Göç, Yerleşme ve “Çok“ Kültürel Tanışma

Kentlerimizde olan biteni yorumlarken çoğu zaman fili tanımlamaya kalkan kör konumuna düşüyoruz. Kentlerimizdeki bazılarına göre “kaotik”, bazılarına göre ise “postmodern” olarak tanımlanan, bu karmaşıklığın çok boyutlu nedenleri olduğu açık. Bu yazıda, bütün diğer nedenlerin öneminin de farkında olarak, dar bir çerçeveden, kendi uğraş alanımdan, bakarak gördüklerimi aktarmaya çalışacağım. Bu yazıda, diğer etkenlerden yeterince söz etmeyecek olmamız, onların önemini azaltmak için değil, sadece kentleşmenin hangi yönde etki yaptığını daha açık bir şekilde gösterebilmek içindir.

Bu bağlamda, bu yazıda, kentlerde yaşanan gerilimde payı olduğunu düşündüğüm, yeni kentsel alanların üretim biçiminin, kentsel örgütlenme ve “cemaatçi” kültürel yapıyı yeniden üretmedeki etkisi üzerinde durmak istiyorum.

KENTLERE YERLEŞME VE “BARINAK”TAN “KONUT”A GEÇİŞ!

Türkiye’de kentleşmenin, ne kuralları açık “piyasa” kurallarına, ne de etkin kamu denetiminin olduğu “planlı” kurallara dayanarak gerçekleştiği söylenebilir. Bu basmakalıp cümlenin anlamı, kentleşmenin süreç ve sonuçlar olarak gerçekleştiği, ancak bunun karmaşık niteliklerine uygun, yasal ve kurumsal düzenlemelerin bir türlü yapılamadığıdır.

Bu noktada, kentleşmenin yeni kentsel alan üretilmesi anlamına da geldiğini tekrarlayarak söze başlayabiliriz. Yeni kentsel alanların ve özellikle yeni konut alanlarının üretilme biçiminin dinamikleri, kuralları ve kurumları, kentlerde oluşan yeni yaşamın örgütlenmesini önemli ölçüde etkilemektedir.

Nüfus hareketleri bakımından durağan “geleneksel” toplumlarda, konutun “barınak” olarak algılandığı ve sadece “kullanım” değeri olduğu bilinmektedir. Bu toplumlarda, konut üretimi yerleşikleşmiş kurallara bağlı olarak sürmekte ve konutun toplumsal konum belirlemekten başka anlamı olmayabilmektedir. Buna karşılık, piyasa ekonomisinin ve özel mülkiyetin yaygınlaştığı toplumlarda konutun niteliği karmaşıklaşmaktadır. Ticarileşmenin yaygınlaştığı toplumlarda, konutun anlamı salt “barınak” olmanın ötesine çıkarak, spekülasyon, gelir, yatırım, birikim, güvence gibi çok boyutlu alanlara da yayılmaktadır. Bu ortamda konutun değerini piyasa koşulları belirlemektedir. Konut piyasasının oluşumunun toplumda yeni tür eşitsizliklere ve kutuplaşmalara kaynaklık ettiği de gözlenmiştir. Bu nedenle, bazı toplumlar, konut piyasasına müdahale etmekte ve piyasa mekanizmasının dışladığı grupları korumak için, sosyal konut, kooperatifleşme gibi çeşitli “refah toplumu” kurumlarıyla konut piyasasını düzenlemeye çalışmaktadırlar.

Diğer taraftan, esas olarak gelenekler ve yasalarla ifadesini bulan, “mülkiyet” kurumunun da toplumsal olarak üretildiği bilinmektedir. “Mülkiyet” kurumunun nitelikleri ve işleyişi de toplumdan topluma değişebilmektedir. Geleneksel toplumlarda, mülkiyet hakkı bireysel olmaktan çok kollektif kullanım haklarını ifade eden, bugünkünden çok farklı bir anlam taşımaktadır. Bugün kullanılan anlamdaki kamusal[1] ya da bireysel mülkiyet hakkının, kurumsallaşmasının, yaygınlaşmasının ve sınırlanmasının oldukça uzun bir süreç içinde düzenlenebildiği de açıktır.

Çok boyutlu değişikliklerin hem habercisi, hem de nedeni olan kentleşme, konut alanlarının üretiminin ölçeğinin ve kapsamının genişlediği, toplumsal anlamının da değiştiği önemli bir süreç olarak belirginleşmektedir. Toprağın ve konutun ticarileşmesi “mülkiyet” kurumunun nitelik değiştirmesinde oldukça önemli bir yere sahiptir.

Türkiye’de gerek kentsel ve gerekse kırsal alanlarda “toprak”, “konut” ve bunlarla ilişkiyi düzenleyen çeşitli türde “kullanım” biçimlerinin, dolayısıyla “mülkiyet” biçimlerinin olduğu söylenebilir. Bu bağlamda, piyasanın hâkim olduğu toplumlara özgü kullanım biçimlerinin yanısıra, etkisi çok az da olsa refah toplumuna özgü kurumların ve geleneksel olarak tanımlanabilecek kullanım biçimlerinin birarada yaşamaya devam ettiği bilinmektedir.[2]

Kentlere göç edenlerin çeşitli toplumsal ve kültürel ortamdan geldikleri bilinmektedir. Genel olarak, “köylü” olarak tanımlanan ve çoğu zaman homojen bir grupmuş gibi algılananlar arasında bile bu çeşitliliği gözlemlemek mümkündür. Bu bağlamda, köylüler arasında gerek toprakla ilişkileri, gerekse “mülkiyet” kurumu içindeki konumları bakımından farklı grupların varlığı söz konusudur. Örnek olarak, Güneydoğu Anadolu’da toprak üzerinde aşiret düzeyinde kan bağına dayanan kollektif kullanım hakkına sahip olan gruplara mensup olanlarla, aynı toprakta hiçbir hakkı olmadan maraba olarak çalışmış olanların, ya da kadastro geçmemiş bir köyde nesiller boyu “zilyet” konumunda, ailecek, geçimlik üretim yaparak yaşamış olanların deneyimlerinin birbirinden çok farklı olacağı açıktır.

Kırsal alanlarla ilgili araştırmalardan, tarihsel, ya da kültürel kategoriler olarak, değişerek de olsa, yaşamını sürdüren bu ilişki türleri hakkında biraz bilgiye sahibiz. Ancak, bu ilişkilerin yaygınlığının ve toplumsal yaşama etkisinin boyutları çoğu zaman gözden kaçmaktadır. Özellikle, bu ilişkilerin kır-kent etkileşimi bakımından önemi yeterince dikkate alınmamaktadır.

Belki de, genel olarak kentleşme “modernleşmenin” bir göstergesi olarak kabul edildiğinden, bu ilişkilerin etkisinin, kırlarda ve kentsel ortamda kendiliğinden değişeceği varsayılmaktadır.

Toprağın dönüşüm süreci söz konusu olduğunda, çoğu zaman, sadece “hukuksal ya da yasal” düzenlemeye bakılmakta ve yaşamın kendisi göz önünde tutulmamaktadır. Halbuki, toprağın, kollektif haklar sisteminden bireysel haklar sistemine dönüşümü, bir dizi kurumsal ve yasal düzenleme kadar, hattâ belki ondan da önce, çok karmaşık toplumsal ilişkilerin değişmesini gerektirmektedir.[3]

Diğer taraftan, kentsel alanlarda, kent hukuku ve dolayısıyla kamusal ve özel mülkiyetin kurulma koşulları göreli olarak yerleşikleşmiş kurallara bağlanmıştır. Ancak, kent hukuku kuralları ve kentsel kurumlar, daha çok göreli olarak duragan kentler için işlerliği olan, fazla esnek olamayan ve bu nedenle hızlı nüfus artışı ve göçe hazırlıklı olmayan bir niteliğe sahiptir. Bu arada gerçekleşen göçün beklenmedik hızı ve büyüklüğü, kente yeni gelenlerin gereksinmelerini karşılayacak bir kurumsal düzenlemeye imkân vermemiştir. Ancak, yaşam devam etmiş, göçün yöneldiği kentlerde, hem eski kentsel alanlar, hem de kentin çevresindeki alanlar, büyük ölçüde değişime uğramıştır, ancak, nedense, kamuoyunun gündemini sürekli olarak “gecekondular” işgâl etmiştir.

Gecekondulaşmayı kavramak için, kendi başına bir olgu olarak değil, kentsel alan ve konut üretme sürecinin bütünü içinde değerlendirmekte yarar vardır. Mevcut kent hukuku ve kurumları, kentlerde sadece, “küçük mülkiyet, küçük girişim ve küçük sermaye” ağırlıklı bir konut piyasasının oluşmasına elvermiştir. Diğer taraftan, kamuoyunda “konut”, belki de “fakirlik kültürü”nün bir devamı olarak, tıpkı “ekmek” gibi, sadece “hak sahiplerince” istendiği zaman “meşrû” bir talep olarak algılanmaya devam etmektedir.

Bu çerçeve içinde ne konutun, ne de ekmeğin ticarileşmesi kabul görmekte, böyle bir durum fark edildiğinde “tüyü bitmemiş yetimin hakkı” feryatları yükselmektedir. Son dönemlerde, toplu konut ve kooperatifçilik alanlarında ardı ardına çıkan skandallar ve yolsuzluk örnekleri konut sektöründe oluşan kârlılığın boyutlarını açıkça sergilemekte ve bütün bunlar kamuoyunda büyük bir tepkiyle karşılanmaktadır. ancak, yine de artan talebi ve talep çeşitlenmesini karşılayacak ve ticarileşmeyi düzenleyecek önlemler bir türlü gündeme gelememektedir.

Konuttaki ticarileşmenin etkilerini, “gecekondu” olarak adlandırılan, kent hukuku dışında gelişmiş alanlarda da gözlemlemek mümkündür. Gecekondular, başlangıçtan bu yana kent hukuku dışında olmalarına karşın, önceleri “yoksullar tarafından yapılan ve kullanım değeri olan barınaklar” olmaları nedeniyle toplumsal olarak “meşrû” kabul edilebiliyorlardı. Bu konutlar, derme çatma oldukları ve mülk konut olmadıkları süre içinde “yoksulluk” sorunu olarak gündemi işgâl ettiler.

Bugün artık bu sürecin de ticarileştiği[4] ve kent hukuku dışında[5] yerleşikleşmiş yeni bir konut piyasasının oluştuğu gözlemlenmektedir. Bu sürecin ticarileşmesi, toplumsal “meşrûiyetinin” sorgulanmasına ve kamuoyunun tepkisinin yaygınlaşmasına neden olmaktadır. Bu nedenle, bir zamanlar “hak sahibi yoksullar” olarak algılananlar, artık “gaspçı ya da rantçı” olarak nitelenebilmektedir.

Genel olarak, yeni gecekondu alanlarının hukuksal olarak “zilyetliğe” dayandığı ancak, fiilî olarak küçük mülkiyetin kurulduğu alanlar olduğu ve buralarda yapılan konutların da konut piyasasında var olan küçük girişimciliğin devamı olduğu söylenebilir. Diğer taraftan, bu piyasanın, düşük gelir grupları için etkin olarak konut alanı üretebilen tek seçenek olmaya devam ettiği de açıktır.

Zilyetliğe dayanan bu konut piyasasının bütün risklerine ve sorunlarına karşın yaşamaya devam ettiği açıktır. Son dönemlerde yaygın bir biçimde yapıldığı gibi, bu oluşumu sadece “rant kavgası” olarak algılamak ve bu alanlara yerleşenlerin tümünü “gaspçı ve rantçı” olarak nitelemek doğru değildir. Çoğu zaman bu alanları yerleşime açan ticari gruplarla, bu alanlara yerleşenler birbirine karıştırılmakta ve buralara yerleşenlerin sadece konut edinebilmek için tüm birikim ve enerjilerini harcamak durumunda kaldıkları gözden kaçmaktadır.

Diğer taraftan, bu alanlarda yaşayanların “meşrûlaşma” mücadelelerini sadece “tapuya kavuşmak” olarak tanımlamak da doğru değildir. “Tapunun” meşrûlaşmanın ve kentsel hukuka dahil olmanın en önemli ve nihai simgesi olduğu açıktır. Ancak, bu alanlarda yaşayanlar için “tapu”dan çok daha önemli sorunların olduğu da açıktır.

Bu alanlara güvene dayanan ilişkilerle yerleşen, düşük gelir grupları için, arsanın satın alınmasında yerleşmeyi kadar geçen süre içinde “tapunun” çok fazla önem taşımadığı bilinmektedir. Bunda, Türkiye’nin kırsal alanlarında “zilyetlik” konumunda yaşamaya alışmış olanların sahip olduğu geleneksel güven duygusunun etkisinin olduğu açıktır. Ancak, bunun yanısıra, enformel kentsel alanlardaki konutların, son otuz kırk yıllık dönem boyunca, kiralama, alım satım ve varislere intikal gibi konularda önemli sorunlarla karşılaşmamış olmaları da aynı derecede etkilidir. Özel mülkiyetin fiilen tesis edilmiş olduğu bu alanlarda yaşayanlar için “tapu” daha çok, “meşrûlaşmanın” ve kentsel sistemle eklemlenmenin simgesi olması bakımından önem taşımaktadır.

Gecekondulaşma olgusunun ticarileşmesi bir taraftan konut sektöründe var olan küçük mülkiyet ve küçük sermaye ağırlıklı yapıyı güçlendirmiş ve yerleşikleştirmiş, diğer taraftan devletle ilişkiler dahil, çok yönlü “güven” ilişkilerinin yeniden üretilmesine neden olmuştur. Bütün bunların “kamu mallarının gasbından!” öte, çok yönlü ve toplumsal yaşamın örgütlenmesi açısından çok daha önemli sonuçları olduğu açıktır.

KENTLERDE GÜVENE DAYANAN İLİŞKİLER

Göç edenlerin kentlerde karşılaştıkları ortamın nitelikleri yukarıda özetlenmeye çalışıldı. Bu bölümde, göç edenlerin, kente yerleşme sırasında ve sonrasında kurdukları dayanışma örüntüleri üzerinde durulacaktır. Toplumsal örgütlenme bakımından önem taşıyan bu konu, bir yandan kentsel sistemle eklemlenme, diğer taraftan kültürel kimliklerin yeniden tanımlanmasında etkili olabilmektedir.

Göç edenlerin, özellikle yoksulların kente gelirken getirdikleri ve toplumsal dayanışma açısından en güvendikleri toplumsal kurumun “aile ve akrabalık ilişkileri” olduğu bilinmektedir. Bilindiği üzere, “aile kavramı” Türkiye’de, sadece göç edenler için değil, genel olarak bütün toplumsal kesimler için önem taşımaktadır. Hem bireyler, hem de devlet tarafından temel ve en güven duyulan kurumlardan biri olarak kabul edilen aile kurumu, devlet-toplum-birey ilişkilerinde toplumsal örgütlenme bakımından da özel bir konuma sahiptir. Devlet, “aileyi”, yasal, siyasal ve ideolojik olarak sürekli olarak desteklemekte ve toplumsal dayanışmayla ilgili hemen her konuyu “aileye” bırakmaktadır. “Aile” de bugüne kadar, bu görevleri üstlenerek kamu yönetimlerinin yükünü büyük ölçüde hafifletmektedir.

Türkiye’de aile kurumunun toplumsal yaşamdaki bu önemli konumu genel kabul görmekte ve “sorunlar” ortaya çıktığında başka çözüm yolu aranmaktan çok, bu kurum gündeme gelmektedir. Bu durumun refah toplumu kurumlarının oluşumunu engellediği ve cemaatçi dayanışmanın yeniden üretilmesinin temelini oluşturduğu çoğu zaman dikkatlerden kaçmaktadır.

Son dönemlerde, artan ve çeşitlenen toplumsal sorunların aile kurumunun altından kalkamayacağı boyutlara ulaştığı algılanmaya başlanmıştır. Kadın, çocuk, yaşlılar gibi artık çıplak gözle bile bile görülen sorunların çözümü için yeni yolların aranmaya başladığı gözlemlenmektedir. Bu bağlamda, son yıllarda, çözümü piyasada gören “ticari kurumların”, aile dışı grupları harekete geçirmeyi hedefleyen bazı “siyasî hareketlerin” ve “sivil toplum girişimlerinin” artması dikkati çekmektedir. Bu yazıda, kentsel üst ve orta sınıflar için anlamlı olan bu yeni gelişmeler ele alınmayacak, aile ve akrabalık ilişkilerinin ve türevlerinin kentsel yaşamın örgütlenmesindeki etkileri üzerinde durulacaktır.

Genel olarak, kamuoyunda ve kamu yönetimlerinin algılanmasında “aile ve akrabalık” ilişkileri dendiği çoğu zaman aile kurumu tek bir model çerçevesinde ele alınmakta[6] ya da eninde sonunda bu modele ulaşılacağı varsayılmaktadır. Burada da, kentleşmenin modernleşmeyle özdeşleştirilmesi ve bu varsayım çerçevesinde kentsel modern çekirdek aile modelinin yerleşikleşeceği beklentisi önemli rol oynamaktadır. Bu tür bir algılama, aile ve akrabalık ilişkilerinin terkibinin ve anlamının, toplumsal katmanlara ve kültür gruplarına göre çeşitlendiğinin ve sürekli değişim halinde olduğunun fark edilmesini güçleştirmektedir.

Yapılan araştırmalar, özellikle kent hukuku dışında oluşan kentsel alanlarda, aile ve akrabalık ilişkilerinin, göç, yerleşme ve kentte yaşamı sürdürme bakımından yaşamsal önemi olduğunu doğrulamaktadır. Diğer taraftan, yine aynı araştırmalar, aile ve akrabalık örüntülerinin kuruluş ve anlam açısından, tek bir modele sığmadığını, durağan olmadığını, zaman içinde ve değişen koşullara göre sürekli olarak biçim ve nitelik değiştirebildiğini de göstermektedir. Bu noktada önemli olan, bu değişimin yönünün tek doğrultu olduğu varsayılan “modern çekirdek aile”ye doğru olmayabileceğidir.

“Çok kültürlü” bir toplum olduğu sürekli tekrarlanan Türkiye’de, göç sürecinin farklı kültürel kökene ve tarihsel geçmişe sahip olan grupları kentlere taşıması beklenebilir. Ancak, etnik araştırmalar konusunda var olan tabular, her bir kültür grubu için yeterli bilgi birikimini oluşturmamızı engellemektedir. Buna karşılık, genel olarak, küçük kent, kasaba ve köylerde “geleneksel” olarak tanımlanan aile ve akrabalık ilişkilerinin varlığı ve bu ilişkilerin bazı genel nitelikleri bilinmektedir. Bu tür aile modelindeki ilişki örüntüsünün, değişen ölçülerde de olsa esas olarak, “yetişkin erkek egemen, kapsayıcı ve hiyerarşik ilişkiler” nitelikler taşıdığı bilinmektedir.

Büyük şehirlerin çevresinde oluşan eski ve yeni gecekondu alanlarındaki araştırmalar[7] kentsel ortamda aile ve akrabalık ilişkilerinin geleneksel aile yapısının özünde var olan niteliklerini koruduğunu, ancak biçim ve kapsam olarak değişikliğe uğradığını göstermektedir. Burada dikkati çeken önemli nokta, bu değişimin aile içinde süren ilişkilerle, aileler arasında süren ilişkilerde farklı biçimlerde gerçekleşmesidir.

Aile içi ilişkiler, kadınlar ve çocuklar arasında süren, gündelik ev içi dayanışma konularını kapsayan oldukça dar ilişkiler haline dönüşmüştür. Bu ilişkiler içinde kadın ve çocukların kamusal yaşamdan uzaklaşmış konumu devam etmektedir. Ancak, bunun yanısıra, kadın ve çocuklar, yetişkin erkeklerin ev içinde geçirebildikleri zamanın iyice kısalması nedeniyle, ev içi yaşamda eskisine göre daha da yalnızlaşmışlardır. Bu konu, özellikle kadın araştırmacıların ve eğitimcilerin dikkate almaları önemli bir konu olarak belirmektedir.

Buna karşılık aileler arası ilişkiler, daha çok yetişkin erkeklere açık, günlük yaşamın değişik konularını kapsayan, daha geniş bir çevrede süren ilişkiler haline dönüşmektedir. Bu bağlamda, kentsel ortamda gündeme gelen yeni dayanışma konularına göre akrabalık ilişkilerinin nitelik değiştirmesi ve yeniden tanımlanması da söz konusu olabilmektedir. Bu ilişkiler gecekondu alanlarının kurulması, yerleşme, gündelik yaşamın sürdürülmesi, iş bulma, bürokrasiyle ilişkiler, siyasal partilerle ilişkiler gibi birçok alanda gözlemlenebilen ilişkilerdir.

Burada dikkat çeken nokta, aile ve akrabalık ilişkilerinin kentsel alanlarda yeniden tanımlanabilmesidir. Bu arada dayanışma konularının niteliğine bağlı olarak bu ilişkiler, genişleyerek, aynı kökenden gelen, aynı dili konuşan ya da aynı inanca sahip olanlar arasında süren güven ve güç ilişkileri haline de dönüşebilmektedir. Bir bakıma geleneksel aile ve akrabalık ilişkileri modelinin kentteki dayanışma konularına göre yeniden tanımlanarak, yeniden üretilmesi söz konusudur. Bu bağlamda dayanışma ilişkilerinin kültürel kökene ve kentteki deneyimlere bağlı olarak çeşitlenmesi söz konusudur. Bu bağlamda, kentlerde çok çeşitli, konuya ve konjonktüre bağlı olarak değişen dayanışma örüntülerinin varlığı dikkati çekmektedir.

Kentlerimizde gözlemlenen enformel ticari, kültürel, etnik, dinsel ve siyasal gruplaşmaların temelini oluşturan bu güven ve güç ilişkilerinin bir kesimi kültürel olarak tanımlanmış (kan bağı) akrabalıklara, bir kesimi ise yabancı bir ortamda ortak kaderi paylaşmanın oluşturduğu fiktif akrabalıklara ya da “akrabamsı” ilişkilere dayanabilmektedir.

“ÇOK” KÜLTÜREL TANIŞMA VE KÜLTÜREL KİMLİKLERİN YENİDEN TANIMLANMASI

Birinci bölümde açıklamaya çalıştığımız kentleşme modelinin aktörlerinin gündelik yaşamdaki ilişkilerden, devletle kurdukları ilişkilere kadar toplumsal yaşamın çeşitli anlarında “güvene dayanan” ilişkiler ise, akrabalık ilişkilerinden etnik ilişkilere kadar genişleyen bir yelpaze içinde çeşitli biçimler alabilmektedir. Ancak, burada dikkati çeken nokta, etnik ilişkilerin de tıpkı akrabalık ilişkileri gibi aynen kurulamaması ve kentteki yaşam deneyimine bağlı olarak değişime uğraması ve yeniden üretilmesidir. Bu nokta, özellikle kentlerde yeniden tanımlanan kültürel kimliklerin anlaşılması bakımından önem taşımaktadır.

Bütün toplumlarda göçün, kültürel kimliklerin belirginleşmesinde çok önemli etkisi olduğu bilinmektedir. Kültürlerini kapalı bir çevrede, örneğin kültürel olarak homojen olan bir köyde, yaşayan grupların kendilerinden farklı olanlarla karşılaşmadan kendi kültürlerini algılamaları çoğu zaman mümkün olmayabilmektedir. Bu açıdan göç, belli kültür gruplarının kendilerini tanımlamaları için çok etkili bir ortam yaratmaktadır.

Ancak göçün sonuçları farklı kültürlerin karşılaşmalarının koşullarına göre değişik biçimler alabilmektedir. Bazı durumlarda göç edenler, uzaktan tanıdıkları bazı gruplar daha yakından tanıyarak kendilerinin çok farklı olmadığını da algılayabilmektedirler. Bu nedenle göçün çok boyutlu etkilerinden biri de diğer kültürlerin kavranmasına ve yeniden tanımlanmasına da olanak vermesidir. Dolayısıyla kültür gruplarının, karşılaşmaları, tanışmaları ve etkileşimlerinin sonuçlarının ne olacağını tahmin etmek çoğu zaman kolay olmayabilmektedir. Göç, kültürel karşılaşmanın mekânsal ve konjonktürel koşullarına göre, bazen farklılıklar öne çıkararak gerilimlere neden olabilir, bazen de benzerliklerin algılanmasına da yardımcı olarak gerilimleri azaltabilir. Bu nedenle, kentlerde oluşan ve yeniden tanımlanan kültürel kimliklerle ilgili olarak yapılacak değerlendirmelerde, sadece tarihsel ve kültürel birikimi bilmek yeterli olmayabilir, kentte yaşanan yeni deneyimleri de tanımlamak, anlamak ve yorumlamak gerekmektedir.[8]

Gerek tarihsel, gerekse güncel olarak göçün bütün biçimlerine sahne olan bir coğrafyada bulunan bir toplumda bu tür çok yönlü etkileşimin gerçekleşmesi beklenebilir. Kentlere göç eden kültür grupları, eski koşullarından çok farklı koşullarda, farklı kültür gruplarıyla birarada yaşamak zorunda kalmış çok kültürel tanışmayı yaşamış ve tanıklık etmiştir. Bu etkileşimlerin sonuçlarını çok kestirme olarak tahmin etmek mümkün değildir.

Sonuç olarak, göçün yöneldiği kentlerde yeni kentsel alanların hiçbir kamusal düzenlenme olmadan üretilmiş olmasının çok yönlü etkileri olduğunu söylemek mümkündür. Genel olarak, gerek eski kentsel alanlarda, gerekse yeni oluşan alanlarda, yasal ya da fiilî, küçük mülkiyete dayanan bir konut piyasasının yerleşikleştiğini gözlemlemek mümkündür.

Ancak kentin çevresindeki alanlardaki konut piyasasının oluşum koşulları bu alanlardaki toplumsal örgütlenmenin niteliğini etkilemiş ve kentlerin, özellikle kent hukuku önünde farklı yerde duran, iki kesime ayrılmasına neden olmuştur. Kentin merkezinde ve çevresinde yaşayanların yaşadıkları mekânların kent hukuku karşısındaki konumları farklıdır. Bir anlamda, kentlerde bugün hukuksal konumu farklı mekânlarda yaşayan “yurttaşlar” vardır.

Bu durum, bu alanlara yerleşenlerin sınıfsal ve kültürel nitelikleriyle (yoksulluk, köylülük ve diğer kültürel özellikler) birleşince kendine özgü bir yaşam tarzı da üretilmiştir. Bu yaşam tarzının, göç edenlerin geldikleri yerlerden çok farklı olduğu ve “yeni kentsel yaşamı” oluşturduğu açıktır.

Bu yaşam tarzı farklılığı gündelik yaşamın örgütlenmesinden, kamu kurumları, yerel yönetimler ve siyasal partilerle ilişki biçimlerine kadar birçok alanda kendini gösterebilmektedir. Çevrede yaşayanlar için güvene dayanan dayanışma ilişkileri ve cemaat türü örgütlenmeler, gerek gündelik yaşamın, gerekse formel kurumlarla ilişkinin sürdürülmesinde yaşamsal öneme sahiptir. Bu nedenle, kentin çevresinde çok canlı ve çeşitli enformel örgütlenmeleri gözlemlemek mümkün olabilmektedir.

Bu örgütlenmeler, aile ve akrabalık ilişkilerinden, köken, dil, din gibi çeşitli kültürel kimlikler etrafında oluşan örgütlenmelere de dönüşebilmektedir. Zilyetliğe dayanan küçük mülkiyetle de örtüşen bu oluşumların, kentlerde “muhafazakâr ve cemaatçi” yapıyı yeniden ürettiği açıktır. Ancak aynı eğilimlerin, kentlerde yeni etnik ilişkiler ve çelişkiler yaratıp yaratamayacağı sorusu bütün canlılığıyla yerinde durmaktadır. Bu önemli konuya anlamlı cevap verebilmek için çok daha kapsamlı ve ayrıntılı araştırmalara gerek duyulmaktadır. Ancak, gözlemlenen bazı eğilimlerden kalkarak, bazı ipuçları yakalamak da mümkün gibi görülmektedir.

Burada öncelikle gerilimleri azaltıcı bazı eğilimler üzerinde kısaca durmak istiyorum. Bu noktada dikkati çeken ilk eğilim, kentin merkezi ile çevresi arasındaki bölünmenin kültürel kökene dayalı bölünme olmayışı daha çok sınıfsal ve tabakaya dayanan bölünme oluşudur. Bir anlamda benzer kültürel kökene sahip olan grupların zenginleri, kentlileri, meslek sahibi olanları, siyasal eliti, kentin merkezine yerleşirken, aynı kültür grubunun yoksulları, köylüleri çevreye yerleşebilmektedir. Bu durum, kültürel grupları ve cemaat türü gruplaşmaları sınıfsal eksende birbirinden ayırmaktadır. Dolayısıyla, kentlerde, gettolarda gözlemlendiği gibi, tek bir kültür grubunun bütünüyle ve sistematik olarak aynı mekânda dışlanmış olarak yerleşmeleri söz konusu değildir.

Diğer taraftan, çevreye yerleşenlerin heterojen kültürel kimliğe sahip olmaları ve her kültür grubunun, kentlerde eski yaşadıkları çevreden farklı yeni kültür gruplarıyla karşılaşmaları “eski ya da tarihsel” etnik gerilimlerin aynen yaşanmasını önlemektedir. Yeni yaşanan alanlarda karşılaşılan, biraraya gelen, aynı kaderi paylaşan grupların her birinin hafızalarındaki “tarihsel düşmanlarının ya da ötekinin” farklı olması da bunu etkilemektedir. Bu durum, kentlerde kültürel kimliklerin,[9] çoğu zaman farklı kültür gruplarını da içerecek biçimde yeniden tanımlanmasına ve kültür grupları arasında geçişkenliğe neden olmakta ve tek bir kültür grubunun kemikleşerek yaygınlaşmasını önlemektedir. Diğer taraftan, Türkiye’deki çok kültürlü oluşumun, “mozaik”[10] olmayışı, ırk, dil, din ve kültürel birikim olarak “çok kimlikli” oluşu da yeni kültürel gruplaşmalarda, çok farklı eksenlerde heterojen ögeleri biraraya getirebilmektedir.

Kentin çevresinde yaşayan ve cemaat türü örgütlenmelere dahil olan grupların kendi aralarında yarışma olmasına karşın bütün bu gruplaşmalarının hedefinin esas olarak kentte yaşamı sürdürme ve kentsel sistemle eklemlenme olması da gerilimleri düşürücü etkiler yapmaktadır. Kentin çevresinde aynı sorunları yaşama savaşı, meşrûlaşma ve eklemlenme mücadelesi, “ortak kaderi paylaşma” olarak algılanmakta, birlikte hareket etmelerine neden olmakta, kendi aralarındaki gerilimi azaltmaktadır.

Diğer taraftan, gerilimleri keskinleştirici bazı eğilimlerden de söz etmek mümkündür. Kentsel sorunlar söz konusu olduğu kadar en önemli olgu, artık sadece sorun çıktıkça farkına varılan ve “varoş” olarak adlandırılmaya başlanan alanlarda yaşayanların kamuoyunda “gaspçı rantçı” olarak algılanmalarıdır. Bu algılama bu alanlarla ilgili sorunların gündeme gelmesini ve bu alanlara kaynak ayrılmasını gittikçe güçleştirmektedir. Devlet katında bu alanların anlamı “kamu mallarının işgâli” ve “polisiye” sorunların odağı olmaktan öteye gitmemektedir.

Diğer taraftan, devlet, öteden beri ideolojik olarak, bütün geleneksel “muhafazakâr-cemaatçi” oluşumları desteklemiş ve toplumsal dayanışmayla ilgili bütün konuları topluma, aileye ve cemaatlere bırakmıştır. Ancak, geleneksel kültürel gruplarla geleneksel yöntemlerle ilişki kurmaya alışık olan kamu yönetimleri ve siyasal partiler, bugün gelinen noktada ve bugünkü uluslararası konjonktürde, oluşan yeni kültürel ve toplumsal grupları bir türlü algılayamamaktadır.

Bu noktada, kitle iletişim araçlarıyla yayılan yeni fikirler, bilgiler ve yeni uluslararası kurallar yoluyla gerçekleşen küresel etkileşimden de söz etmek gerekir. Bu önemli oluşum bir başka yazının konusu olabilir. Ancak, burada sadece, kentin çevresinde yaşayan ve yeni toplumsal ve kültürel taleplerle gündeme gelen grupların etkilendiği daha özel bir etkileşim ortamından söz etmek istiyorum.

Çevrede yaşayan grupların yakınları arasında, akrabaları, köylüleri ya da hemşehrileri arasında, çeşitli dönemlerde yurtdışına gitmiş olan ve oralardaki gettolarda yaşamlarını sürdüren göçmen işçilerin ya da siyasal mültecilerin olduğu açıktır. Kentin çevresinde yaşayanların bu deneyimlerden, belki kentin merkezinde yaşayanlarda daha fazla, haberdar olmaları da söz konusudur. Bu bağlamda, bu alanlarda yaşayanlar diğer ülkelerde yaşayan yakınlarının çalışma koşulları, sağlık olanakları, siyasal, bireysel ve kültürel haklar gibi birçok konuda edindikleri deneyimler hakkında bilgi sahibidirler. Kentsel ortamlarda oluşan yeni taleplerin ifade edilmesinde zaman zaman bu birikimlerin katkılarını da gözlemlemek mümkündür. Ancak ne siyasal hareketler, ne de kamu yönetimleri bu dinamizmi algılayabilmektedir.

Siyasal kadrolar ve kamu yönetimleri, sürekli olarak, kimi zaman bir cemaati, kimi zaman bir başka cemaati destekleyerek sorun çözmeye çalışırken, yeni sorunlar yaratmaya devam etmektedir. Dolayısıyla, ufukta, toplumda oluşan yeni toplumsal ve kültürel talepleri demokratik olarak düzenleyecek ve toplumda yerleşikleşmiş olan “muhafazakâr-cemaatçi” oluşumların etkisini azaltacak çözüm üretme niyetinin olduğuna dair işaretler maalesef gözükmemektedir.

[1] Türkiye’de özel mallar gibi kamu mallarının da genel ve sistematik bir düzenlemesi ve envanteri olduğu söylenemez. Bu nedenle, kentleşme bakımından önem taşıyan kırsal alanlarda, genel olarak kamuya ait olduğu söylenen, sahipsiz alanlar, ortak mallar, devletin malları gibi birçok alanın hukuksal konumu çoğu zaman tartışmalı olabilmektedir.

[2] Mülkiyet haklarının gelişimi ve özellikle özel mülkiyetin gelişimi konusunun önemli ve özel bilgi gerektiren bir alan olduğu açıktır. Türkiye’de özel mülkiyetin gelişme ve kurumsallaşma öyküsünün hukuk sosyolojisi açısından yeterince irdelendiği pek söylenemez. Bu alan oldukça önemli bir alan olarak araştırmacılarını beklemektedir.

[3] Bu çerçevede, Türkiye’de kamusal ve özel mülkiyet haklarının formel olarak kurulması için zorunlu olan tapu ve kadastro işlemlerinin niteliğini analitik olarak inceleyen ve sadece hukukçular arasında süre giden tartışmaları sosyolojik olarak değerlendiren çalışmalara da gereksinme vardır.

[4] Sürecin ticarileştiğinin göstergeleri, işgâl, inşaat ve kullanıcı ayırımının belirginleşmesi, kiralık konutların artışı, bu alanlardaki konutların alınıp satılması ve kullanıcıların sadece yoksullar olmayışı olarak özetlenebilir.

[5] Gecekondular, bugün, kentlerin çevresindeki (özel ya da kamusal) kırsal alanların, orman alanlarının ya da “sahipsiz mal” olarak tanımlanan alanların, işgâl ya da el senedi satışları yoluyla kentsel arsa haline dönüştürülmesi yoluyla üretilmektedir. Arazi mafyası diye adlandırılan gruplar ise, sadece arazi satış sürecini illegal olarak düzenleyen ticari gruplardır.

[6] Devletin “resmen” tanımladığı bir “aile” türü olmasa bile, resmî rakamlar ve duyurulardan, ideal Türk ailesi olarak “para kazananan baba, evde oturan anne ve çocuklardan” oluşan bir tür modern çekirdek aile varsayımın içselleştirildiği söylenebilir.

[7] Burada aktarılan sonuçlar, esas olarak, İstanbul’da Ümraniye ve Pendik’te yapılmış olan iki alan araştırmasının bulgularına dayanmaktadır.

[8] Son dönemlerde Türkiye’de yaşayan bazı din ve kültür grupları üzerinde çok sayıda tarihsel, etnografik, teolojik çalışma yayımlanmaktadır. Ancak, bir kesimi kültürmerkezci olan bu çalışmalar kentlerde oluşan yeni kültürel kimliklerin niteliğini açıklamakta çoğu zaman yetersiz kalabilmektedir. Bu bağlamda, farklı kültür gruplarının kent deneyimlerini de dikkate alan, “türban” konusunda yapılmış olan bazı araştırmalar gibi, yeni çalışmalara gerek vardır.

[9] Türban olayında olduğu gibi.

[10] Kültürel kimliğin bütün ögelerinin aynı grupta yoğunlaşması.