükmektedir.

Gayet özetle ifade edilecek olursa, kapitalizmin başlangıç evrelerinde söz konusu orta ve alt sınıftan kesimler, kendileri ile hiyerarşinin tepesindekiler arasında mülk, servet ve bunlar sayesinde edinilmiş eğitim, kültür, bilgi .. farkı gibi insanî kapasite ve niteliklerle değil, koşullar ve imkânlar gibi değiştirilebilir, edinilebilir şeylerin ürünü sayılacak farklılıklar görürlerdi genellikle. Kapitalizmin bu evresinde egemen hale gelmekte olan aydınlanmacı zihniyetin ve cumhuriyetçi/burjuva devrimlerinin yaydığı eşitlik ve özgürleşme ideallerinin dayandığı hızla popülerleşen fikirlerin bileşkesinde oluşan bir inançtı bu. Bu inanç, mevcut koşullar örneğin -mülkiyet hukuku- değiş(tiril)diğinde ve kendileri de yoksun oldukları imkânlara kavuşabilir olduğunda halihazır piramidal hiyerarşinin çökertilebileceğine, bu piramidin tepelerindekiler tarafından yerine getirilen “üst” işlevlerin halk -herkes- tarafından yapılabilir olduğu, bu düzenin kurulabileceğini savunan bir dizi hareketin, akımın kolay ve yaygın bir destek bulmasını sağlayacak kadar güçlüydü. 19. yüzyılın ikinci yarısının ortalarına kadar kapitalistleşen Avrupa’nın hemen her ülkesinde kısa aralıklarla yükselen işçi isyanlarını, ihtilal girişimleri dalgasını harekete geçiren bu inançtı. Kendilerini toplumsal piramidin tepelerindekilerden aşağı kapasitede saymayan, onların yerine geçebileceğine inanan bir özgüvenin ifadesiydi bu.

Ancak, zamanla makinaların, fabrika sistemlerinin gelişmesi, yeni icatlar ve yeni üretim dallarının işletme ve finans tekniklerinin ardarda ortaya çıkışıyla hızlanan ve karmaşıklaşan süreç, iş bölümünün artışı, kol ve kafa emeğinin giderek ayrışması ve zihni emek türlerini de kapsamaya yönelen daralma, rutinleşme ve kompartımanlaşma gibi zorunlu sonuçlarıyla, orta ve alt sınıf mensuplarına üretimdeki -dolayısıyla toplumdaki- rollerinin, topluca değilse bile birey bazında küçülmesi, edilgenleşmesi biçiminde yansıyordu. Oysa üretim her bakımdan büyümekte, yeni ürünlerle sürekli zenginleşmektedir. Bu paradoks, alt ve orta sınıfların iktisadi rollerinde karşılığını bulamayan üretimin sürekli büyüme, zenginleşme ve değişme gibi belirgin özelliklerinin sermaye -dolayısıyla toplumsal hiyerarşinin tepeleri- tarafından kazandırıldığı açıklamasına götürebilir ancak. Üretimin o özelliklere sahip olması tartışılmaz bir doğru, başlıbaşına bir amaç olarak kabul edildiğinde; kendi rolünde o özellikleri göremeyen birey ve toplulukların toplumsal hiyerarşinin zirvelerine ilişkin hak ve yeterlilik iddiasında bulunma imkân ve meşrûiyeti de kadük hale gelmiş sayılır. Şüphesiz bu durumda sermayeye atfedilen o özellikler ve onu bu özelliklere sahip kılan bilimin, teknolojinin hattâ doğa güç ve kaynaklarının kudreti -ki bunlar da sermaye algısı içindedir- ile sermayeyi elinde tutan, yöneten zümreleri birbirinden ayrılmaz saymak hiç de gerekli, zorunlu değildir. Dolayısıyla alt sınıflar sermayeyi elinde tutan, yöneten sınıf ve zümreleri devirmenin meşrû olduğu fikrini terk etmeyebilirler. Örneğin bölüşüm adaletsizliğinin artarak sürüp gitmesi devirme fikrini canlı tutmaya pekâlâ yetebilir. Ancak burada ele aldığımız şey “hiyerarşi sorunu”dur. O nedenle de cevaplamamız gereken soru, yukarıda belirttiğimiz paradoksun varlığında, alt sınıfların bir üretim unsuru olarak daralan ve edilgenleşen işlevleri ile sermayenin bu devasa güç ve dinamiklerle örülü büyü(t)me, zenginleş(tir)me işlevlerine talip olup olamayacaklarıdır. Esas olarak üretim düzenindeki rollere göre belirlenen toplumsal hiyerarşi, eğer hiyerarşinin tedricen yataylaşması konumların eşitlenmesi doğrultusunda değişecek ise sermayede temsil edilen işlevlerin giderek kitleselleşen bir katılım düzeni mecrasında yerine getirilmesi, alt sınıfların böyle yapabileceklerine inanmaları ve bunu uygulamaları gerekir. Ama eğer böyle bir inanç ve özgüven ciddi ölçüde törpülenmiş ise alt sınıflar üretici olarak işlevlerinin dönüşüm ve zenginleşmesini, aktifleşmesini sağlayacak böylesi bir katılımla sermayedeki işlevleri üstlenmek yerine, sermayenin temsil ettiği işlevleri, alt sınıflar adına birilerinin üstlendiği bir düzen kurmayı tasarlayabiliyorlarsa ancak, ne toplumsal hiyerarşiyi ne de kendi statülerini değiştirebileceklerine inanıyor, güveniyorlar demektir.

20. yüzyıl işçi ve sosyalist hareketler tarihi bu inanç ve güven erozyonunun, yitiminin giderek apaçık hale geliş tarihi olarak okunabilir.

Bu inanç ve özgüven kaybı, geçmişte sermayeyi sadece parasal güçten ibaret sayabilen alt sınıfların şimdi artık onu kendi dar ve rutin emeklerinin yoksun olduğu her vasıf ve gücün yoğunlaşmış hali olarak algılamak zorunda olmasından başlıyor. Yani bilim, teknoloji, düşünme ve karar yetisi başta olmak üzere, insan ve toplumun doğayı ve kendini dönüştürebilme kudretinin -bireyler ve topluluklar olarak önünde duramayacağımız, ilahi bir güçmüşçesine boyun eğmekten başka çaremiz olmayan- ölçülemez, artan büyüklüğü olarak görüyor. Bu durumda o kudret ve büyüklüğün işe, işleve büründüğü toplumsal -iktisadi, siyasi, bilimsel düzey ve konumlar, statüler toplumsal yapının- hiyerarşinin değişmez parçası olarak, her tür toplumsal değişim, düzenleme talebinin dışında, kendi kurallarına göre işleyen bir ayrı mekândır. Onu toplum değil, alt sınıflar hiç değil, kendi kendisi değiştirebilir ancak. Alt sınıflara düşen o değişimlerin onun zararına sonuçlar vermemesini dilemektir sadece.

Ama zarar vermesi, örneğin yeni bir bilimsel-teknolojik değişimle, yeni işletme ve iş düzenleme teknikleriyle işini, dolayısıyla statüsünü yitirme tehlikesi kaçınılmazdır. Bu tehlikeyi bir dönem için bile olsa savuşturabilmek, kendine sığınabilecek bir yer, bir imkân açabilmek için o tehdit ve tehlikenin başka kurbanlara yönelmesine çalışmaktan başka çaresi yok gibidir.

Sermayenin büyük ve karşı durulamaz gücünün teslim edilmeye başlanmasıyla birlikte bu alt sınıflardan kitlesel destek bulabilmiş milliyetçi-ırkçı ideolojilerin de ortaya çıkmaya başlaması, bu eş zamanlık hiç de rastlantı değildir. Bu milliyetçiliğin kâh dışta, kâh içte “düşman”lar keşfederek devlet ve toplum çoğunluğunun güçlerini bunlara karşı yöneltmesi, her defasında o ülke sermayesinin çıkar hesaplarıyla şüphesiz ilişkilidir. Ama tekrar belirtelim ki burada bizi ilgilendiren o “düşman”a karşı seferlere alt sınıfların kendi çok daha önemli ve hayati çıkarları söz konusu imişçesine şevkle katılabilmelerinin altında yatan şeydir. Milliyetçi ideolojinin sarıp sarmaladığı o alt sınıf çıkarlarının maddi miktarı pek az, hattâ hiç olabilir ama yukarıdan beri yapılan açıklamalar bu maddi çıkarın değil, varoluşsal bir “çıkar”ın, ihtiyacın söz konusu olduğunu göstermeye herhalde yetmiştir.

Bu anlatılanlar 2. Dünya Savaşı’ndan sonra sermayenin uluslararasılaşmasına paralel olarak milliyetçiliklerin de “dış düşman”dan ziyade “iç düşman” vurgusunu yükselten söylemler haline gelmeleri olgusuna da ışık tutar. Gerçi bu söylemler içinde “iç düşman”lar hemen mutlaka bir “dış düşman”ın uzantısı olarak sunulmaktadır ama özellikle sermaye birikiminin düşük olduğu Türkiye gibi ülkelerde yaygın olan bu tür milliyetçilikler o asıl dış düşmanla mücadeleye yoğunlaşmış değillerdir. Dönemin bu tür milliyetçiliklerinin ortak “dış düşman”ı olan SSCB, ÇHK gibi “komünizm toplumları” onların yenmeyi tasavvur bile edemeyecekleri kadar büyük güçlerdir. Bu güçleri yenmek uluslararası sermayeyi temsil eden Batılı ulus ve devletlerin “işi”dir.

“Doğa yasası”na inanan milliyetçilik, düşmanını da “doğa yasası”na uyarlı olarak “seçer”. Yani nasıl doğadaki mücadelede her tür ancak imha edebileceği, yenebileceği türlerle savaşır, kendinden çok güçlü olan türlere av olmamak için sadece kaçabilir ise; “milliyetçilik” de kendisininkinden çok güçlü sayılan ulusları değil, kendiyle denk hattâ daha “güçsüz” ulusları seçer “dış düşman” olarak.

Ancak, 2. Dünya Savaşı sonrasında Doğu-Batı blokları arasındaki hassas güç dengesinin ulus/devletler arası savaşları istisnalaştırması ve 1980’li yıllardan itibaren Doğu Bloku’nun çöküşe başlaması ile birlikte “Batı Bloku”nun uluslararası düzene neredeyse tamamen egemen olması, yani uluslararası sermayenin hemen tüm dünyaya belirleyiciliğini kabul ettirdiği bir döneme girilmesi, söz konusu milliyetçiliklerin “dış düşman” mantığı ile kitlesel siyasi hareketler yaratması imkânını da çok büyük ölçüde kısıtlar. Ama bu kısıtlılık milliyetçi hareketlerin sönükleşmesine yol açmadı. Tam aksine güçlenmeleri, daha bir canlanmaları gibi ilk bakışta çelişki gibi görünen bir sonuç çıktı ortaya.

1980 sonrasında tüm ülkelerde ve hepsinde de alt-orta sınıfların kitlesel katılımlarıyla güçlenen bu neo-milliyetçi-ırkçı hareketlerin tamamen “iç düşman” sayılan kesimlere karşı olma temelinde teşekkül ettiklerini de görmekteyiz.

Bu yazı boyunca yapılan açıklamalar milliyetçiliğin, dünyada ayrı ve birbirleriyle ezeli ve ebedi bir hayat mücadelesi içinde olan ulusların varolduğu “gerçeği”nden değil, asıl olarak ulus/devletler halinde yaşayan toplumların içinde kapitalizmin gelişmesi ile konumları, geçim imkânları, gelecek umutları sürekli bir değişme, düşme ve yok olma tehdidi altına giren ve kendilerini bu sürece karşı koyabilecek güç ve kapasitede göremeyen kesimlerin, bu kıstırılmışlık halinden doğan umarsız tepkilerini boşaltma ihtiyacından türemiş olduğunu vurgulamaya, açıklamaya çalıştık. Dünyamızda milliyetçiliklerin sergilediği manzara, her birinin “seçtiği” “iç düşman”larla bu milliyetçi hareketlere katılan kesimlerin toplumsal konumlarının karşılaştırmalı ilişkisi yapılan o açıklamaların geçerlilik derecesini göstermeye herhalde yeter.

* * *

Milliyetçilik hemen her durumda, sol lafız ve gerekçelerle formüllendirilmiş olsa da; bir toplumun -daha ziyade onun bir kesiminin- içine düştüğü bir kıstırılmışlık durumunda, buna yol açan fail(etmen)ler karşısında duyduğu umutsuzca tepkiyi, onunla başedememe imkânını görememekten doğan hıncını, başedebileceğini kestirdiği birilerine, bir kesim veya topluma yansıtması, bunun çıkar yol olduğu hükmüne kilitlenmesi halini ifade eder. Bu hale düşmüş, itilmiş ve kilitlenmiş olmanın ideolojisidir. Başedebileceğini kestirdiği düşman, pek çok durumda bir “dış düşman” olarak tanımlanıyor olsa da genellikle “dış güçler, emperyalizm, uluslararası merkezler” vs. gibi soyut, adresi bulanık bir düşman tanımının uzantısında, asıl olarak bir “iç düşman”ı yani aynı toplum içindeki bir diğer kesimi işaret eder. Falanca ulus gibi somut bir düşman özellikle vurgulanıyor ise ya gerçekten toplum güçlü bir ulus/devlet milliyetçiliğinin açıkça tehdidi veya işgâli altındadır ya da bir potansiyel tehdit gibi duran bir diğer ulus ile yine “içerideki” bir kesimin doğrudan bağlantısı olduğu vurgulanarak onun “hesabının görülmesi” isteniyordur.

Dolayısıyla milliyetçi söylem, tüm toplumu kucaklayan bir “ulustan söz ettiği, tüm bir ulus adına konuştuğu izlenimini en fazla verdiği halde dahi mutlaka o toplumdan birilerini, bir kesimi “dışarlıyor” onu “iç düşman” sayıyordur. “Hesabını göreceğinden” emin olabileceği kadar güçsüz bir düşman olacaktır bu da.

Buna mukabil hesabını göremeyeceğinden gayet emin olduğu gerçek “düşman”dan ise asla söz etmez milliyetçilik. Onun yansımalarından, tezahür biçimlerinden biri veya bir kısmından düşmanca bir dille bahsetse dahi -Nazizmin anti kapitalist temaları, neo-milliyetçiliklerin “anti globalist” nutukları-; bunlar hemen her durumda “düşman”ın gerçek kimlik ve mahiyetini görmemenin, daha acıklısı görmek istememenin kamuflajlarıdır. Fiilen bir “iç düşman”a yönelttikleri dizginsiz tepkinin o aslî kaynağı karşısında tam bir çaresizlik hissetmektedir çünkü. Ona adeta topyekûn bir çaresizlik duygusu veren, özgüvenini dumura uğratan bu “güç” onda ilkel insanın tabusu karşısında olduğu gibi korkulu bir tapınma duygusu uyandırmaktadır.

O gücün adlı adınca söylenmesine, hele onu kendisiyle uğraşılabilir, mücadele edilebilir bir şey olarak göstermeye cüret edilmesine karşı dışa vurduğu ölçüsüz tepki ve nefret yüklü tavır yukarıdaki benzetmenin geçerliliğinin açık kanıtıdır. Geçmişte örneğin anti kapitalist temalar kullanan Alman ırkçılarının Türkiye’de arada bir “biz de kapitalizme karşıyız” demeyi ihmal etmeyen Türk milliyetçisi akımın kapitalizmi yıkmak/aşmak için onun can damarına yönelmeye kararlı, bu arayış içinde olan sosyalist hareketlere karşı amansız bir tepki ve nefretle karşı çıkışını hatırlayalım.

Şimdilerde ortak bir anti-globalist söylemi paylaşarak bir “solcu-Türkçü” diyaloğu, ittifakını araştıranları ile daha da “şenlenen” her türden milliyetçiler, bu söyleme takılıp kalmayı asla düşünmeyip, kapitalizmin bu yeni çağındaki dinamiklerinin mahiyetini, bu sistemi “çözecek” sırrı yeniden aramaya çalışan sosyalistlere hangi “duygular”la bakıyor, davranıyor dersiniz?