Sosyal Güven(siz)lik Sisteminin Yeniden Yapılandırılması

Genel olarak sorunlarımızı tespit etmek, bu sorunların varlığını kendimize itiraf etmek konusundaki kararlı isteksizliğimiz, durumu “idare etmeyi”, “-mış gibi yapma”yı neredeyse kuşaktan kuşağa aktarılan bir gelenek, bir yaşam tarzı haline getirişimiz, aynı zamanda, hemen hemen her sorunu görkemli bir başarısızlıkla çözmek konusunda da haklı bir ün kazandırıyor bize.

Artık yapısal hale gelen bu tutumun yarattığı sonuçları, son dönemde kamuoyunun gündeminde hızla birinci sıralara kadar yükselen (ve herhalde hemen her konuda olduğu gibi yine aynı hızla gündemden kaybolacak olan) sosyal güvenlik sistemimizle ilgili tartışmalara bakarak, neredeyse bir laboratuvar ortamındaymışçasına gözlemek mümkün.

Yapılan tartışmalara bakılırsa, sosyal güvenlik sistemiyle ilgili sorunlar neredeyse dün ya da bilemediniz evvelki gün fark edilebilmiş “gibi”. Yine yapılan tartışmalara bakılırsa, Türkiye’de gelmiş geçmiş siyasî otoritelerin pek de kamu yararı, toplumsal adalet gibi hedefleri gözetmiş görünmeyen “hükümet etme” tarzı ve bu tarzın yaratabileceği sorunlar da yeni fark edilebilmiş “gibi”.

Peki bu sorunlar gerçekten de yeni mi ortaya çıktı ya da yeni mi fark edildi? Yanıt, ‘kesinlikle hayır’. Üstünkörü bir araştırma bile, 1970’lerin ortalarından başlayarak aralarında sosyal güvenlik kuruluşları, işçi ve işveren örgütleri, Hazine, Devlet Planlama Teşkilatı, Uluslararası Çalışma Örgütü gibi kurumların da yer aldığı çok sayıda kurumun, sosyal güvenlik sisteminde o an var olan ve gelecekte ortaya çıkması muhtemel sorunlar konusunda neredeyse her yeni kurulan hükümetin dikkatini çekmeye çalıştığını gösteriyor. Bu çabalar ancak çeyrek asır sonra, nihayet siyasî otoritenin ve kamuoyunun dikkatini çekebildi. Ve ancak çeyrek asır sonra, yarım ağızla ancak “varlığı” itiraf edilebilmiş herhangi bir sorunun kaynağı, çözüm yolları üretilirken hangi amaçların gerçekleştirilmesinin hedeflenmesi gerektiği gibi konular, bu sorunun birinci dereceden müsebbibleri tarafından ne kadar doğru tespit edilebilirse; bu müsebbiblerin hızla ve belli bir yönde kamuoyu oluşturma çabaları ve dayatmalarının gölgesinde, olası çözüm yolları ne ölçüde sağlıklı tartışılabilirse, yakın bir gelecekte, sosyal güvenlik sistemimizdeki sorunları da o ölçüde hızla ve “başarı”yla ortadan kaldıracağız gibi görünüyor.

BİRAZ BAKALIM BAŞKALARI NE DURUMDA

1970’li yılların ortalarından itibaren, sadece Türkiye’de değil dünya genelinde de var olan sosyal güvenlik sistemlerinin yapısı bir sorun olarak tartışılmaya başlandı. Ancak, “Kuzeyliler”in ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu “Güneyliler”in sosyal güvenlik sistemleriyle ilgili sorunları pek de birbirine benzemiyordu.

İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen Soğuk Savaş döneminde Kuzeyli toplumlar tarafından benimsenen ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa Sosyal Şartı ve Uluslararası Çalışma Örgütü sözleşmesi gibi uluslarüstü düzenlemelerde ifadesini bulan “sosyal devlet” anlayışına göre, sosyal güvenlik temel bir insan hakkı olarak kabul edilirken, devletler bu hakkı yerine getirmekle görevlendirildi. Bu anlayışa göre, sosyal güvenlik sistemlerinin temel amacı, “kişilerin istek ve iradeleri dışında meydana gelen ve onların malvarlığında, gelirlerinde ve/veya çalışma gücünde kayıplara yol açarak kendilerinin ve geçindirmekle yükümlü oldukları kişilerin yaşamlarının devamını güçleştiren ya da imkânsız hale getiren tehlikelerin zararlarını telafi ve tanzim etmeye yönelik önlemlerin” alınması olarak tanımlandı.[1]

Finansman ve idari düzenlemeler açısından ülkeden ülkeye farklılıklar göstermekle birlikte, dünya genelinde sosyal güvenlik sistemleri hem kuşaklar arasında hem de aynı kuşak içindeki farklı yaş grupları arasında reel gelirin yeniden dağıtılması esas alınarak örgütlendi. “Dağıtım sistemi” olarak adlandırılan bu modelde, sosyal güvenlik harcamaları için gereken malî kaynaklar üç ayrı biçimde yaratıldı: İlkinde çalışanların, işverenlerin ve devletin ödediği sigorta primleri aracılığıyla (sosyal sigorta modeli); ikincisinde ağırlıklı olarak vergi gelirleri aracılığıyla (sosyal yardım modeli); üçüncüsünde ise bu iki kaynağın birarada kullanılmasıyla. Özellikle vurgulanması gereken bir nokta ise, her üç finansman biçiminde de, Kuzeyli ülkelerde sosyal güvenlik gelirlerinin yüzde 20’si ile yüzde 75’i arasında değişen bir bölümü bizzat devletler tarafından, genel bütçeden ayrılan fonlar aracılığıyla karşılandı ve sosyal güvenlikle ilgili kuruluşlar genellikle merkezî bütçeden ayrı tüzel kişiliğe sahip, kamu denetimine açık kurumsal yapılar altında örgütlendi.

“Kuzeyli” ülkelerde sosyal güvenlik sisteminin yaygınlaştırılması ve iyileştirilmesi konusunda sağlanan başarılar, başta yaşlı nüfusun toplam nüfus içindeki payının artması, sağlık alanında yaşanan hızlı ve pahalı teknolojik dönüşüm, yükümlülüklerini yerine getirerek aylık almaya hak kazananların sayısının giderek artması gibi nedenlerle, zaman içinde önemli maliyet artışlarını da beraberinde getirdi.[2] Dolayısıyla, bu ülkelerde yaşanan sorunların çözümü, emeklilik yaşı yükseltilir ve devletin sosyal güvenlik harcamalarına katkısı azaltılırken, “temel insanî ihtiyaçları” her “uygun” siyasî konjonktürde daha da alt düzeyde tanımlamaya teşne olmakla birlikte, bu ihtiyaçları yine de karşılamayı hedefleyen kamunun yönetimindeki kurumların yanısıra, özel ve mesleki statüye göre örgütlenmiş kurumlar ile orta ve üst gelir gruplarının daha yüksek seviyelerdeki taleplerini karşılamayı hedefleyen bireysel tasarruf hesaplarının birarada bulunduğu çok katmanlı sistemlerde aranmaya başlandı.

Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu “Güneyli” toplumların sosyal güven(siz)lik sistemlerinin öyküsü ise, “Kuzeyliler”inkine pek benzemiyordu. Soğuk Savaş döneminde, Güneyli ülkelerin pek çoğunda da “sosyal devletimsi” uygulamalar görülmeye başlandı. Ne var ki, bu ülkeler sosyal güvenlik sisteminin nihai hedefini oluşturan “herkesi her tehlikeye karşı koruma kapsamına alma ve insan onuruna yakışır bir asgari korumayı garanti etme” hedefine hemen hemen hiç yaklaşamadılar. Güneyli ülkelerde, istisnalar dışında, sosyal güvenlik harcamaları için toplam gelirden ayrılan pay yüzde 3 ile yüzde 15 arasında kaldı. Çoğunlukla, bu ülkelerde yaşayan her dört ya da beş kişiden biri yaşamını herhangi bir sosyal güvenlikten yoksun olarak geçirdi. Bu ülkelerin birçoğunda işsizlik ve aile yardımları sosyal güvenlik sistemleri içinde yer almadı. Ve yine birçoğunda devlet sosyal güvenlik fonlarına hemen hemen hiçbir katkıda bulunmadı. Bir başka deyişle, bu ülkelerde sosyal güvenlik sistemleri “özel kesim” (yani çalışanlar ve işverenler) tarafından finanse edildi ve devletler, uluslarüstü düzenlemelerde “temel bir insan hakkı” olarak kabul edilerek kendilerine verilen sosyal güvenliği sağlama görevlerini istisnai olarak yerine getirdi.

BİRAZ BAKALIM BİZ NE DURUMDAYIZ

Güneyli ülkelerin birçoğunda sosyal güvenliğin kapsamının bu denli sınırlı, sağlanan olanakların bu denli yetersiz, yaşlı nüfusun payının ise oldukça düşük olmasına karşın, bu ülkelerin sosyal güvenlik sistemlerinde de “finansman krizleri” ortaya çıktı. Üstelik, devletlerin bu sistemlere doğrudan bir katkısının olmamasına karşın, son yıllarda, “açık veren” sosyal güvenlik kurumlarının “devlet bütçesi üzerindeki yükünün” hafifletilmesi gerektiği, bu nedenle sosyal güvenlik sistemlerinin bu ülkelerde de “özelleştirilerek sorunlarının çözülmesi gerektiği” yolundaki argümanlar, diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye kamuoyunda da sıklıkla dile getirilmeye başlandı.

Ne yazık ki, Temmuz ayının ilk yarısında yapılan bazı değerlendirmeler dışında, son birkaç yıldır özellikle bazı gazetelerin köşe yazarları, hükümet yetkilileri, ilgili bakanlar tarafından basın-yayın kuruluşları aracılığıyla bu konuda yürütülen tartışmalarda, sosyal güvenlik sisteminin asıl sorunları nadiren dile getirildi. Türkiye’de sosyal güvenlik sisteminin sorunlarıyla ilgili tartışmalar, kamuoyu önünde, ilk olarak sosyal güvenlik kurumlarının finansman açığı vermeye başladığı 1992 yılında başladı. Kamuoyunda yürütülen bu tartışmalar, 1994 yılında yaşanan ekonomik kriz ve sonrasında söz konusu kurumların açıklarının giderek artmaya başlamasıyla birlikte bir nebze alevlenir gibi oldu. Ancak, bu tartışmalar büyük ölçüde söz konusu kurumların açıklarının genel bütçeden yapılan transferlerle karşılanmakta oluşu, bu durumun var olan bütçe açığını daha da arttıracağı ve bu duruma bir çare bulunması gerektiği üzerinde odaklandı. Bu kurumların neden açık vermekte oldukları sorusu üzerinde ise pek durulmadı. Daha doğrusu, emeklilikle ilgili yaş sınırlamasının olmayışı, bu açıkların arkasındaki tek ya da en önemli neden olarak varsayıldı ya da gösterildi. Hattâ, Türkiye’deki sosyal güvenlik sisteminin yapısı konusunda sıradan bilgilere sahip olanların bile anlamakta zorlandığı çözüm önerileri gündeme getirildi ve uzun süre tartışıldı. Bir görüşe göre, sosyal güvenlik sistemi Şili’de olduğu gibi özelleştirilmeliydi. Bu çözüm önerisiyle ilgili sorun şuydu: Türkiye’de sosyal güvenlik sistemine devletin katkısı, işveren statüsüyle Emekli Sandığı’na yaptığı rutin ödemelerle sınırlıydı. Bunun dışında bir katkısı yoktu ve sistem zaten “özel kesim” (yani çalışanlar ve işverenler) tarafından finanse ediliyordu.

Bu olgu dikkate alınmadan yürütülen tartışmalar döndü, dolaştı, bir süre sonra da emeklilikle ilgili yaş sınırlamasının olmayışı meselesinde kilitlendi. Evet, doğruydu. Var olan yasal düzenlemelere göre, Türkiye’de 18 yaşında çalışmaya başlayan kadınlar 38 yaşında, erkeklerse 43 yaşında emekli olabilirdi. Evet, doğruydu. Türkiye’den daha ağır ekonomik koşulları olan ülkelerde bile emeklilikle ilgili yaş sınırlamaları vardı. Tartışmalarda, emeklilik yaşının hangi kriterler kullanılarak belirlenmesi gerektiği konusunda öne sürülen argümanlarsa, “ortalama yaşam beklentisi”, makûl bir “aktif sigortalı pasif sigortalı oranı”, “kurumların açık vermesini önleyecek yaş sınırları” gibi kavramlar etrafında sürdürüldü. Ne var ki, “özelleştirme” tartışmalarında olduğu gibi, emeklilik yaşıyla ilgili tartışmalarda da bilerek ya da bilmeyerek gözden kaçırılan bazı olgular vardı.

Birincisi, 38-43 yaşında emeklilik bir “olanak” olarak ya da “teorik” olarak mümkündü. Sayılardan söz edilecekse, SSK’nın düzenli olarak yayımladığı ve kamuya açık istatistiklere bir göz atmak, emeklilerle ilgili bazı gerçekleri anlamak için yeterli olacaktır: SSK istatistiklerine göre, örneğin 1994 yılında, Türkiye’de “emekli aylığı almak için başvuranların” yaş ortalaması kadınlarda 47, erkeklerde ise 51’dir. Dolayısıyla, emeklilikle ilgili bir yaş sınırlaması olmamasına ya da teorik olarak bu sınırın düşük olmasına rağmen, Türkiye’de fiilî olarak ortalama emeklilik yaşı 50’dir. Bu da anlaşılmayacak bir durum değildir. Çünkü, emeklilik aylıklarının düzeyi konusunda bilgisi olan herhangi biri, neden insanların kendilerine tanınan 38-43 yaşlarında emekli olma olanağını kullanmayarak daha da uzun süre çalışmayı yeğlediğini kolaylıkla anlayabilir. Ancak, kamuoyunda öne sürülen argümanlara bakarsanız, sanki Türkiye’de insanların büyük bir bölümü çok genç yaşlarda emekli olmakta ve aldıkları muhteşem emekli aylıklarıyla zevk-ü sefa içinde yaşamaktadır...

Emeklilik yaşının nasıl belirleneceğiyle ilgili tartışmalara gelince: Evet, doğrudur. Emeklilik yaşının belirlenmesinde, ortalama hayatta kalma süresinin gözönüne alınması gerekir. DPT’nin hesaplamalarına göre, ortalama hayatta kalma süresi kadınlarda yaklaşık 69, erkeklerde ise 65 yıldır. Türkiye’deki fiilî ortalama emeklilik yaşını (kadınlar 47, erkekler 51) ortalama hayatta kalma süresine bölelim ve bulduğumuz oranları (kadınlarda yüzde 68, erkeklerde yüzde 80), OECD ülkelerdeki ortalamayla karşılaştıralım (kadınlarda yüzde 79, erkeklerde yüzde 83). Sonuç şudur: Fiilî emeklilik yaşının yaşam beklentisine oranı kadınlarda uluslararası standartların altındadır, ama erkeklerde bu standartlara oldukça yakındır. Üstelik, ekonomik koşulları bizden daha iyi olmakla birlikte, Avrupa ülkeleri içinde koşulları bize en yakın sayılabilecek olan İtalya’da, bu oran kadınlar için yüzde 71, erkekler için yüzde 77’dir. Ortalama yaşam beklentisine göre emeklilik yaşı belirlenirken dikkate alınması gereken bir başka olgu daha var. O da, gelir dağılımının bozuk olduğu ülkelerde, farklı toplumsal tabakaların yaşam koşulları arasında büyük farklılıklar olduğudur. Türkiye’de gelir dağılımının ne ölçüde bozuk olduğu ise herkes tarafından bilinmektedir. Dolayısıyla, nihayetinde basit bir “ortalama” olan bu yaşa bakılarak ve farklı toplumsal tabakaların ortalama yaşam beklentisinin bu genel ortalamadan ne kadar saptığı dikkate alınmaksızın emeklilik yaşı belirlenirse, gerçekten de Türkiye’deki insanların büyük bir bölümü “mezarda” emekli olmaya adaydır. Sayılardan hoşlananlar için yine SSK istatistiklerine dönersek, örneğin 1994 yılında Türkiye’de “yaşlılık aylığı almakta iken ölenlerin ortalama ölüm yaşı” kadınlarda 62, erkeklerde 61’dir. Eğer, 1994 yılından bu yana Türkiyeli insanların yaşam koşulları kimsenin fark edemediği bir biçimde radikal olarak iyileştirilmediyse, “mezarda emeklilik” siyasî otoritelerin iddia ettiği gibi bir “retorik” değil, ortalama ve ortalamanın altında bir hayat süren Türkiyelilerin dikkate almak zorunda oldukları “sevimsiz” bir olasılıktır.

“Kurumların açık vermesini önleyecek yaş sınırları” belirlemek, makûl bir “aktif sigortalı pasif sigortalı oranı” tutturmak gibi argümanlarına gelince. Kuşkusuz, sosyal güvenlik sistemlerinin finansman yapılarının uzun dönemde bozulmasını engelleyecek tarzda biçimlendirilmesini sağlamaya çalışmak önemlidir. Ama, bu sistemlerin nihai amacının “herkesi her tehlikeye karşı koruma kapsamına almak ve insan onuruna yakışır bir asgari korumayı garanti etmek” değil de, “finansman açığı vermemek” olduğu düşünülüyorsa, amaçlar ve araçlar çoktan birbirine karıştırılmış demektir. Örneğin, emekli aylığı almak için yıllarca prim ödemiş insanların, bir yasal düzenlemeyle, diyelim ki 80 yaşında emekli olmalarını sağlanabilir, böylelikle de makûl “aktif/pasif” oranlarına kavuşulur, “ finansman açığı vermeme” hedefi de yerine getirilmiş olur. Ne var ki, böylesi bir düzenlemeyi “sosyal güvenlik reformu” diye adlandırmak, insanı biraz zorlayabilir. Olsa olsa, sosyal güvenlik sisteminin “özneleri” ortadan kaldırılarak, sistemin sorunları da “ortadan kaldırılmış” olur.

BİRAZ TARİH, BİRAZ DAHA SAYI

Gelelim asıl soruna: İlgili bakanın sözleriyle, “siyasilerin popülist uygulamaları sonucunda sistemin batma noktasına gelmiş” olmasına. Sözü edilen popülist uygulamaların neler olduğuna geçmeden önce, konuya yabancı olanlar için, Türkiye’deki sosyal güvenlik sisteminin emeklilik yaşı dışındaki diğer sorunları ve genel yapısı ile ilgili kısa bir değerlendirme sanırız yararlı olacaktır.

Türkiyedeki sosyal güvenlik sistemi iki farklı programdan oluşmuştur. İlki, kimsesiz, muhtaç yaşlılar, malûl, dul, yetim ve korunmaya muhtaç çocuklara karşılıksız olarak yapılan ve genel bütçe, belediyeler, çeşitli vakıflar ve gönüllü kuruluşlar tarafından finanse edilen sosyal yardım ve hizmetlerdir. Bu tür harcamaların, Türkiye’nin toplam geliri içindeki payı binde 1 ile sınırlıdır ve tahmin edilebileceği gibi, sağlanan yardım ve hizmetler yetersizdir. İkinci program, en azından kâğıt üzerinde sosyal sigorta esaslarına göre düzenlenmiş primli sistemdir. Sosyal sigorta faaliyetleri Emekli Sandığı, SSK ve Esnaf ve Sanatkarlar ve Diğer Bağımsız Çalışanlar İçin Sosyal Sigortalar Kurumu (Bağ-Kur) tarafından yürütülür. Bu üç kurum tarafından sağlanan sosyal güvenlik garantisi, nüfusun yüzde 20’ye yakınını kapsamamaktadır. Toplam aktif sigortalı sayısının istihdam edilen nüfus içindeki payı oldukça düşüktür. İstatistiklere göre, işgücünün ancak yüzde 48’i sosyal güvenlik kapsamına alınabilmiştir. Kaçak işçilik olgusu vahim boyutlardadır ve bazı hesaplamalara göre sigortasız olarak çalışan insan sayısı 5 milyona yakındır. Bu kurumlar tarafından ödenen aylıklar oldukça düşüktür. SSK tarafından ödenen taban aylıklarının düzeyi, bir hesaplamaya göre 1981 yılında 96 dolardan, 1991’de 176, 1993’te 179 dolara yükselmiş, 1994 yılında ise 94 dolara kadar gerilemiştir. 1996 yılı ortalarında yeniden 177 dolara çıkan taban aylıkları, yıldan yıla büyük dalgalanmalar göstermektedir. Aylıkların yetersizliğinin yanısıra, sosyal sigorta kurumları tarafından ödenen emekli aylıkları arasında kurumlara göre büyük farklılıklar vardır. Ortalama emekli aylıkları 100 kabul edilirse, Emekli Sandığı aylıkları 179, SSK aylıkları 78, Bağ-Kur aylıkları ise 53 düzeyindedir.[3] Uluslararası Çalışma Örgütü tarafından saptanan dokuz sosyal ve ekonomik riskten ikisine (işsizlik ve aile ödenekleri) karşı, var olan sosyal güvenlik sistemi koruma sağlamamaktadır. Ayrıca, kapsanan sosyal riskler açısından da kurumlara göre önemli farklılıklar vardır. SSK yedi riske karşı koruma sağlarken, Emekli Sandığı kapsamında analık, Bağ-Kur kapsamında ise iş kazaları, meslek hastalıkları ve analık sigortaları mevcut değildir. Burada kısaca değinilen konuların her biri, “finansman” sorununun yanısıra, sosyal güvenlik sisteminin sorunları olarak ele alınmayı hak etmektedir.

Bu tablo karşımızda dururken, “siyasilerin popülist uygulamaları” sorununa dönelim ve bu uygulamaların sistemin sorunlarıyla bağlantısını anlamaya çalışalım. Sosyal güvenlik alanında taraf olan bütün kuruluşların değerlendirmeleri, özellikle 1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren politik kaygılarla yapılan yasal ve idari düzenlemeler nedeniyle sistemin sorunlarının giderek büyüdüğüne işaret etmektedir. SSK’nın kurulduğu 1945 yılından bu yana sosyal güvenlikle ilgili yasalar sık sık değiştirilmiştir. Yapılan yasal düzenlemlerle toplumun daha büyük bir bölümünün sosyal güvenlik koruması altına alınması amaçlanmış ancak, bu yapılırken yasal ve kurumsal yapıda uyum sağlanması, hizmetlerin iyileştirilmesi ve etkin bir tarzda sağlanması gözetilmemiştir. Sosyal güvenlik alanındaki tüm faaliyetlerin norm ve standartlarını belirleyen bir Temel Sosyal Güvenlik Kanunu’nun yokluğu, bu durumun en açık göstergesidir. Başka bir ifadeyle, bugüne değin sosyal güvenlik sistemi siyasî otoriteler tarafından bütüncül bir yaklaşımla değerlendirilmemiş, bu türden değerlendirmeler hükümete bağlı ya da hükümet dışı kuruluşlar tarafından yapıldığında da, bu değerlendirmelerde varılan sonuçlar, yapılan idari ve yasal düzenlemelerde dikkate alınmamıştır.

Uzun bir dönem boyunca sosyal sigorta kurumlarından, bu kurumların fonlarının kamu bankalarına ya da devlet tahvillerine negatif reel faizlerle yatırılması sonucunda, hükümetlere gelir transferi yapılmıştır. Bir hesaplamaya göre, 1965-1993 yılları arasındaki dönemde hükümetlerin el koyduğu yalnızca SSK kaynakları 20-25 milyar dolar civarında bir düzeydedir.[4] Ayrıca, emeklilik yaşının sık sık değiştirilmesi, hattâ yaş sınırlamasının kaldırılması, prim affı, isteğe bağlı sigortalılık, sosyal yardım zammı uygulaması gibi, siyasî otoritenin sahip olduğu yasama yetkisini kullanarak yaptığı birçok düzenleme, soysal güvenlik kurumlarının gelir-gider dengesini büyük ölçüde bozmuştur. Bu durum, kuruluş kanunlarına göre, “idari ve malî açıdan özerk” olması gereken sosyal güvenlik kurumlarının, pratikte büyük ölçüde siyasî otoritenin etkisi altında olmasıyla yakından ilişkilidir. SSK yönetiminin dayanağı olan yasa maddesi, zaman içinde 18 ayrı yasa ve kanun hükmünde kararnameyle değişikliğe uğratılmış, bu değişiklikler ise genelde siyasî otoritenin kurum üzerindeki gücü ve etkisini artırmasını sağlamıştır. 1980 öncesinde SSK yönetiminde çoğunluk, sistemi finanse eden işçi ve işveren kesimlerinden oluşurken, 1980 sonrasında yapılan düzenlemelerle yönetim kurulu üyelerinin çoğunluğu siyasî otorite tarafından atanmaya başlamıştır.

Bütün bunlardan umarız sosyal güvenlik sisteminin asıl sorunları ve bunların asıl nedeni bir nebze olsun açığa çıkabilmiştir. “Siyasilerin popülist uygulamaları”na artık bir son verilmesi gerektiği açıktır. Bunun ise, sadece emeklilikle ilgili yaş sınırlaması getirilerek halledilebileceğini iddia etmek pek kolay olmasa gerek. Sosyal güvenlik sistemini kalıcı bir şekilde yeniden düzenleyerek iyileştirmeyi hedefleyen bir politikanın ilk adımı, bu kurumların “özerkleştirilmesi” ve kamu denetimine açık, hesap verebilir kurumlar haline getirilmesi olabilir. Bunun dışındaki diğer “teknik” düzenlemeler bir yarar sağlamaz mı? Elbette sağlar. Her on yılda bir bu türden yeni düzenlemeler yaparak, birileri uzun yıllar boyunca “durumu idare edebilir”. Sonuçta, toplum olarak kendimiz neye müstahak görüyorsak tam da o durumda uzun yıllar, hep birlikte geçinip gideriz.

SONUÇ YERİNE

Sadede gelirsek, tam tamına çeyrek asır sonra “kamuoyu” olarak yapabildiğimiz tartışmalar ve katedebildiğimiz mesafe pek de iç açıcı görünmüyor. Bulunduğumuz noktanın pek de iç açıcı olmamasının tek nedeni ise emeklilik yaşının şöyle ya da böyle, ama yakın bir gelecekte mutlaka yükseltileceğinin bütün sosyal taraflarca artık anlaşılmış olması değil. Asıl sorun, çeyrek asır sonra, hâlâ sosyal güvenlik sisteminin sorunlarının tartışılmıyor olmasıdır. Ya da sosyal güvenlik sisteminin sorunları siyasî otoriteler tarafından enine boyuna tartışıl“mış”, sorunların gerçek kaynakları tespit edil“miş” ve bu sorunlar bir “reform” paketiyle çözümleniyor“muş” gibi yapılması, bu tutumda da ısrar ediliyor olmasıdır. Örneğin, yeni paket, işsizlik sigortası uygulamasının başlatılacağını muştulamaktadır. Bu düzenlemede de işsizlik sigortası fonunun, ağırlıklı olarak siyasilerce atanmış bir kurul tarafından yönetilmesi öngörülüyor. İnsan, yirmi yıl sonraki gazete başlıklarını gözünün önüne getirebiliyor: “Skandal! İşsizlik sigortası fonu açık veriyor! Özelleştirelim! İşsizlik aylığı bağlanma sürelerini iki güne indirelim!”.

“Yoksulluk”, “sosyal adaletsizlik”, vb. vb. ama, “globalleşme”, “dünyanın içinde bulunduğu durum”, “gerçekler”, vb. vb. nedenlerle, “sosyal devlet” anlayışının Türkiye’de de değişmesi gerektiğini öne süren en yeni muhafazakâr “dikenli güllü yumruk” sahiplerinin argümanları ise daha da vahimdir. Bu argümanların sahiplerine şunu sorsak acaba ne yanıt verirler: Türkiye’de bir ara “sosyal devlet” kurulmuştur da, bizim haberimiz mi olmamıştır?

En iyisi bu yazıyı çılgın ama adil görünen bir öneriyle bitirelim: 1945 yılından bu yana sosyal güvenlik sisteminin “kamu yararı” gözetilerek düzenlenmesi ve yürütülmesinden birinci derecede sorumlu olan bürokratların, milletvekillerinin, bakanların, başbakanların açık kimlikleri ve sayıları saptansın. Bu kurumların toplam açığı, sorumlulardan sorumluluk düzeylerine göre tahsil edilsin. Sonra da “sosyal devlet”in ne demek olduğu üzerine tekrar düşünelim.

AYŞE PEKER

[1] Sosyal güvenliğin asgari norm ve standartlarının çerçevesi Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 1952 tarih ve 102 sayılı sözleşmesinde belirlenmiştir. Bu sözleşmede, sosyal güvenlik kapsamına alınması gereken dokuz ayrı sosyal ve ekonomik risk sıralanmıştır. Bu risklere karşılık gelen sigorta kolları yaşlılık, malüllük, ölüm, iş kazaları, meslek hastalıkları, hastalık, analık, işsizlik ve aile yardımlarıdır.

[2] Örneğin, 1960’lı yılların başında OECD ülkelerinde sosyal güvenlik harcamalarının OECD ülkelerinin toplam gelirleri içindeki payı yüzde 3 ile yüzde 12 arasında değişirken, bu oran 1970’li yılların sonuna doğru yüzde 7 ile yüzde 23 arasında, 1994 yılında ise yüzde 25 ile yüzde 35’i arasında değişen bir büyüklüğe ulaştı.

[3] Her iki hesaplama için de bkz., TÜSİAD (1997: 93-94).

[4] Bkz., Türk-İş Yıllığı (1997: 303) ve TÜSİAD (1997: 86).