Anlatılar Neyi Anlatır?

EDWARD SAID

Kültür ve Emperyalizm

Hil Yayınları

İstanbul 1999

Anlatılar neyi anlatır?

A. ÖMER TÜRKEŞ

Hayatımız bir roman, daha doğrusu, onu anlamlı kılmak için kendi kendimize yaptığımız bir anlatı olarak var olur. Bireysel düzeyde olanı genişlettiğimizde, ulusların da tarihi kendine mal etmek, geçmişi tarihleştirmek, bir toplumu icat etmek amaçlı birer anlatı olduğunu fark ederiz. Aslında tarih, felsefe, sosyoloji ve özellikle edebiyatı kapsıyacak şekilde, bütün toplumbilimler büyük anlatı metinleridir. Çıkarları çatışan iki insanın, iki ulusun, iki dinin, iki vs.nin aynı tarihi farklı farklı anlattıklarını biliyoruz. Öyleyse anlatılar neyi anlatırlar? Onlara gücünü, yetkisini veren, başka anlatılar üzerine iktidar kurmasını, başka anlatıların su yüzüne çıkışını engellemesini sağlayan dinamikler nelerdir? İşte, Edward Said Kültür ve Emperyalizm adlı çalışmasında bu sorulara, emperyal kültüre ait yapıtları “okuyarak” bir yanıt arıyor. “Biz”e ve “onlar”a, geçmişe ve şimdiye ilişkin olan Kültür ve Emperyalizm’in, yazarın Oryantalizm kitabı ile birlikte yüzlerce yıllık kültür mirasının arkeolojisini yaptığını söylemek abartılı olmaz.

Yazarın, kültürel metinlerde Batılının Doğulu kimliğini bir tasavvur olarak yarattıktan sonra, zamandan/mekândan koparıp evrensel bir gerçeklik olarak sunma geleneğini çözümlemesinin temelinde, Marx’ın Alman İdeolojisi’ndeki; “egemen fikirler, bir kere egemenliği yürüten bireylerden ve özellikle üretim tarzının bir evresinden ileri gelen ilişkilerden ayrıldılar mı, artık tarih içinde hep fikirlerin egemen olduğu sonucuna varılır” tespiti var. Said’in problematiği de, “emperyalizm sürecinin iktisadî yasa ve siyasal karar düzlemlerinin ötesinde nasıl oluştuğu, dünyevi aidiyetlerden arınmış, değişmez düşünsel anıtlar olarak sterilize etmek eğiliminde olduğumuz ulusal kültür düzleminde kendisini nasıl gösterdiği” ifadesi üzerine kurulu. Bu nedenle, kitaptaki üç temel kavram; emperyalizm, kültür ve hegemonya olmuş.

Dünya düzeyinde birikim, dünya kapitalist sistemi, azgelişmişlik, emperyalizm ve bağımlılık, yoksulluk ve emperyalizm, ideoloji ve hegemonya gibi kavramlar ekonomi, politika, tarih ve toplumbilim alanlarında sıkça kullanıldı. Ancak son yıllarda bu terimler, onları ortaya çıkaran somut pratiklerden çok, sol düşünceli akademisyenlerin tartışmalarına indirgeniyor. Dahası, varoluşu halen somut ve acı pratiklerle yaşanan, mesela emperyalizm gibi sözcükler, “modası geçti” tarzında bir dudak bükme ile karşılanıp, sol muhalif hareketlerin jargonundan bile uçup gidiyor. Kökeni nedeni ile, emperyalist ve tahakkümcü yapıları yakından tanıyan Edward Said’in bu çalışması, kavramların yeniden yerli yerlerine konması açısından da sevindirici.

Bu kitap yakın tarihten nelerin nasıl okunması ile ilgili. Estetik ideoloji, kendisini ideolojinin diğer alanlarına nasip olmayan kolaylıktaki yollarla doğallaştırarak, taşıdığı fikirleri ideolojik olarak masum bir biçimde sunabilir. “Okuma” ise, bu doğallık ve masumiyetin örtüsünü kaldırma yani, ideolojik ürünün ideolojik olarak deşifre edilmesi eylemidir. Yazar da, uzmanlık alanına uygun olarak, ideolojisi apaçık olan siyasî, ekonomik, sosyolojik metinleri değil, Batı’nın zengin edebiyat dünyasını okuyor. Roman ya da anlatı, kitabın merkezine oturmuş. Bunun nedeni, hem dünyadaki “öteki” yerler konusunda araştırıcılarla romancılar tarafından söylenenlerin özünü öykülerin oluşturması, hem sömürgeleştirilen halkların kendi kimliklerini ve kendi tarihlerinin varlığını öykülerle işlemeleri.

Yıllar boyunca romana yansıyan emperyal bakış, dünyanın hiçbir köşesinde -Batılı kişi işin içine katılmadan- söz edilmeye değer bir yaşam, tarih ya da kültür olamaz der okuyucuya. Romanın kurumsal niteliği ve Batı toplumunun burjuvazi tarafından fethinin bir parçası olduğu bütün edebiyat kuramcıları tarafından kabul edilmiştir. Said’in burada eklediği şey, romanın aynı zamanda Batı sömürgeciliğinin de bir parçası olduğu. Elbette, roman yalnız başına emperyalizme neden olmuyor. En yeni, en Batılı, en kapsayıcı ve en ansiklopedik kültürel biçim olarak, romanın emperyalizmle ayrılmaz bağlarıdır söz konusu olan. Roman sanatı, burjuva toplumunun var olan kurumlarına, bu kurumların otorite ve iktidarına bağlı bütün bir toplumsal göndergeler sistemini içerir ve her roman, diğer romanlardan miras aldığı bir “gerçekliği” geliştirip sürdürür. Oryantalist, Afrikanist ve Amerikanist söylemler de, tarih yazma, resim, roman ve popüler kültürler içinde zikzaklar çizerek gelişmiştir.

Kültür ve Emperyalizm boyunca, Avrupa edebiyatının önemli yazar ve metinlerinden birçoğunun analizi ile karşılaşıyoruz. “Yüksek Edebiyat” içinde yer alan bu kişiler ve eserlerine yönelen farklı okuma sonucunda, Chateaobriand, Nerval, Renan, Flaubert, Goethe, Bronte, Kipling, Conrad, Gide, Malraux, Camus ve Orwel gibi birçok ustanın, kendilerini yaratan emperyal kültürden nasıl nasiplerini aldıklarını çok açık olarak öğreniyor, biraz da şaşırıyoruz. Ancak, bütün bu yazarların ideoloji, sınıf ya da iktisadi tarih tarafından mekanik bir biçimde belirlendiğini iddia etmiyor yazar. Yani, Batılı yazarları bir komplo teorisi içinden görmüyor. Yalnızca, kendi toplumlarının tarihi içinde yer aldıklarını, o tarihle ve kendi toplumsal deneyimleriyle farklı ölçüde biçimlendirme ve biçimlendirilme ilişkisinde olduklarını, ve bütün estetik biçimleriyle kültürün tarihsel deneyimlerden türediklerini söylüyor. Said, ne “Avrupa ya da Batı sanat ve kültürüne toptan hüküm giydirmek yoluyla eleştirel hakaretler yağdırmak” amacı gütmüş ne de, emperyal politikaların bir parçası olmalarıyla bu eserlerin sanatsal değerlerinin azalacağını iddia ediyor. Tersine, Walter Benjamin’in, “aynı zamanda barbarlık belgesi olmayan hiçbir uygarlık belgesi yoktur” tespiti gibi, hegemonyayı sağlayan şeyin, onların bu değişmeyen yüksek sanatsal değerleri olduğunu ileri sürüyor. Ve; Marx’ın, Lucas’ın, Gramsci’nin, Althusser’in ve Foucault’nun kavramlarının mirasçısı olarak, kültürel ve edebi anlatıları somut güç ilişkileri ile bağlantılı olarak ele alıyor.

Burada Said’in görüşlerine bir ekleme yapmak istiyorum. Kültürel biçimler, özellikle de roman, emperyal kültürün ortağı olmanın ötesinde, -o zamana dek roman sanatıyla tanışmamış olan- Doğu toplumlarına ihraç edilen bir estetik biçim olarak da kültürel hegemonyanın bir parçası oldu. Bu etkinin en açık olarak yaşandığı yerlerden birtanesi hiç şüphesiz Osmanlı Devletiydi. A.H. Tanpınar’ın belirttiği gibi: “Türk romanı gözden geçirilirken göz önünde tutulması gereken ilk gerçek, bu romanın yurtta öteden beri var olan hikâye biçimlerinin doğal bir gelişmesinden doğmadığı, bir geleneğin olduğu yerde bırakılıp yerine yenisinin kurulması şeklinde başladığı keyfiyetidir”. İlk romancılarımız roman ile ilgili yazılarında, Avrupa edebiyatını ve romanını ileri bir uygarlığın işareti, kendi edebiyatımızı ve özellikle -Leyla ile Mecnun gibi- anlatı türündeki yapıtlarımızı geriliğin bir işareti sayarlar. Namık Kemal, Ahmet Midhat, Şemsettin Sami gibi yazarlara göre eski hikâye türünden romana geçiş, hayalcilikten akılcılığa, çocukluktan olgunluğa, kısacası ilkellikten uygarlığa geçiştir. Batı’dan uygarlaşmanın gereği olarak ithal edilen roman türü, aynı zamanda bizi uygarlığa götürecek eğitici, ilerletici bir araç olarak kullanılacaktır.

Yeni bir edebi biçim olmanın dışında, bu yeni biçimde ifade edilen yeni temalar da Doğu kültürlerinde etkisini gösterdi. Batılı aydınlar kendi sorunlarını evrensel sorunlar olarak sunarken, kültürlerinin zenginliği ve emperyal dönemle birlikte evrenselleşmesi, bu tutumlarını haklıymış gibi gösterebiliyor ve birçok Doğulu aydın ve yazarı, kendi ülkelerinde Batı’nın sorunlarıyla benzer sorunlar aramaya itiyor. Emperyal kültür ve roman, Üçüncü Dünya ülkelerine kendi temalarını öyle benimsetmiştir ki, bu coğrafyalarda yetişen yazarlar, Avrupa romanın bazı örneklerini kendi koşullarına uyarlamak durumunda kalmışlardır. Mesela, Sudanlı Tayeb Salah’ın Göç Mevsimi’nin kahramanı, Conrad’ın Afrika yolculuğunu tersine çevirip Avrupa’nın yüreğine yolculuk eder. Mısırlı Necip Mahfuz’un romanları yine Doğu-Batı sorunsalı üzerinedir. Ve Osmanlı’da da durum farksız; o zamana dek bilinmeyen tarzdaki bir aşk teması üzerinden anlatılan Doğu-Batı sorunu Osmanlı ve Türk romanını da uzun süre meşgûl eden -Batı’dan çevrilen romanların etkisiyle oluşmuş- biraz da sahte bir sorundur.

1870’lerde Osmanlı yazarları roman denemesine girdikleri zaman Batı’da bu konuda büyük bir birikim vardı ve Zola’nın başını çektiği natüralist yazarlar gözdeydi. Böylelikle Osmanlı aydını, Avrupa’yı ciddi tarih ve sosyoloji incelemelerinden önce, gerçekleri olduğundan da karanlık ve çirkin gösteren -romantik ve natüralist- romanlarla tanıma durumunda kaldı. Ancak, kendi toplumlarına böyle bakacak bir donanımdan yoksundular, onlar da Doğu’dan Batı’ya bir bakışı benimseyerek, Osmanlı’nın askerî ve teknolojik nedenlerle Batı’yı taklide zorlandığı bir dönemde, bu uygarlığı ahlâken yozlaşmış, aile kurumu çökmüş ve tüm kadınları sadakat duygusunu kaybetmiş bir uygarlık olarak görmeye başladılar. Böylelikle, Doğu değerlerinin yüceltilip, Batılı insan tipinin karikatürleştirildiği Osmanlı-Türk roman geleneği doğdu. İşin trajik yanı, yazarların kendilerinin de Batı hayranı olmaları, bu nedenle eleştirinin kime yöneldiğinin belirsizleşip karikatürleşmesi, bu nedenle de, romanla daha geç tanışan diğer Üçüncü Dünya ülkelerindekine benzer bir direniş kültürünün gelişmemesidir.

Her kültür, daha derinlemesine egemen olmak ya da bir biçimde denetim altında tutmak istediği yabancı kültürlere ilişkin tasavvurlar oluşturmak eğilimindedir. Kültürel kimliklerin oluşmasında bu tasavvurların büyük rolü var (mesela, geçmişte Yunanlı olmanın her zaman Barbarların varlığını, bugün Batılı olmanın ise Afrikalıların ve Doğuluların varlığını, gerektirmesi gibi). Kültür ve Emperyalizm, Üçüncü Dünya vatandaşı olan bizlere, Doğulu kimliklerimizden neden utandığımızı, Batılı kimliklerimizin nasıl oluştuğunu anlamak bakımından heyecan verici kanıtlar sunuyor. Said’in yöntemini Türk edebiyatına ve Tanzimattan bugüne dek süren egemen düşünce yapısına uygulamanın, üniter devlet söylemlerinin ve “Beyaz Türk” kimliğinin ortaya çıkışını algılamakta çok işlevsel olacağından hiç kuşkum yok.

Osmanlı toplumu hem etnik, hem dinî bakımdan çok zengin bir toplum ve Hıristiyan ya da Musevi tüccarlar bu toplumda gerçekten büyük güç sahibiyken, Osmanlı romanı daima Türk-Müslüman karakterleri ve konuları işlemiş, belki de toplumsal yapıda geçerliliği en önemsiz kesimi, çöküş halindeki rantiye Osmanlı kibarzadelerini merkezine alıp, toplumun diğer katmanlarını romana klişeler halinde ve sınırlı olarak dahil etmiştir; Rum, Ermeni ve Musevi vatandaşlar genellikle hafifmeşrep kadınlar, sahtekâr doktor ve işadamları ya da garson, arabacı, uşak, vb. gibi küçük hizmet erbabı olarak yer almışlardır öykülere. Bu simgesel gösterim, aynı zamanda Osmanlı’daki “öteki” refleksinin başlamasının da tarihidir.

Bizde romanın ortaya çıktığı yıllar, Yeni Osmanlılar gibi, imparatorluğu kurtarmak için Türkçülük hareketlerinden medet uman akımların etkili olduğu yıllardı. Dönemin etkili isimlerinden Namık Kemal’in Cezmi romanında etnik gruplardan bahsedilirken “mezhebi meşrebi şüpheli” nitelemesi yapılır. Çünkü, bu akımlar için, “azınlıklar” Anadolu’nun bütünlüğü için bir tehlike arzetmektedir ve o yıllarda, Kürt, Ermeni, Arap ve Rum topluluklarının, Türk halkı gibi bağımsızlık talebi, Anadolu’ya yapılmış alçakça, ezilmeyi hakeden, kökü dışarda birer saldırı olarak değerlendirilmiştir. Namık Kemal’in takipçisi Ömer Seyfettin de, romanda ırkçılığın ve etnik düşmanlığın en önemli sözcülerinden olmuş, genellikle Balkan halklarının hainliği, acımasızlığı ve Osmanlı-Türk halkları için tehlikeleri üzerinde dururken, Ermenileri kötülemeyi de, Bir Ermeni Gencinin Hatıraları adlı romanına konu alarak, ihmal etmemişti. Daha yüksek edebiyat ürünlerinde de aynı ideolojik etkileri görüyoruz. Bekir Fahri’nin Jönler romanında Ermeni cemaat nispeten kurtulur “hain”likten, ama Kürtler, hem Ermeniler hem Türkler için eli kanlı isyancılardır. Osmanlı-Türk romanındaki ilk Arap düşmanlığı da Jönler romanında ortaya çıkar.

Günümüzde Türk aydın ve yazarları Anadolu’nun “kültürel mozaiğinden” sıklıkla bahsederler, ama, çok yakın zamanlara kadar Türkiye’de bir de Ermeni edebiyatı olduğu hiç bilinmiyor, üzerine konuşulmuyor ve kitaplar basılmıyordu. Kürt Edebiyatı da aynı suskunluk perdesi ile örtülü. Bırakalım onların kendi edebi alemlerini, birkaç istisna dışında, Cumhuriyet dönemi “saygın” Türk romanı, etnik gruplara ve onların bu coğrafyada yaşadıkları acılara hiç değinmiyor. Varlık vergisi günlerinin, 6/7 Eylül yağmalamaları ve ardı sıra yaşanan göçlerin tarafsız bir biçimde ele alındığı Türk romanı neredeyse hiç yok. Biraz Kürtler malzeme olmuştur öykülere. Ancak bu malzemeye daha dikkatli bakıldığında, çoğunun -benzer biçimde- Doğu’nun vahşi güzellikleri, otantik köy yaşamı üzerine olduğu görülecektir. Türk Edebiyatının Kürt sorununa yaklaşımı, kentli Cumhuriyet aydınının Batıcı bakışının izlerini taşır. “Doğu’nun gerçekleri”, Kemalist bir bakışla din adamlarının, şeyhlerin, hocaların bağnazlığı nedeniyle geri kalmış yoksul köylülere indirgenirken, yazarların kimi zaman sansür ve oto-sansür mekanizmaları, kimi zaman bilinçli bir tercihle kullandıkları “Doğu” sözcüğü, elbette kültürel, tarihsel ve etnolojik açıdan hiçbir anlam ifade etmiyor.

Konuya biraz daha yakından bakmak için, etnik gruplardan söz edilen romanlara değinmek istiyorum. Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim isyanları, hiçbir aydının gözardı edemeyeceği türden önemli toplumsal hareketlerdi. Bu kalkışmalar birçok romanda kullanıldı, ama nasıl? Önce Türk subayına aşık olan Kürt kadın teması var. Halide Edip Adıvar’ın Zeyno’nun Oğlu, Esat Mahmut Karakurt’un Dağları Bekleyen Kız, Refik Halit Karay’ın Yezidin Kızı, Barbaros Baykara’nın Dersim romanları hep bu kadın-erkek ilişkisi merceğinden bakar meseleye. Tanzimat romanının hoppa Hıristiyan kadın tiplemesi, romana aşkı katmak kaygısından doğmuştu. Tarihî romanlar bu tiplemeyi bir olmazsa olmaza dönüştürdüler. Popüler örneklerini hiç saymıyorum, ama Türkiye’de çok sözü edilen Devlet Ana romanında bile Moğollar aşağılanırken, Osmanlı erkeği-Rum/Ermeni kadını ilişkisi sürekli olarak yinelenir. Güçlü ulusu erkeğin, zayıfı kadının temsil ettiği bu simgesel ırkçı aşağılama, Batı’nın sömürgeci edebiyatından beri sıklıkla kullanılan ve “beyaz” okuyucunun hem çok sevdiği, hem de inanmak istediği bir motiftir; ulusların temsili karşı karşıya gelişinde, kadın, erkeğin yüksek değerleri karşısında dayanamaz, isyanının ne kadar haksız olduğunu anlar ve teslim olur. Elbette saydığım bütün metinlerde de Doğu, egzotik, vahşi, esrarlı ve güzel olarak resmedilen bir masal diyarıdır.

İş yalnızca bu simgesel ilişki ile bitmiyor Türk romanında. Birçok metinde ırkçı aşağılama sırıtırken, bazılarında geleneksel bölünme paranoyasının, Kürt-Ermeni “birlikteliğinin” izleri sürüyor. Yezidin Kızı romanında, “Ermeni ve Kürt istiklal komitelerini de buna eklersek, Suriye her türlü düşman hareketlerine müsait geniş bir meydandı” diyerek bir taşla üç kuş vuran yazar, Yezid kızını övme nedeni olarak “konuştuğu Kürtçeye aykırı düşen garplı oturuşunu” gösterirken, sanki vahşi bir yaratıktan söz etmektedir. Yine aynı romanda, Şeyh Sait ve Ağrı isyanları, “İngiliz yüzbaşısı Mod-Fold’un yedi sene evvel Bağdat’ta Kürt ve Ermenilerden bazılarını toplayarak” kurduğu cemiyetin kışkırtıcı faaliyetlerinin sonucu olarak değerlendirilir. Hasan İzzettin Dinamo’nun Kutsal Barış adlı yarı belgesel romanındaki Kürt isyanlarına bakış, aynı tarihî paranoyanın devamıdır. “Bu ayaklanış bir din devinimi, bir Kürt devinimi de değildi. Doğrudan doğruya kökeninde karşı devrim pisliği yatan bir olguydu” diyen yazar, daha ileri giderek, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki baskıcı yönetimin, devleti parçalanmaya götürecek bu isyanları göğüsleme amacından kaynaklandığını söylüyor. Şemsettin Ünlü’nün Yukarışehir’i ise, başarılı bir tarihsel roman. Ama, Elazığ bölgesindeki etnik hareketlilikleri ele alışı, geleneksel “kökü dışarıda” refleksini yansıtıyor. Ulusal baskı, yalnızca bir paşanın kişilik bozukluğuna indirgenirken, yazar, misyoner faaliyetlerini Amerikan emperyalizminin bir parçası olarak görüp, Ermeni muhalefetini bu misyoner komplolarına bağlıyor.

Her metnin kendi toplumunun ortak söylemi ile belli bir ilişkisi vardır diyerek, Edward Said’in bakış açısına dönersek, bu metinlerin bir komplo kurmak, bilinçli olarak etnik kimlikleri aşağılamak kaygısı taşıdığını ileri sürmemek gerekiyor. Olup bitenlere ilişkin bu görüşlerin ardında, Anadolu’nun ve Doğu’nun tarihlerinin üniter bir devlet yaratma kaygısıyla yeniden yazılmasının izleri var. Bu toplumun tarihi içinde belirlenmiş olan yazarların soruna yaklaşımlarında, Cumhuriyet ideolojisinin ve “Son Türk Devleti” söyleminin etkileri olması, -aydın tavrına yakışmasa da- beklenilebilir bir eğilim. Asıl düşündürücü olanın, uzun yıllar sol-muhalif rüzgarların estiği Türk edebiyatında, etnik kimliklere ve sorunlara yönelik suskun kalan metinler ve yazarları olması gerekiyor.

“Güçlüler” ve “mazlumlar” arasındaki anlatılar savaşının özellikle medya dünyası eşliğinde olanca hızıyla sürdüğünü görüyoruz. Batı’nın Üçüncü Dünya ülkelerine ve İslâmi yönetimlere ilişkin giriştiği fundemantalizm ve terörizm anlatıları, bugünkü emperyal kültürün savunma refleksi olarak iş görürken, “biz”i haklı bir öfke ve savunma duygusuyla doldurup “öteki”ni uygarlığı ve yaşam tarzımızı yıkıcı düşmanlar olarak görüyor. Türkiye’de son yıllarda yaşadığımız ideolojik ve siyasal ortamın, Batı’daki durumdan daha vahim olduğunu söylemek abartılı olmaz. Geçmişinden edindiğimiz deneyimlerden yola çıkarsak, korkarım, gelecekte yazılacak Türk romanları, bugün içinde yaşadığımız konjonktürün etkisi ile, terör ve fundemantalizm kavramlarını birilerini “ötekileştirmek” için kullanma tehlikesinden hiç de uzak değil.