Ötekini Kaybetmek

Gerçeklik, kişinin ‘öteki’ni görmesi, ‘öteki’ tarafından görülmesi ve ‘öteki’ tarafından görüldüğünü görmesiyle oluşur. Dolayısıyla, gerçekliğin ve gerçeklik duygusunun oluşması için insanların birbirlerini gördüğü alanlara ihtiyaç vardır. Bu alanlar fiziksel olarak birarada olmayı gerektirmez. Kişinin kendini gerçekleştirmek için ‘öteki’nin bulunduğu bir alana ihtiyacı vardır. Gerçeklik içinde, kişinin kendisinin nasıl bir insan olduğuna dair kanaatleri, ‘öteki’yle ilgili kanaatleriyle ve ‘öteki’nin ona dair kanaatleriyle birlikte oluşur.

Liberal özne teorisinde ise, kişi tek başına kendini oluşturabilir. Bu özneler, bir zamanlar dağda tek başında yaşarken, kendini herkesten uzak kurduktan sonra, biraraya gelerek ‘medeniyet’ kurabilir. Dolayısıyla, bu teorinin içinde kişinin kendi öz-imajı ‘öteki’nin imajından daha kuvvetlidir; herkes tek başına kendini oluşturmuştur. Kendini ‘öteki’nden bağımsız kurmuştur. Liberal özne teorisi, hem tarihsel hem de siyasî olarak birçok eleştiri ve yara aldı fakat kendini ‘öteki’nden bağımsız kurmak yani, ‘öteki’ni görmeyi reddetmek günlük hayatta yaşayan bir olgu. Bu “red”, dışlamaya dönüşerek yaşadığımız çağın rengini oluşturuyor. Diğer bir deyişle, çağın rengi böyle bir dışlamayla oluşuyor.

‘Öteki’ne göre kendini kurmayı reddetmek, yani, örneğin kişinin ‘öteki’si olabilen, dayatılan değer sistemlerinden bağımsız olarak kendini kurabilmesi, mevcut sistemleri kabul etmediği için, özgürlükçü bir tona da büründü. Fakat bu özgürlükçü ton, değer sistemlerine getirilen eleştiriden bağımsızlaşıp, öznenin kendi kendini kurduğu düşüncesine evrildikçe özgürlükçü eleştiri liberalleşti. Diğer bir deyişle, ‘özne’nin kendi kendini kurduğu düşüncesi, eleştiriye yer bırakmadı; mevcut değer sistemleriyle farklı ilişki kurma biçimleri yok sayılarak, ‘özgürlük’ün tek mümkün yolu, diğerlerini ve sistemi görmemek, görmezden gelmek olarak formüle edildi.

Özgürlükçü ya da değil, kendi kendini kurmaya muktedir ‘özne’ fikri, ‘öteki’ni görmezden gelebilen bir ‘öz-imajı’ yarattı. Görmezden gelme mekanizmaları, tarihsel olarak farklı biçimlere bürünebildi. Dolayısıyla, ‘öz-imaj’ın kendini yaratmakta kullandığı dille, ‘öteki’ni anlatabildiği ya da algılayabildiği dil arasında önemli farklılıklar oluştu.

Bu yazıda, ‘özne’ olarak kurulmuş, iki ‘biz’den söz etmek istiyorum. Bu yazı için önemli olan, ‘biz’lerin kendi kendini kurarken kullandığı dille, ‘öteki’ni algılayışındaki dil arasındaki uçurum ve bu uçurumun çok da ‘insanî’ şeylerle kurulabileceği.

SIRADAN BİR MHP SEÇMENİ

Seçim sonuçları, yaşamın tüm alanlarında davranış biçimlerini şekillendiren bir eğilimi ortaya koydu. Diğer bir deyişle, siyaset en geniş anlamıyla, yoksa kendi anlamıyla mı demek gerekirdi, yürürlükteydi. Seçim sonuçları ve ortaya koyduğu eğilim, Birikim’in 121. ve 122. sayılarında geniş bir bağlamda tartışıldığı için ben bu yazıda bu konulara değinmeyeceğim. Bu yazıyı asıl ilgilendiren nokta, sıradan bir MHP seçmeninin kendini ve ‘biz’i nasıl kurduğu. Bu ‘biz’in tahlili, Birikim okurları için bazı tekrarlar barındırsa da, sol ideallerle kurulan bazı ‘biz’lere bakışımız için de oldukça öğretici.

Sözünü edeceğim kişi, taksi şoförlüğü yaparak geçimini sağlamaya çalışıyor. İki çocuk babası. Ankara’nın bir ilçesinde, söylediğine göre, ‘ülkücü gençlerin değer verdikleri bir ağabey (sağ olsunlar)’. Kendisine ve arkadaşlarına dair kullandığı en önemli sıfat, ‘mütevazilik’ ve ‘iyi’lik. Mütevazilik, iki çocuğuna ve kendilerine, ‘lüks olmayan’ yaşamlar temin edebilmek demek. ‘İyi’lik ise tamamen ‘özel alan’a dair bir tanım olarak yapılıyor; “çocuklarının güzel bir yaşama sahip olabilmesi için çalışan bir ‘baba’ iyidir” düşüncesiyle temelleniyor.

Mütevaziliğin ‘lüks olmayan’ olarak tanımlanmasının iki temel dayanağı var. Birincisi, ‘lüks’, Türkiye’nin zenginlik sembolleri, Sabancı ve Koç gibi, ‘yatlar, katlar, arabalar ve hesabını bilmediğin miktarda para sahibi olmak’ demek. Dolayısıyla, böyle bir ‘lükse’ asla sahip olamayacağı için, kendisini ‘yatlar, katlar’ içinde görmemesinin bir miktar ‘gerçekçiliği’ var. Lüks olanı, lükse sahip olma yollarından bağımsız, sadece ‘yatlar, katlar ve hesabı bilinmeyen para’ olarak tanımladığı için, kendisinin iki çocuğu için satın alabildiği iki ev ‘lüks’ tanımının içinde yer almıyor. Diğer bir deyişle, çocuklarını evlendirdiğinde, onlara ev verebilmesi Türkiye’nin artan yoksulluğu içinde ‘mütevazi’ sayılabiliyor. Burada sorun, bu ‘ağabey’in iki çocuğuna iki ev alabilmiş olması ya da aslında onun ‘zengin’ olduğunu kanıtlamak değil. Dikkat çekilmesi gereken nokta, bu ülkede artan yoksulluk içinde, mütevaziliğin, basitçe ‘lüks olma’ düşüncesini olumsuzlayarak kurulduğu, iki ev sahibi insanların zengin sayılabileceği ekonomik, sosyal koşulları göz ardı edebilen bir söylem ve bu söylemin dinamikleri. Bu nokta ise, Ömer Laçiner’in Birikim’in 122. sayısında işaret ettiği, ‘ulus-devletler halinde yaşayan toplumların içinde, kapitalizmin gelişmesi ile konumları geçim imkânları, gelecek umutları sürekli bir değişme, düşme ve yok olma tehdidi altına giren ve kendilerini bu sürece karşı koruyabilecek güç ve kapasitede görmeyen kesimleri’ içine alan söylemin... hesabını göremeyeceğinden emin olduğu gerçek ‘düşman’dan asla söz etmemesi. Diğer bir deyişle, Laçiner’in işaret ettiği gibi, ‘bu kesimlerin kıstırılmışlık halinden doğan umarsız tepkilerini boşaltma ihtiyaçları’, ‘ben/biz olmayan’ olarak tanımlanmış ‘öteki’ne yöneldiği zaman ‘iç düşman’ yaratan milliyetçilik olarak şekillenir. Oysa aynı kesim kendisini aynı şartlar içinde ‘öteki’ne yönelttiği tüm olumsuzluklardan arınmış, olumlu ve erdemli bir dille tanımlar; ‘öteki’ne karşı ‘bu yurdu gerçek sevenler’ haline gelir. ‘Öteki’ ile ilişki kurmadığı, yani, kendini diğerine karşı değil de, kendi içinde tanımladığı zaman da ‘mütevazi’ dolayısıyla erdemli bir yaşam olarak tanımlar fakat her iki durumun ortak noktası, Laçiner’in sözünü ettiği gerçek ‘düşman’ı göz ardı edebilmesidir. Diğer bir deyişle, her iki durumda da, ‘düşman’ı örten söylemsel bir güçten söz edilebilir. Bu söylemsel güç, burada sözünü ettiğim kişinin tahayyülünde, hayat şartlarının zorlaştığını kabul etse de, ‘iyi’ insanlara-‘iyi’ babalara- bir şey olmayacağı görüşünden besleniyor. Hem o ‘mütevazi’ olduğu için çok da bir şey istemiyor ki. Kendi isteklerinin anlaşılabilir ve ‘makûl’ olduğuna duyduğu inanç, yani ‘lüks’ yaşam sağlamanın ‘hırs’ına sahip olmayışı, sistem içinde ona sarsılmaz bir yer sağlıyor. (Yoksa, bu sistem içinde sağlam olarak yerini alabilmek için inşâ edilmiş bir dil mi?)

Artan yoksulluk içinde çocuklarına belli bir imkân sağlayabilmiş olmayı ‘mütevazilik’ olarak değerlendirebilmenin temeli, ‘lüks olmayan’ tanımının ikinci temel dayanağıyla ilgili. ‘Mütevazilik’, tevazu gösterme, sahip olunan zenginlikle ilgili olmaktan çok bu zenginliklere sahip olmanın diğer insanlara aksetme biçimiyle ilgilidir. Dolayısıyla, mütevazilik, bireyler arası alana, insanlar arası ilişkilere ait bir tanım yapar; bireyler arası alanda bireye ait bir ‘erdem’ olarak tanımlanır. Mütevaziliğin ‘lüks olmayan’ olarak olumsuz bir bağ ile tanımlanmasının ikinci ayağının dayandığı yer, mütevazilik kavramından arta kalanla yetinir; erdemli bir birey lüksü olumsuzlayarak belli bir yaşam biçimini de dışlamıştır.

İşte, ‘ağabey’in dilinin kırıldığı yer de bu kavramdan arta kalanlarla besleniyor. ‘Yatları, katları’ olan insanların yaşamlarının aksettiği biçimini dışlayan bir kavram olur ‘mütevazilik’; geceleri dışarı çıkan kızlar, onların erkek arkadaşları, içki içip dağıtan insanlar, ‘dejenere’ bir yaşam. Harcamaları, gösteriş için yapılan israfları olumsuzlar bu kavram. ‘İsraf’ı olumsuzlayan kavram, ‘tasarruf’u olumlar. Diğer bir deyişle, gayet mütevazi olarak ‘yat, kat ve hesabı bilinmeyen paraya’ sahip olunabilir. Çocuklarının geleceklerini daha da sağlamlaştırabilmek, onlara bir de gelirlerine ek olarak kira geliri sağlayabilmek için beşinci altıncı mülkü edinme güdüsüyle (ve genel olarak mülk ile) hiçbir alıp veremediği olmayan bir mütevaziliktir bu. Sahip olma dürtüsünü asla sorgulamayan bir mütevazilik; yeter ki ‘dejenere’ bir yaşamı olmasın.

Kendi kendiyle kurduğu ilişkide kendi imajı, ‘iyi’, ‘çocuklarının geleceği için tasarruf yapan baba’ olunca, tasarruf güdüsü mülk edinme güdüsünün üzerini örter. Laçiner’in sözünü ettiği gerçek ‘düşman’ın üzerinin örtülmesi, ‘kendi içinde’ böyle meydana gelir; var olan koşulları sonuna kadar kabul ederek bu koşullar içinde kendine ‘erdemli’ bir duruş atfedilir. Dolayısıyla, mevcut durum içinde mümkün olan kişisel erdemli duruş, yapılan tüm kötülükleri kişiselleştirir; Ali, Veli Kötü olduğu için ortalıkta bir sürü pislik vardır. Herkes kendisi gibi ‘iyi’ olsa ortalıkta ne dolandırıcılık ne haksızlık ne de namussuzluk kalacaktır.

Kötü olan ‘öteki’leri ‘iyi’ hale getirme yöntemleri, bilindiği gibi, ‘asacaksın dört beşini’ düşüncesinden, ‘önce iyilikle söylemek gerek’ ‘bilge’liği arasında değişiyor. Amaç ‘iyi’ olduğu sürece, bu amaca ulaşma yolları tartışılmaz hale geliyor. Öyle ya, istenen herkesin, ‘dürüst’, ‘namuslu’ (yani başkasının karısında kızında gözü olmayan), ‘efendi’ (önce dinlemesini bilen!) olması, o halde bu sıfatları taşımayan, taşıdığı düşünülmeyen insanlara ne yapılsa yeridir. Sahip olduklarını düşündükleri ‘kusursuz iyilik’i hiçbir şey gölge düşüremez; öldürmek bile. Sanırım burası, tam da Ahmet Çiğdem’in Birikim’in 121. sayısında yer alan sözlerini anmanın yeri: “Aklın, bilincin, vicdanın kusursuzlaştırılması, başkalarının emeğine ve özgürlüğüne mal olmasına rağmen tek mümkün pratik olarak dayatılıyor.”

Benim konuştuğum kişi, kendi ‘alçakgönüllü efendiliği’ni, önemli gördüğü bir olayla örnekledi. Taksi durağı, ‘oturup kalkmasını bilmeyen’ şoförle doludur. Durağa girdiğinde, arkadaşına ‘lan’ diye hitap eden koca adamlar vardır. İki çocuk sahibi bu insanı ilk önce uyardığını söyledi çünkü bu davranışı çocuklarına da örnek olacak ve onların da ‘oturup kalkmasını bilmelerini’ engelleyecektir. Nush ile uslansın. Öğüdün en can alıcı kısmıysa, böyle davranışların çocuklarına ‘kötü örnek’ olabileceği. Bu öğüt bir anlamda, ‘sen düştün bari çocukların sana benzeyip senin gibi olmasın’ kabullenmesini de içeriyor. Bu öğüdün de inandırıcı olması bekleniyor çünkü, kendilerinin toplumun ‘düşük tabakası’ndan olduklarının çok insanî acısını çekiyorlar. Nush ile uslanmayan bu insana en sonunda, ‘sensin lan’ diye bağırdığını söylüyor; tekdir ile köteğin birbirine karışmasından bahsediyor. ‘Oturup kalkmasını bilmeyen’ bu insanın dışlandığını ve onunla artık kimsenin konuşmadığını anlatıyor. ‘Oturup kalkmasını bilme’ isteği, ‘oturup kalkmayı bilme halini geçiyor.

SOĞAN SARMISAK YEMEMEK

Devlet Bahçeli’nin Ülkü Ocakları’ndaki gençlere ve yaşını almış insanlara, beyaz çorap giydirmemesi, soğan ve sarmısak yedirmemesinden de övgüyle bahsediyor. İşte bu övgü, ‘medya’nın, ‘MHP’nin başarısı’ olarak tanımladığı, ‘eğitime verilen anlamlı önem’ olarak algılanmıyor; kişinin kendi öz-imajını günlük yaşam içinde pekiştiriyor. Diğer bir deyişle, kapalı dünyaları içinde kendilerini daha iyi görmek için yapılan öğütler bu kapalı dünyanın içinde övgüyle karşılanıyor; ‘oturup kalkmasını bilme’ isteğiyle örtüşüyor.

‘Ağabey’in kızı, sohbetin tam da burasında, babasına, ‘neden beyaz çorap giydirmiyor’, diye sormuştu. Babasının cevabı ise, ‘beyaz çorabı çakallar giyer’, oldu. Dolayısıyla, beyaz çorap giymemek, artık istenmeyen bir ‘varoluş’un dışlanması anlamına geliyor. Siyah ayakkabının içine beyaz çorap giyen ‘çakal’lardan olmamak için, soğan kokan bir ‘hanzo’ olmamak için söylenen tüm öğütlere uyuluyor. Ümit Cizre Sakallıoğlu, Birikim’in 122. sayısındaki yazısında, MHP’nin ‘Kürt meselesini çözmekten çok, Batı ve Doğu dünyasından intikam almaya yönelik bir hale getirdiğini ve bunu yaparken de, ölüme direnen bir hareket rengini kazandığı için insanileştiğini’ belirtmişti. Bu hareketin insanileşmesinin başka bir mekanizması da, ‘öteki’ ile kurduğu ilişki bağlamında değil de sıradan bir MHP seçmeninin kendi kendiyle kurduğu, kafasında yaratmak istediği kimlik imajında bulunuyor. Gündelik yaşam pratikleri içinde, küçümsenen, istenmeyen, ‘hanzo’, ‘çakal’, ‘maganda’ kimlikleriyle değil, ‘efendi’, ‘temiz’ ‘mütevazi’ bir yaşam biçimini öğreten bir hareketin, taraftarları arasında kazandığı bir insanilik bu. Beyaz çorap giymeme, oluşturulan ‘efendi’ imajının kurulduğu alan oluyor; ‘adam gibi adam olma’ isteğinin ifadesi haline geliyor.

CAN ACISINDAN KUYRUK ACISINA: SOLCU AYDIN İMAJI

‘Öteki’ ile, solcu olan ile kurulan ilişkide de, ‘öteki’ne yansıyan ile ‘kendi’ne kalan arasında önemli bir açı var. Konuştuğum ‘ağabey’ de, MHP’nin solcu imajını, vatanını sevmeyen, zengin ve hıyanet içinde sözleriyle özetlenebilecek imajı paylaşıyor. Burada dikkat çekilmesi gereken nokta, bu imajın ‘öteki’ ile karşılaşılan yerlerde veya karşısında ‘öteki’ varmış gibi konuşulduğu anlarda devreye giren bir imaj olması. ‘Ben’in ve ‘biz’in karşısında hiç kimse olmadığı zaman, kendi kendine kaldığı zaman kullanılan dil ise oldukça farklı.

Konuştuğum ‘ağabey’in solculara dair kendisine kalan önemli bir anısı var: ‘Adam Mülkiye’den mezun olmuş benimle konuşamıyor, konuşmuyor’. Bu andan kendisine kalan, hem ‘adam yerine’ konulmayarak konuşulmaya değer bulunmamanın acısı hem de eğitimli olarak gördüğü insanla arasındaki farkın telafi edilemeyeceğini hissetmesi. Hemen belirtmek gerekir ki, herhangi birisini adam yerine koymayıp, konuşmaya tenezzül etmediğini belli eden birisinin, solcular tarafından da eleştirilebileceğini düşünmeden onu ‘solcu’ olarak addetmek, elbette ki tüm ‘kötü’ sıfatları taşıması gereken ‘düşman/öteki’ kavramıyla ilgili. Dolayısıyla, bu durumda ‘solcu’lara içerlemek doğrudan doğruya hayali bir ‘öteki’ ile ilgili, fakat kendine kalan şey bu duruma içerlemek, durumun yarattığı can acısı. Birinin kendini ‘adam yerine’ koymadığını gördüğünde, hele bu ‘eğitimli’ olduğu için önemsenen birisiyse, birçok insanın canı acır. Can acısını, ‘kuyruk acısı’na dönüştüren mekanizma yukarda anıldığı gibi, hayali bir düşman imajıyla devreye girer.

Vicdanı rahat olarak uyuyabilmenin huzurundan ve erdeminden birçok insan söz eder. Sözünü ettiğim ‘ağabey’, ‘solcu’lara karşı verilen ‘savaş’ta gereken safı tutmuş ve zamanında yapması ‘gereken’ tüm kötülükleri yapmıştır. Gece de, vicdanı rahat olarak uyumuştur, çünkü kendi kendine kaldığı zaman devreye giren dil, kuyruk acısının yaptırdıklarını göz önünde tutan değil, can acısını olanca insaniyetiyle vurgulayan bir dildir. O ‘gözünü kan bürümüş’ komünist avcısından çok, kendini üstün gören, insanları küçük gören bir ‘alçak’ tarafından aşağılanmış ve bunları onuruna yedirememiş ‘onurlu’ ve ‘canı yanmış’ bir insandır. O, ‘iyi’ bir insan, çocuklarının iyiliklerini isteyen bir babadır. Dolayısıyla, canı acıyan da bu ‘iyi’ insandır. Can acısı, kuyruk acısının yaptırdıklarını meşrûlaştırır. Suç temizlenir, vicdana karşı hesap verilir.[1]

Kemal Can, Birikim’in 122.sayısında yer alan yazısında, sahici deneylerden yoksun aktarılan bilinçaltından bahsetmişti. Can’ın deyimiyle, sözü edilen, ‘yaşanmışlıkları-döşenmişlikleri’ olmayan, sahici deneyimden beslenmeyen bir bilinçaltıydı ve Can, bu bilinçaltından ‘beterin beteri’ diye söz ediyordu. ‘Öteki’yle direk ve önyargısız ilişki kuramayan ‘biz/ben’ için daha da beteri, yani beterin beterinin beteri var. Yaşanan tüm deneyimler, ister aktarılan bilinçaltı denilsin, ister kurulan üst bir dil olarak adlandırılsın, bu kodlamanın delillerini oluşturuyor. Diğer bir deyişle, üst dilde ‘komünistler bu ülkenin evlatlarıyla konuşamaz, onları aşağılar’ sözleriyle ifadesini bulan deneyim, ‘ben/biz’in kendiyle konuştuğu dilde, aşağılanmanın acısına, hattâ bu dünyada var olan tüm aşağılamalara itiraz eden bir insaniyete dönüşebiliyor. Diğer bir deyişle, ‘öteki’yle kurulan ilişkide aktarılan kodlar kendi ‘yaşanmışlıkları’nı yaratarak, sahici bir deneyin bütün etkinliklerini içeren zenginliğe de sahip oluyor. Aşağılanan kişi, belki de okuma yazma bilmeyen babasını ve onun fakirlik içinde kıvranışını daha çok canını acıta acıta hatırlıyor. Aşağılanma gibi, gerçek bir deneyimin tüm acıtıcılığı yaşanıyor. Canı acırken, bu can acısı, var olan, katıca belirlenmiş kodlarla ‘öteki’ni düşmanlaştırıyor. Düşman oluşun yaptırdıkları ise, öz-imaja yapılan vurguyla temizleniyor. Kötülük tahayyüllerinin olumsuzlanması, kişiyi ‘iyi’ yapmaya yetiyor. Milletin namusuna göz dikmedim, hırsızlık yapmadım, yalan söylemedim. Çocuklarımın geleceğini sağlamaya çalışan, ki en yüce erdem, bir babayım. Ben kötü olamam.

Can Kozanoğlu’nun, Cilalı İmaj Devri isimli kitabıyla eleştiri diline kazandırdığı önemli bir kavram var; ‘-mış gibi yapmak’. Kurulmak istenen imaj adına, olmayan duygular, düşünceler varmış gibi gösterilir. Dolayısıyla, bu kavram, altı dolu olmayan acıları, düşünceleri ifade edip, bir nevi bilinçli ‘yalan’a işaret eder. Bu kavramı doğrulayan birçok olay hâlâ zuhur etmektedir. Benim bu yazıda dikkat çekmek istediğim nokta, ‘yalan’ın ortaya çıkardığı ‘hazin’ sonuçların ve kavramların ardından, ‘gerçekten’ hissedilen duyguların, ‘gerçekten’ yaşanmış olayların, sırtını ‘gerçekler’e dayayarak, bir ‘yalan’ı var edebilme gücü. ‘-mış gibi’ yapılan durumlarda, ‘yalan’ın, ‘yalan’ ile ilişkisini gözlemlenebilir. Hattâ, ‘yalan’dan kaçınırken, ‘doğru’ya tutunmak, ‘doğru olsun da ne olursa olsun’ türünden, ‘doğru’luk üzerinden olumlama ilişkisi kurulabilir çünkü hâlâ ‘yalan’ın gizleyip kirlettiği ‘doğru’ düşüncesi yaşamaktadır. Oysa, dillendirmeye çalıştığım durumda, ‘yalan’ ile ‘gerçek’ arasındaki kesin sınırlar eriyor. Fakat, Kozanoğlu’nun dillendirdiği kavram, bizim bağlamımızda anlam değiştirerek açıklayıcı olabilir: ‘Toplumun alt kesimlerindeki insanlar’, ezilmişliklerinin gerçek sorumlularını biliyormuş gibi ve birilerini yok ederek sorunu çözebilecekmiş gibi yapıyorlar.

İKİ DİL ARASINDAKİ AÇININ KURDUĞU TUZAK

‘Ben/biz’in öz-imajının diliyle, ‘öteki’yle kurduğu ilişkinin dili, kendini ‘öteki’ne anlatma ve aktarma sırasında kullandığı dil, arasındaki açı, hem teorik hem de insanî bir tuzak içeriyor. Aslında birileri tarafından aşağılanmış, yardıma ve konuşulmaya muhtaç insanları birer canavara dönüştüren dilden kaçınarak, ‘canavar’ı dinlemeyi göze almış insanlar, aşağılanmanın ve ezilmişliğin bu toplum tarafından iyi bilinen acısıyla karşılaşıyorlar. Dinlemeye teşne olan insanlar, solun, solcular tarafından da, Birikim’in 122. sayısında tanık olduğumuz gibi, eleştirilen, kendinden olmayanı ‘hain’ ilân eden, ezberini değiştirmesi gereken söylemine karşılık, ‘ben/biz’in öz-imajını içselleştirerek, insanî bir savunmaya dönüşüyor. Bu savunma ise, bu insanların, aslında ezilmiş, itilmiş ve ‘masum’ insanlar olarak tasvir ediyor. Başka bir söyleyişle, insanî olanı anlamak, yapılan her şeyi bağışlamaya dönüşüyor.

Sarkacın diğer ucunda ise, ‘öteki’ne akseden ‘kötücül’ ilişkinin yaptırdıklarına konsantre olmak var; ‘öteki’ne yapılanları sorgulayan söylem de insanî olanı hiç hesaba katmıyor. Böyle bir söylemin yaptığı sorgulama, ‘ama benim ne kadar ezilmiş ve yıkılmış olduğumu anlamıyor’ ‘hissi’ni yaratarak, sorgulama, soru sorma ve diyalog gücünü azaltıyor. Bağışlamamak ya da daha iyi bir ihtimalle, yapılanlara soru sormak bile, bu insanların kendi kendileriyle kaldıklarında neyin acısını çektiklerine karşı duyarsızlaşabiliyorlar. Sanki onlar yalnızca yaptıklarından ibaretmiş gibi yapıyor. Bu durumda da, sorgulamanın bağışlamamaya eşitlenmesi, var olan durumun her yönünün anlaşılmasını engelliyor. Dolayısıyla, ‘ben/biz’in kendiyle kurduğu ilişkiyle ‘öteki’ne yansıyan ilişki arasındaki, niyet ile eylem arasındaki açı, bu açının yarattığı zor durumla ilişki kurmaya çalışan eleştirel söyleme, ‘anlamak=bağışlamak’ özdeşliği ve ‘sorgulamak=bağışlamamak=anlamamak’ zincirini yaratarak, tuzak hazırlıyor. Sanırım bu tuzaktan kurtulmanın yolu, açının sebep olduğu farklı görünümlerin yalnızca birinden birini analiz etmek değil, var olan bu açıya ve açıyı yaratan somut koşullara bakabilmek.

BAŞKA BİR ‘BİZ’

18 Nisan gecesini birçok insan uykusuz geçirdi. 19 Nisan, 20 Nisan gecesini de demoralize olduğu için uykusuz geçiren birçok insan vardı. İtiraz edebiliriz, sonuçları tartışabiliriz, yeniden düşünmeye başlayabiliriz fakat tüm bu olasılıkları, bir süreliğine olsa da, unutturan his, Ahmet Çiğdem’in seçimin hemen ertesinde yazdığı yazıda ifadesini buldu; ‘kazandığımız bir çaresizlik var’. ‘Yarın güzel şeyler’ olacak’, sözlerinde umudun birinci, belki de yüzeysel anlamı vardır. Bu ilk anlama duyulan inanç yıkıldığında ortaya çıkan çaresizlik, umudun en derin anlamını, eyleme geçme, düşünebilme iradesini de yıkıyordu. Dolayısıyla, çaresizlik, ‘dış’tan gelen etkilere karşı zayıf kalma olarak değil, ‘iç’ten gelen eyleme geçme iradesinin de yok olması anlamına yaklaştıkça karanlıklaşıyor, korkutucu hale geliyordu.

Seçimlerin hemen ardından, Ece Temelkuran, Birikim’in 121.sayısında ‘acelesi olan’ bir yazı yazdı. Yarın güzel şeyler olmayacaktı. “Bazı konuları sokakta, kahvede, okulda, işyerinde konuşurken sesimizin duyulmamasına farkında olmadan dikkat” edecektik.[2] Umudun ilk ve yüzeysel anlamına duyulan inancın yıkılması, düşünebilme, eyleme geçme iradesini, umudun en derin anlamını, iradeyi, işbaşına çağırıyordu. Çaresizlik, eyleme geçme iradesini yaraladığı ölçüde, ‘yarın güzel şeyler olmayacak’ hissini yaratan durum veya kişiler de ‘tehdit’ olarak algılanıyordu. Varlık ‘tehdit’ altına girince, onu bu tehlikeden kurtarmanın en önemli adımı, sorunları olduğu bilinen solcu kimliğini yeniden inşâ etmek oldu. Temelkuran, acelenin ardından ‘aklımızı başımıza almayı ve sakince durumumuza bakmayı’ önerdi. Sukûnetle kimliğimizi yeniden kuracaktık. Birikim’in 122. sayısında, Temelkuran’ın kimlik inşâsı, varlığı yeniden kurma, varoluş sebeplerimizi tartışma çağrısına anlamlı tepkiler geldi. Aynı sayıda Temelkuran, solcunun öz-niteliklerini anlatmayı amaçlayan ‘biz’ yazısını yazdı. Neleri dışladığımız, neleri yapmadığımız, neleri yaptığımızı anlatan, kimliğin eylem alanını belirlemeye çalışan bir yazıydı. Kimlik yeniden inşâ edilecekti ve Temelkuran’ın inşâ etmeye çalıştığı kimlik, ‘öteki’si ‘tehdit’ olan bir kimlikti.

Bu yazıda söylenmek istenen, genelleşen eğilimin, ‘mutlak iyilik’ kavramsallaştırılmasının altında, diğerine karşı gaddar olabilmenin haklılaştığı dünyaya kendini ait hissetmemenin insanî bir şey olduğu. Bu insaniyetten, yola çıkarak bu dünyayı ‘tehdit’ haline getirmenin ise, ‘düşman/ öteki’ yaratmanın bir yolu olduğu ve asıl sorunun, bu ‘insaniyetin’ yarattığı dilde olduğu.

‘Tehdit’ algısına karşı, ‘omurilik’ ‘tehdit’ ile barışma çabalarını yürürlüğe sokar. Bu durumun örneklerini, geçen aylarda, ‘istikrar’ının ‘keskin uçlar’ tarafından ‘tehdit’ edildiğini hisseden kesimlerin sözcülüğünü üstlenen ‘medya’da gördük. İnsani olan ise kendi kimliğini ve yapacaklarını düşünmeye başlamaktır. Kimlik inşâsının sadece kimliği taşıyacak olan ‘özne’ye ilgili olduğunu düşünmeye başlamak ise, ‘insanî’ olanı ‘gaddarlaştıran’ bir süreç. Soğukkanlı kavramlarla söyleyecek olursak, bireyler arası alanda oluşturulabilecek kimliğin diyaloğunu monolojiye dönüştüren bir süreç. Monolojik dil, kendisi için en güzel sıfatları ama yalnızca kendisi için geçerliymiş gibi kullanıyor, güzel sıfatlı insanların yaptıklarına soru sorma yeteneğini kendi rızasıyla teslim ediyor. ‘Neylerse güzel eyler’, düşüncesi. Bu süreçleri yakından görebilmek için, Temelkuran’ın ‘biz’ inşâsına yakından bakmamız gerekiyor.

ELEME YÖNTEMİ

Temelkuran, ‘temel duruş, oluşu ve amacı olan ‘biz’in oluşması için konuşmaya’ başladı. ‘Biz’i oluşturan temel durumları ve nitelikleri sıraladı. Bu durumları ve niteliklerin ne olduklarını anlatmaya çalışırken, ‘ne olmadıkları’ da açığa çıkıyordu. Diğer bir deyişle, ‘biz olan’la ‘biz olmayan’ arasına kalın bir çizgi çiziyordu. Tekrar etme pahasına yeniden söylüyorum, ‘zor’ durumlarda kendi varlığını sürdürmek için, kendiliğini ‘tek başına’ inşâya kalkışmak insanî bir şeydir. Ancak, böyle bir insanilik, ‘öteki’ pahasına yapılırsa bu da başka bir ‘zor’ durum yaratır.

‘Biz yadırgarız!’. Temelkuran’ın yazısında, yadırgama, mevcut düzeninin gidişatına eklemlen(e)meme ve bunu da zorla değil, ‘samimi’ olarak yapmanın kıstası haline geliyordu. Elbette ki, yadırgamanın gerçek olanıyla, gerçek olmayanı vardı: “Savaşı da, hırsı da, iktidarı da samimiyetle anlamayanlardan söz ediyorum. Yoksa ‘ onlar gitsin, biz gelelim’, diyenler değil...İçindeki küçük faşistle birlikte, ‘Faşizme hayır!’ diye bağıranlar bizden değildir. Öğrenilmiş yadırgamaların, ‘tutunamamaların’ yapıntı cümlelerinden söz etmiyorum. İktidar, kötülük ve şiddeti bir Merihli kadar anlayamamaktan söz ediyorum.”[3]

‘Biz şaşar kalırız!’. Şaşırmak da yadırgamak gibi ‘biz’in niteliklerinden birisi. Şaşırmak, mevcut düzenin tek mümkün pratik olarak dayattığı hayatın birçok yönünü, küçük mucizelerini ‘normalleştirme’ eğilimine karşı bir direnç noktası olarak beliriyor. Ayrıntıları önemsemeyi ve birçok unsuru verili ve ‘normal’ kabul etmeden, hayatı her gün yeniden yaratma özlemini dile getiriyor. Temelkuran, ekliyor. “Şaşırmayı çocukluk sayanlar bizden değildir”.

Gayet, ‘insanî’ dilekleri dile getiren kavramların sonuna ‘bizden değildir’ ifadeleri ekleniyor. Yadırgamayan insanlar bizden değildir, şaşırmayı bilmeyen bizden değildir. Acaba, bu dille, mevcut düzen içinde yaşayan insanların, ‘faşizme hayır’ derken, başka türlü faşist olmasını sağlayan, faşizmin gündelik hayatın içinde eridiğinden söz edebilir miyiz? Yani, onları temizleyelim aramızdan da, ‘biz’ ‘kendi’ aramızda mı gündelik hayattaki faşizmden söz edelim? Diğer bir deyişle, ‘biz’, ‘hesabını göremediği’ asıl noktayı, gündelik hayat içine sızan faşizmi, aslında ‘kötü’, ‘ikiyüzlü’, ‘yapıntı cümleler kuran’lara maledip onları eleyerek tüm bunlardan münezzeh bir ‘biz’ kurabilir mi? Ya da gündelik hayat içine sızan faşizmden ‘kurtulmak’, ‘kötü’ insanları defederek mümkün olabilir mi? Burada benim işaret etmek istediğim asıl nokta, aslında ‘biz’in de gizli bir faşist olabileceği değil -ki mümkündür-, iktidarı sorgulamanın, olumsuzlamanın, ‘iyi’ özne’ler elinde, iktidar sahiplerinin ‘biz’in arasından ‘temizlenmesini’ söyleyen bir dile dönüşmüş olması. İktidarı olumsuzlama, iktidarın mevcut tüm görünümleriyle olumsuz bir ilişki kurarak görünümleri hayatımızın tüm alanlarında ortaya çıkarır. Bu somutlama ise başka hayat biçimi olasılıkları için öncelikle zihinlerde yer açar. ‘İktidara sahip olanlar bizden değildir’ cümlesiyle de ifadesini bulabilecek ‘biz’ kurgusu ise ‘iktidar’ın kolayca aramızdan çıkabileceği düşüncesiyle iktidarı yalnızca ‘kötü’ insanlara mal ederek, iktidarın nüfuz ettiği alanların üzerini örter.

Başka bir açıdan da, ‘birinci olmak için yarışa katılanların olduğunu’ tespit edip, ‘biz’in bunlardan olmadığımızı ya da onların ‘biz’den olmadığını söylemek, ‘doğru’ ahlâki seçime karşı, ‘yanlış’ ahlâki seçim tezatlarını yaratarak, ‘biz’in inandığı sosyalizmi -ki ahlâki tercih olarak da anlamı vardır- ahlâki tercihler bağlamına hapsediyor. Bu dönüşümü daha iyi gözlemek için Temelkuran’ın yazısının diğer bölümlerine doğru ilerlemeliyiz.

‘BİZ, AZINLIKTAYIZ!’

“Hattâ bazen azınlıkta olmak hoşumuza gider. Çoğunlukların acımasızlığın, mankafalılığını, vahşiliğini ve ilkelliğini gördükçe doğru yerde olduğumuzu görürüz. Çünkü çoğunluklar kendileriyle dalga geçemez... Çünkü çoğunluklar, çoğunluk kalabilmek için düşünceyi ve heyecanı budarlar, bir şeye körlemesine inanmak zorunda kalırlar. Biz bunları yapmak zorunda kalmadığımız için seviniriz olsa olsa.”[4] Kalabalığa yönelen eleştiri, kendini çoğunluğun içinde tarif edememe durumu ‘biz’in, doğru yerde durmasına dönüşüyor. Kavram, anti-çoğunlukçuluğa dönüşüyor. Çoğunluk kalmayı iyi bulan ama yanlış yerde duran insanlara karşı, çoğunluktan olmayı kötü bulan ama doğru yerde duran insanlar, ‘biz’, tanımlanıyor. Daha doğru bir söyleyişle, ‘biz’, anti-çoğulculuğun diliyle tarif ediliyor. Var olan kötülük tahayyüllerinin olumsuzlanması, ki bu durumda çoğunluktan olmamak, olumsuzlayan dilin ne hale geldiğini görmeyi engelliyor.

‘Biz’in ‘öteki’si, çoğunluklar ve onlar da ‘mankafalı’, ‘acımasız’, ‘vahşi’. Sıfatlarla oluşturulan ‘üst-söylem’, yaşanan acı olayların da, ‘çoğunlukların mankafalılığının’ kanıtları olarak sunabilir. Zaten ‘mankafalı’ oldukları konusunda sarsılmaz kanaatimiz varsa çoğunlukların bu ‘mankafalılık’ı niye yaptığı konusunda herhangi bir merakımız da olmaz. İşte, ‘öteki’ni kaybettiğimiz yer tam da, burası. Diğer deyişle, eleştirinin ‘anti’liğe dönüştüğü yer. Örneğin, çoğunluğa dahil olma yanlısı insan, mevcut değer sistemini ‘iyi’ olarak okuyacak ve savunacaktır. ‘Anti’lik ise nasıl ‘kötü’ olduğunu. Dil, bir olgunun ‘kötü’lüğünü tekrarlayarak tekleyecektir. Ahmet Çiğdem’in yukarıda andığım söyleyişini tekrar edersek, ‘biz’i kusursuzlaştırmak, ne özgürlüklere ne emeklere malolup, mevcut durumun sıkıştırdığı (‘iyi’ ‘kötü’ sarkacını) dili, tüm sıkışmışlığıyla yeniden üretecektir. Diğer bir deyişle, sıkışmışlığı yeniden ürettiği için emeklere ve özgürlüklere malolacaktır.

“Acıklı mı oldu? Çok mu içeriden bir ‘biz’? Çok mu kapalı devre? Ya da dışarıdan da böyle mi görünüyoruz.”[5] ‘Biz’in kapalı göründüğünü söylemek dışarıda durmak demektir. Dışarısı ise ‘biz’e göre hiç de ‘güvenli’ bir yer değil. Bu ‘biz’in dışında durduğunuz zaman, ‘içinizde küçük bir faşist’ taşımaktan, ‘savaş gibi bir uzlaşma yönteminden’ ‘canınızın yanmadığına’ kadar bir dizi ithamla karşılaşabilirsiniz. Yukarıda bahsettiğim, eleştirinin ‘anti’liğe dönüştüğü yer, burada da kendini gösteriyor. ‘Biz’, örneğin, ‘savaşın kötü’ olduğunu söyleyip, kendine savaştan münezzeh, ‘mutlak iyi’ bir kapalı alan yaratınca sizin sorununuz bu alanın kapalı olması ve kendini ifade ettiği dil olsa bile, sizi dışarı koyup ‘savaş yanlısı’ ilân edebiliyor. Fakat Temelkuran’ın da hakkını teslim etmek gerekir; Temelkuran, ‘biz’i tersten de okuma denemesine girişiyor: “Ya da tersinden soralım. Bu tür bir bize dahil olanlardan kaçını düşman ilân ettik. Ama işte biz, böyleyiz”,[6] diyor. Tersten okuma denemesini, Temelkuran’ın, ‘biz’in ‘düşman ilân etme’ eğilimini sezinlemesi olarak görüyorum.

‘ÖTEKİ’ YENİDEN

Sylvia Plath, ‘sırça fanusun içinden tüm dünya bir kabus gibi görünür’ diyor. Sırça fanus metaforunun, Plath’ın kullanımında da, bu yazıda da aydınları kötülemek için kullanılan ‘aydınların fildişi kulesi’yle bir ilgisi yok. Sırça fanusun daha çok ‘zamanın ruhunun insanın ruhunu dövüp’, dayattığı varoluş biçimiyle ilgisi var. İnsanın tek başına kimliğini ve kendini oluşturabileceği düşüncesinin yaşam damarları mevcut değerler sistemi içinde yerini buldu. ‘Birey’, sanki yalnızca ‘iç’ dünyasını yaratıp içine yerleşirse ‘birey’ olabilirmiş gibi yapıldı. Özerklik, izole edilmeye /kendini izole etmeye dönüştü. Birey, ‘özne’ye dönüştü. Sanırım, fanus böylelikle oluştu. Sadece ‘ben’in olduğu bir adada ‘ben’e kalan şey ‘iç’i güzeleştirip, süslemek en derin anlamları ‘iç’e dairmiş gibi sunmak oldu. Ya da en derin anlamları yalnızca ‘iç’te yaşayabilmek. Bu kadar ‘derin’ olabilen ‘iç’, ‘yüzeysel’ bulduğu ‘dış’ı yadsıdı. ‘Derin’ olmadığı için ona sırtını dönen ‘iç’, ‘kendi olmayan’ her şeyi ‘kötü’lükle suçlayarak derin bir ilgisizliğe gömüldü. Plath’ın sözünü ettiği, kabus da tam burada başlıyor. Kendi dışında, güvenecek bir şeyi ve kimsesi olmayan ‘birey’ kendi iç zenginliği taşımayan dünyanın ‘yüzeysellik’ini kabus olarak algıladı. Diğer bir deyişle, kendisini ve kendisini oluşturmayı esas olarak kabul ettiği için, kendisini oluşturamadığı her yer onu ölümle tehdit eden bir ‘kabus’a dönüştü. ‘Öteki’ni kaybetti. Kabusa sırtını dönen özne, kendisini ‘kabus’un içinde kendi olmayan her şeyle ilişkisini sorgulamadan kendini keskinleşmiş ve incelmiş bir dille yeniden üretmeye çalıştı. Kendini ‘iç’te ifade edebildiği ince diline karşılık, ‘kendinden olmayan’(özneye göre ‘öteki’) her şeyi, genelleştiren, homojenleştiren, hattâ ona karşı düşman olan bir dile sahip oldu. Dolayısıyla, hep iki dili oldu; deneyiminin her aşamasını şiirsellikle anlattığı ‘öz-imaj’ dili, ‘zaten bildiği’, ‘kabus’ olan dünyayı anlattığı özensiz dili. Diğer bir deyişle, dünyayla kurduğu ilişkinin dili. Yaşam alanını daralttı. ‘Özne’llik, kabusu sorgulama olanağı vermedi ve o da mevcut durumun altından kalkamadı. Bu durum elbette ki, tek tek ‘özne’lerden çok, ‘özne’lliğin işiydi fakat her ‘özne’ onu yeniden üretti.

‘Öteki’ kavramı, artık ‘öğüt’ nesnesi halinde de sunulabilen bir kavram. ‘Öteki’ni önemsemek, bir dil ve varoluş için en ‘ideal’ durum olarak sunulabiliyor. ‘Farklılıkları zenginlik’, ‘öteki’ni neredeyse ‘dost’ kabul etmek gençlere yaşlılara öğütleniyor. ‘Öteki’ni kaybetmek, belki de sınırlı bir ‘öteki’ algısından kaynaklanıyor. Benim bu sınırlı ‘öteki’ye sorularım şunlar; ‘öteki’yle tek mümkün ilişki acaba estetik bir ilişki midir? ‘Öteki’ni tolere etmek zorunlu mudur? Yoksa elimizdekiler yalnızca, ‘tolere etmek-yasak koymak’ seçenekleriyle mi sınırlıdır? ‘Öteki’ ile eleştirel bir ilişki kurulamaz mı? Yoksa eleştirellik, ‘öteki’ kavramının estetik niteliğini bozarak, ‘öteki’ kavramının dışında mı var olabilir? ‘Öteki’ni önemsemek yalnızca ‘olumlu’ bir tavır mı olabilir? İktidarı sorgulayan insanlar için iktidar önemsenen bir ‘öteki’ olamaz mı? Ya da ‘öteki’ yalnızca ‘güzel’ bir şey midir? ‘Güzel’ bulmadığımız bir ‘öteki’ye ‘çirkin’ deyip sırtımızı çevirebilir miyiz? ‘Farklılık’ şizofrenlere has bir kavram mıdır? Ya da yalnızca şizofren farklılıklar mı dikkate değerdir? ‘Öteki’ni önemsemek, yalnızca, Mardin’deki Süryaniler’i ya da İstanbul’daki azınlıkları önemseyerek ‘öteki’ kavramını pozitif ayrımcılığa dönüştürmek mi demektir? ‘Öteki’ni ‘güzel’likle sınırlayan bir dil, hangi durumla nasıl ilişki kurar?

[1] Burada Ertuğrul Özkök’ü anmadan geçemeyeceğim. Özkök, Kanal7’de Ahmet Hakan ile yaptığı söyleşide, tüm eleştirilere neredeyse gülüp geçtiğini, önemli olanın kendi vicdanına hesap verebilmesi olduğunu söyledi. Onun istediği, bir gazeteyi devlet ablukasından kurtarmaktı, bu yüzden gazetesini ‘rantabl’ hale getirmeliydi çünkü para alan emir de alırdı. Dolayısıyla, gazeteyi ‘rantabl’ hale getirebilmek için yapılanlar, ‘özgür olma arzusu’ ile meşrûlaştırılıyordu. Onun ‘rantabl’ gazetesini eleştirenler de, devlet baskısını arzulayan özgürlüğü tanımayan insanlar olarak dışsallaştırılıyordu. Eğer, bir insanın kendisiyle kurduğu ilişki, ‘ben bir özgürlük savaşçısıyım’ biçimindeyse, doğrusunu söylemek gerekirse, böyle bir vicdana verilemeyecek hesap yoktur. Özgürlüğün, nasıl içi boş bir özgürlük olduğunun bile önemi kalmaz. Kolay verilen vicdan hesaplarını örneklemek için Özkök’e bile gitmemize gerek yok. Çocuklarının iyiliğini istedikleri için çocuklarının kişiliğini hiçe saymayı meşrûlaştıran anne-babalar, ‘bilimadam’ı yetiştirmeyi amaçladıkları için kuralcılıklarını meşrûlaştıran üniversite hocaları, aşkını var edebilmek için sevdiği insana yaptığı kötülükleri bir zamanlar doğru sanmış âşıklar hemen bulabileceğimiz örnekler.

[2] Ece Temelkuran, “Kim Korkar Hain Kurttan?”, Birikim, 112. Mayıs 1999.

[3] Ece Temelkuran. “ Biz...biz..biz”, Birikim, 122 Haziran 1999.

[4] A.g.m.

[5] A.g.m.

[6] A.g.m.