Afet: Doğal mı, Toplumsal mı?

İzmit Körfezi merkezli genişçe bir toprak parçası ve üzerinde yaşayan milyonlarca insan 17 Ağustos 1999 tarihinde oldukça şiddetli (7.4) bir depreme marûz kaldılar. Depremden tam bir ay sonra bu yazıyı yazdığımız sırada resmî ölü sayısı 15.400’ü, yaralı sayısı 24.000’i geçmişti. Gerçek ölü sayısının şu anki resmî rakamların üç katına yakın olduğu tahmin ediliyor. Çünkü enkazın çok büyük bir kısmına hâlâ dokunulamamış durumda ve yaklaşık 30.000 kişinin kayıp olduğundan söz ediliyor. Evsiz kalan insan sayısı yaklaşık 250.000. Bu depremle yalnızca Körfez bölgesi değil, bütün Türkiye sarsıldı. Devlet ve hükümet bu sarsıntıdan yara almamak için ya da aldıkları yaraları bir an önce sarmak için ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlar. Olayın üzerinden bir ay geçmesine rağmen deprem mağdurları henüz bir afet sonrası istikrara kavuşmuş değiller. Deprem olduğundan beri müthiş bir düzensizlik ve yetersizlik kendini gösteriyor. Ayrıca artçıl şoklar da devam ediyor. Deprem bölgesi hâlâ kaos içinde.

Deprem, Türkiye’deki hemen her şeyi derinden etkiledi, sarstı. İnsanlarla birlikte kurumlar, fikirler, zihniyetler de bu sarsıntıdan payını aldı. Bir kısmı çöktü, bir kısmı çatladı, hasar gördü, bir kısmı ise ayakta kaldı. Bir sürü taş yerinden oynadı, kafalarımız bulandı, içimiz daraldı. Deprem üzerine yazı yazmak da bu sarsıntıdan nasibini aldı. Yazacak ne çok şey var. Bir çoğu yazıldı, yazılıyor da. Ama hep bir kopukluk, parçalanmışlık duygusu bu yazılara sinmiş durumda. Bir ay önce meydana gelen deprem üzerine ahenkli bir fikirler manzumesi yaratmak oldukça zorlu bir çabayı gerektiriyor. Ama başka çaremiz yok, kopuk kopuk, parça parça da olsa deprem üzerine konuşmalı, yazmalıyız. Kendimize ve bize soranlara/sorabilecek olanlara böyle bir facianın nasıl ve neden olduğunu açıklayabilmeliyiz. Deprem afeti anlamlandırılmayı bekliyor. Travmatik bir yıkımın ardından ne tür bir yeniden-inşâ faaliyetinin yürütüleceği (ya da yürütülüp yürütülemeyeceği) söz konusu travmatik olaya nasıl bir anlam çerçevesinden baktığımızla doğrudan ilişkilidir. Körfez depremini nasıl anlamlandıracağımız konusunda da daha ilk günden beri bir hegemonya mücadelesi verilmektedir. Afetin kaynağı değişik pozisyonlar tarafından kabaca üç yerde aranmaktadır: Doğa, Tanrı ve toplumsal sistem. Depremin nedenini ilahi bir güce atfeden pozisyonu bir tarafa bırakacağız. Hele bunu cezai bir müeyyide olarak sunan garabet yaklaşımların meramlarını gidip depremden zarar gören Müslüman vatandaşlara anlatmaları gerektiğini düşünüyoruz. Bu yazıda Körfez depremini anlamlandırmaya çalışacağız. Temel savımız bu depremin yol açtığı tahribatın doğaldan çok, toplumsal bir afet olduğu yolunda.

SUSURLUK’TAN KÖRFEZ’E

1997 yılında Susurluk kazası oldu, 1999’da Körfez depremi. Kanımızca bu iki olayın birtakım ortak yönleri var. İkisi de değişik çaplarda da olsa bir afet öncelikle. Birdenbire ortaya çıkan, hazırlıksız yakalayan, şaşırtan iki olay. Her iki olay da yine değişik biçimlerde de olsa Türkiye’de devletin örgütleniş tarzı ve toplumsal sistem konularında en azından potansiyel olarak ufuk açıcı bir işlev gördüler. Olağan zamanlarda kendilerini saklayabilen yalanlar/yanılsamalar bu iki olağanüstü olay karşında sapır sapır dökülüp tüm çıplaklıklarıyla karşımızda kalakaldılar. Bu ülkenin solcuları on yıllardır devletin otoriter yapısını, şiddet temelli olduğunu ve yasadışı keyfiyet dozunun hep önplanda olduğunu haykırmaktaydılar. Toplumun geniş kesimleri bu haykırışları duydular ama pek kulak asmadılar, inanmadılar. Devlet de bu sesleri sürekli bastırdı, ezmeye çalıştı. Susurluk’ta ortaya çıkan ve cümle aleme görünür hale gelen devlet ise, solcuların bile tahayyül sınırlarını zorlayan bir çürümüşlük/hukuksuzluk içerisindeydi. Devlet, Susurluk’u en azından şimdilik hasır altı edebildi. Önceleri yaygın bir toplumsal tepki görülüyor gibi olduysa da maharetli operasyonlarla bu tepkinin önce o zaman iktidarda olan Refah Partisi’ne yönlendirilmesi sağlandı,[1] sonra da Kürt sorunu bahane edilerek devlete anlayış gösterilmesi istendi. Toplumun geniş bir kesimi devletine bu anlayışı gosterdi ve son seçimlerde geçici de olsa bir anlamda Susurluk aklandı, milliyetçilik kabardı. Bunun önemli bir nedeni, Susurluk’ta ortaya çıkan devlet zihniyetinin, ötekileştirmek istediği kesimleri (solcular, Kürtler, bilumum “vatan hainleri” ve “dış mihraklar”) ötekileştirirken fazla bir zorluk çekmemesiydi. Bu zararlı kesimler aslında bizden değildi, bize karşıydı ve onlara yönelik şiddet/hukuksuzluk anlayışla karşılanmalıydı, hattâ gerekliydi ya da en azından görmezden gelinebilirdi. Toplumun geniş bir kesimi bu zihniyete zaten geleneksel olarak aşikârdı, örtük destek zaten her zaman söz konusuydu. Ama Susurluk’un ortaya çıkardığı durum öyle keskin bir ikilem sunuyordu ki, ya resmen karşı çıkılıp bir şeyler yapılacak ya da açıktan onay ve destek verilecekti. Susurluk’un çapı, olayı iki arada bir derede idare etmeyi imkânsız hale getirmişti. Türkiye toplumunun ağırlıklı kesimi son seçimlerde oyunu milliyetçilikten ve Susurluk’un onaylanmasından yana kullandı. Artık içimizle dışımız daha çok benziyordu. Devleti değişime zorlamak yerine kafamızı daha çok kuma gömüp iyice çirkinleşmeyi tercih etmiştik.

Körfez depremi devletin üzerindeki örtüyü bir kez daha kaldırdı. Altından yine insana değer vermeyen, afetler konusunda hiçbir hazırlığı olmayan, şehirleşme ve bina yapımı konularında hukuksuzluğa sürekli göz yuman, insanî organizasyon ve koordinasyon yapmaktan aciz, refleksleri hep her ne pahasına olursa olsun kendini korumaya yönelik olan bir devlet çıktı. Yine birtakım insanlar (örneğin TMMOB) on yıllardır afet/deprem ve şehirleşme konularında gerekli uyarıları yapmış ve seslerini duyuramamışlardı. Örtü bir kez daha açıldı. Ancak bu sefer Susurluk’tan ciddi bir fark vardı. “Faili meçhul”e kurban gidenler bu sefer fail tarafından özenle seçilip ayıklanmış “vatan hainleri” değil, ayrımsız herkesti. Ölenlerin, mağdurların ve mağdur yakınlarının muhtemelen büyük çoğunluğu depremden önce egemen devlet zihniyetiyle ve var olan toplumsal sistemle büyük bir çelişki içerisinde olmadıklarını düşünüyorlardı. Körfez depreminin yarattığı devasa trajedi ve bu trajedinin daha uzun yıllar sürecek olan acısı acaba “doğal afet” diye etiketlenip buzdolabına kaldırılabilir mi? Yoksa Susurluk’la Körfez arasında toplumsal sistem temelinde bir hat çizebilir miyiz?

KÖRFEZ DEPREMİ DOĞAL BİR AFET MİDİR?

1960’lar-70’lerde dünyadaki afet araştırmalarında kullanılan egemen teorik yaklaşım çevresel determinizmdi. Bu yaklaşımda afetler beklenmeyen doğa olaylarının sonucu ortaya çıkan fiziksel bir süreç olarak açıklanıyordu. Çevresel determinizm yaklaşımı, bu tarz bir olay karşısında yapılabilecek tek anlamlı şeyin teknolojinin doğaya hâkim kılınması olduğunu varsayıyordu. 1980’-ler bu yaklaşımın değişimine sahne oldu, afetlerin yalnız doğa ve teknolojiyle açıklanamayacağını sosyo-ekonomik ve politik faktörlerin afetleri anlamakta vazgeçilmez öneme sahip olduğunu ileri süren kırılganlık (vulnerability) yaklaşımı bu dönemi karakterize ediyordu (Degg, 1994: 29). Bu yaklaşıma göre bir toplumun sahip olduğu toplumsal örgutlenme biçimleri de afet riski ve etkilerinin belirleyicileridirler. Afetler bir doğa olayıyla kırılgan bir insan toplumunun karşılıklı etkileşimi sonucu ortaya çıkar. Tüm afetler nüfus yönelimlidir, yani insansız afet olmaz (Curson, 1991: 3). Kaynakların eşitsiz dağılımı giderek artan oranlarda kent yoksullarını marjinalleştirirken, kentlerde yaşanan nüfus artışı kişileri, ama özellikle yoksulları afetlere karşı daha savunmasız hale getiriyor (Main, 1994: 11). Afetlerden etkilenen kişilerin sayısı 1960’dan bu yana her yıl %6 oranında artıyor. Afetlerden etkilenen kişilerin %90’ını ise Üçüncü Dünya’nın büyük kentlerinin yoksulları oluşturuyor (dünya nüfusunun yarısı dünya topraklarının %3’ü üzerinde kurulu büyük kentlerde yaşıyor ve 2025 yılında toplam kent nüfusunun %80’i gelişmekte olan ülkelerde bulunan kentlerde yaşıyor olacak) (UNDRO, 1986).

Türkiye’nin ise bir afet ülkesi olduğu bilgisi yeni değil. Örneğin İstanbul dünyanın en büyük kentleri arasında olduğu gibi en fazla tehdit altında olanlarından da biri. Üstelik Türkiye topraklarının %92’si deprem kuşağında ve Türkiye nüfusunun %95’i birinci ya da ikinci dereceden riskli deprem bölgelerinde oturuyor (Fırat, 1996: 421-22). Dolayısıyla bu kadar beklenir olması ve alınacak önlemlerle sonuçlarının ortadan kaldırılabilecek kadar azaltılmasının mümkünlüğü Körfez depremine bir doğal afet dememizi oldukça güçleştiriyor. Çünkü “doğal afet” terimi, bir yandan afetin fiziksel nedenine işaret ediyor, ama bunun da ötesinde ortaya çıkan durumla başetmenin insanoğlunun yapabilirliğinin dışına düştüğünü imâ ediyor. Depreme dayalı afetleri yalnızca yeryüzü kabuğunun birbirine dolaşmasının bir sonucu olarak görmek, aynı zamanda onların sonuçlarıyla başetmede teknik bir yaklaşımın egemen olmasına yol açıyor. Bu tarz bir yaklaşım afetleri yalnızca ölüm, yaralanma ve mal kaybından ibaret görüyor ve toplumsal neden ve sonuçları ihmal ediyor. Oysa Körfez depreminin çok açıkça gösterdiği üzere afetlerin nedenleri basitçe bir doğa olayına indirgenemez.[2] Sonuçları ise hemen her toplumsal düzeyde -kısa ya da uzun dönemli demografik değişimlerden, toplumsal, ekonomik ve politik değişimlere ve psikolojik etkilere kadar uzanan- ortaya çıkacak, çıkıyor.

Değişik biçimde söylersek; deprem gibi bir doğa olayının afet halini alması toplumsal bir süreç üzerinden gerçekleşir. Hiç kimsenin yaşamadığı bir yerde olan deprem, bir afet değildir. Deprem, sel, heyelan vb. doğa olaylarının beklendiği riskli bölgelerde şehirleşmeyi, binaları bu muhtemel doğa olaylarını hesaba katarak yaparsanız, yine işin içine bir toplumsal süreç girmiş olur ve kayıp en aza indirilebilir. Daha aşağıda değineceğimiz gibi, sosyo-ekonomik eşitsizlikler üzerinden işleyen başka bir toplumsal süreç de bu alınabilecek önlemleri imkânsızlaştıran bir işlev görür. Afet riski taşıyan bölgelerde toplumsal olarak öngörüp alabileceğimiz bütün önlemleri aldıktan sonra hâlâ kayıp veriyorsak, bir hasara uğruyorsak işin bu kısmına “doğal afet” diyebiliriz. Bundan ötesi ise toplumsal afettir.

NEDEN OLDU, NELER OLDU?

Körfez’deki afetin nedenlerini, izleyebildiğimiz kadarıyla, kimi devlet büyüklerimiz dışında hiç kimse yalnızca doğayla açıklamaya kalkışmadı.[3] Afetin nedenlerine dair söylenenlere kuşbakışı baktığımızda şöyle bir sıralama yapmak mümkün: doğa (deprem oldu), teknoloji (depreme uygun bina yapılamıyor ve henüz bir erken uyarı sistemi yok), bireysel eylem (müteahhit malzemeden çaldı), davranış kalıpları (geleceğini düşünmemezlik), devletin yokluğu ya da tersinden aşırı varlığı (denetim yapmıyor, insan hayatına değer vermiyor, müdahalede hem hazırlıksız ve hem de yeteneksiz) ve sistem (adam kayırma, yolsuzluk, yoksulluk). Sonuçta diğer toplumsal durumlara karşı aldığımız tavır açıklama biçimimizi de etkiler ve hattâ belirler nitelikte. Kanaatimizce tüm bu nedenler birlikte bir açıklama gücüne sahip. Bu çapta bir afet olabilmesi için deprem gibi bir doğa olayı gerekli, ama yeterli olmayan bir koşul. Toplumsal nitelikteki diğer nedenler olmadan depremin Körfez kentlerini bu şekilde yıkması, bu kadar zayiat vermesi mümkün değildi.

Afeti toplumsal bir vaka olarak tanımlamak elbette çok önemli. Fakat bu noktadan sonra afeti, üstü örtülü ya da açıkça, beklenmeyen ve toplumsal sistemdeki normal yapısal düzenlemelerin ve normal hayatın altüst oluşu olarak tanımlamak son derece yaygın. Neden toplumsal olabilir, ama çözüm kısa zamanda “normale” geri dönmektir. Afetleri, -Susurluk’ta olduğu gibi- toplumsal işleyişin kısa süreli bir aksaması olarak algılamak egemen politik, kültürel ve ekonomik koşulların sorgulanmamasına yol açar. “Normallik” yaklaşımı antagonist olmayan bir toplumsal sistem ve homojen normatif değerleri verili varsayar. Böylece toplumsal eşitsizlik ve toplumsal adalet kavramlarıyla afet öncesi ve sonrası arasındaki süreklilik konu dışı kalmış olur. Halbuki ortaya çıkan şey başta da belirttiğimiz gibi büyük oranda afet öncesi var olan toplumsal koşulların ve durumun bir büyüteç aracılığıyla yansımasıdır. Bu anlamda afetler bulunmaz laboratuvarlardır, verili bir toplumsal sistemin nasıl işlediğini daha görünür hale getirirler. Örneğin bütün toplumsal sistemin hiyerarşik bir tarzda örgütlendiği, hayatın herhangi bir alanında sivil inisyatiflerin sözüne ve varlığına yer açılmadığı olağan toplumsal durumla, afet sonrası toplumsal durum arasında açık bir paralellik bulunmaktadır. Fark ise ikinci durumda temel insan ihtiyaçları ve taleplerinin kitlesel olarak ve sıkıştırılmış bir zaman diliminde talep ediliyor olmasındadır. Hem yatay ve hem de dikey katılım kanallarının olmadığı, bastırıldığı, yok edildiği toplumlarda afetlerle başetmek ve başarılı bir rehabilitasyon çalışması yürütmek neredeyse imkânsızdır. Başarısızlık düzeyi arttıkça, kitlesel hoşnutsuzluk ve sonrasında gelen politizasyon olasılığı da artacak, bu potansiyel politizasyon imkânının örneğin muhtemel bir dayanışmacı sol muhalefete (ya da herhangi bir muhalefete) akmaması için sistemin baskısı yoğunlaşacaktır. Tam da bu durumda artik otoritaryen devlet ve otoritaryen devletin senaryoları iş başındadır. Etyen Mahçupyan’ın belirttiği gibi hemen her durumun sihirli formülü olan devlet ile hükümeti ayrı tutma ve böylece sistemi yara almadan kurtarmaya çalışma senaryosu yine göreve çağrılır.[4] Sistem tertemizdir, kişiler beceriksiz ve kirlidir. Bu senaryo Susurluk’ta da aynen uygulanmıştır. Hükümet eden bütün “büyüklerimiz” beceriksiz ve kirli olsa bile, ordumuz ne güne durmaktadır? Onlar özel uçaklarıyla AKUT’u Atina’ya gönderirler ve böylece “Yunan’dan kan almam” diyen Sağlık Bakanı’nın davranışını kınarlar. Ordumuz şimdi de kardeşlik türküleri söylemeye başlar. Hemen her yıl hepimizin yüreğini Yunanistan’la bir savaş söylentisi çıkararak ağzına getiren aynı ordu değil midir? Herhalde değildir, biz yanlış hatırlıyoruzdur, zaten her şeyi unutmaya hazırızdır.

TOPLUMSAL EŞİTSİZLİK VE AFET

Afet durumunun Türkiye toplumunun içsel bir özelliği olduğu iddia edilebilir. Eşitsizliğin yapısallaştığı bir toplumda afetsiz yaşamak mümkün mü? Politik kayıplar, kitlesel işkence, köy yakmalar, savaşta kırk bin ölü bir afet değil mi? Ekonomik depresyonun ya da serbest piyasanın sonuçları müdahale edilmemesi gereken ve kişilerin yapabileceklerinin en iyisini yaparak tek başlarına baş etmeleri gereken “normal” olaylar mı? Kitlesel işsizlik, yoksulluk, açlık ve evsizlik belirli toplumsal gruplara ait olarak yaşandığı sürece bir afet olarak tanımlanmıyor. Tüm bunlar hergün yaşadığımız, kanıksadığımız, “normalleştirdiğimiz” durumlar. Bütün bunlar olurken ses çıkarmayan bir toplumun ve bütün bunları kendi eliyle yürüten bir devletin deprem mağdurlarına inandırıcı ve güvenilir bir seçenek sunabilmesi, resmî ağızla söyleyelim yaralarını sarabilmesi mümkün olabilecek mi? Olağan dönemlerde ötekileştirip hayatımızın dışına attığımız, atmaya zorlandığımız, atmayı başarabildiğimiz kimi toplumsal grup ve kategorilerin başına gelenler bu sefer ayrım gözetmeksizin deprem bölgesindeki herkesin başına gelmiştir ve de deprem bölgesi dışındakiler de ne çapta bir risk altında yaşamakta olduklarını ilk defa bu kadar yakından müşahade etme fırsatına sahip olmuşlardır. Başını sokacak bir çatısı olmama durumu, artık yalnız sokak çocuklarına ait değildir, iyi bir işi, güzel bir evi olan, diğer bir deyişle sistemin nimetlerinden yararlanabilen, ona az ya da çok entegre olabilmiş herhangi birimize de ait olabilir. Afet mağdurlarının afetten hemen sonra kendilerini buldukları yer aslında sistem dışı bir yerdir ve bunun yaygınlaşıp, kitleselleşmesi ve tabiî en önemlisi politizasyonu sistemi rahatsız eder.

Yapısal eşitsizlik durumunda afetlere karsı önerilen neredeyse tüm teknik çözümler sinirli bir uygulama alanı bulmaya mahkûm. Örneğin kent zenginlerinin konutları maliyeti yüksek olan deprem şartnamelerine uygun olarak inşâ edilirken ya da en azından teorik olarak zenginler için böyle bir imkân mevcutken, pek çok kent yoksulunun oturduğu evler depreme en çok duyarlı yerler olan bataklıklar, dere ağızlarında kurulmuştur ve evlerinin depreme dayanıklı malzemeden yapılabileceğini iddia etmek (ya da beklemek, ummak, zorlamak, kural koymak) de bu toplumsal koşullar altında pek de mümkün değildir[5]. Ayrıca bu tür yerlerde oturmayı göze alanların ve “ne olursa olsun da başımı sokacak bir evim olsun,” diyenlerin çoğunluğu kentte yeni göç etmiş olanlardır (örneğin Adana’da göç edenlerin yoğun olarak yerleştiği mahallelerde ortalama konut büyüklüğü 30-40 m[2], konut başına sekiz kişi düşüyor ve her dört konuttan birinde en az iki aile yaşıyor). Bunlardan yola çıkarak, büyük kentlere göç etmek zorunda kalan Kürtler’in (İstanbul’daki Kürt mahallelerinin durumunu düşünün) insan yapımı bir afetten (yıllardır süren çatışma) sonra şimdi de “doğal” afetle yüz yüze kalabileceklerini (Adana’da kalmış olduklarını) ve belki de bu afetin ilk “afetten” daha büyük kitlesel yıkım ve ölümlerle sonuçlanacağını söylemek çok mu fazla kötümserlik olur? Üstelik bu güçlü ihtimalin yalnızca Kürtler’le sınırlı olmadığını büyük kent varoşlarının, özellikle yeni göç almış ve almakta olan mahallelerin değişen derecelerde de olsa afetlere karşı oldukça korunmasız/dayanıksız oldukları söylenmelidir.

Toplumsal eşitsizliğin afete olan kırılganlığı arttırdığı bir vakıa olmasına rağmen, Körfez depreminin gösterdiği başka bir durum da vardır. Bu depremin vurduğu kentlerde görece varlıklı kesimlerin oturduğu mahalleler/binalar da ağır hasar görmüştür. Dolayısıyla afete olan kırılganlık düzeyini Türkiye’de yalnızca ekonomik/toplumsal eşitsizlik üzerinden açıklamak mümkün değildir. Afete dayanıklılık bahsinde, daha sistemik bir toplumsal çürümüşlüğün tüm sınıf ve katmanları değişik derecelerde sardığı söylenebilir. Bu bulgu aşağıda çok kısaca ele alabileceğimiz egemen toplumsal zihniyeti irdelemeyi gerekli kiliyor. Bu konunun son derece önemli olduğunu ve sosyal bilimciler tarafından etraflıca ele alınması gerektiğini düşünüyoruz.

SONSÖZ OLARAK

Körfez depremi yüz binlerce insan için büyük bir travma olmuştur. Bu travmanın sosyo-psikolojik etkileri uzun yıllar devam edecektir. Türkiye toplumu travmatik yaşantıların yabancısı olmayan bir toplumdur. Savaş, zoraki göç, politik baskı ve şiddet, işkence, ağır yoksulluk, vb. koşullar şu ya da bu derecede bu topraklarda hep varolmuş ve politik kültürümüzün şekillendirici ögeleri olmuştur. Bunların yanında, “doğal” sayılan afetler de sosyo-politik açıdan problematize edilmemiştir. Türkiye’nin yakın tarihinin travmatik yaşantılarla dolu olması genel zihniyet dünyasının gelişiminde etkili olmuştur. Bu zihniyetin temel duygusal tonları, açık ya da örtük biçimde, korku, çaresizlik (kadercilik) ve güvensizliktir. Bu duygularla yüzleşmek sancılı olacağı için şüphecilik ve inkar devreye girer. Bu zihniyet geçmişinin ağır travmatik yükü altında ezilmekteyse de yine aynı nedenle geçmişiyle yüzleşemez, onu inkâr eder, ondan uzak durur, ders almaz. Geleceğe dair elle tutulur bir umut da yoktur. Bu zihniyetin çalıştığı zaman kipi, geçmiş ve gelecek uçları budanmış bir şimdiki zamandır. Ama bu iki uç olmadan yaşanan bir “şimdi”, tedirginliğe, otoriteye sorgusuz itaate (ya da tam tersi dizginsiz bir yıkıcılığa), sancılı bir kimlik bunalımına ve yalnızca günü kurtarmakla uğraşmaya neden olur. “Biz kimiz, ne yapıyoruz, nereden geldik, nereye gidiyoruz?” sorularına derinlikli ve ikna edici cevaplar veremeyen bir zihniyetin kendi içine büzüşmesi ve dış gerçeklikten yavaş yavaş kopması kaçınılmazdır. O yüzden “biz bize benzeriz”, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur”, “dört tarafımız düşmanlarla çevrilidir” ve her şeyi hikmetinden sual olunmaz devletimiz bilir, eleştirmek kötüdür, itaat esastır. Tabii itaat ederken mevcut çatlaklardan sızılıp gemimizi ve günümüzü kurtarmak için gerekli faaliyetler yürütülecektir. Elimizi kolumuzu bağlayıp rahat hareket etmemizi engelleyeceği için hukuka pek ihtiyacımız yoktur. Kimlik bunalımı ve güvensizlik de farklı olana hep kuşku ve öfkeyle bakmamıza neden olur. Birilerini kolayca öteki yaparız, ötekilerle de bir türlü anlaşmayı beceremeyiz.

Bu zihniyet tasvirini daha da uzatmak mümkün, ama bu yazıda gerekli değil. Şekillenmesinde yakın tarihindeki travmaların ciddi katkısı olan ve artık kendisi sürekli travmatize ederek var olabilen bir zihniyetten söz ediyoruz. Türkiye’de devlet ve de toplumun önemli bir kesimi bu zihniyeti paylaşıyor. Şimdiye kadarki travmatik durumlar bu zihniyet dünyası içerisinde kendisine zarar vermeden anlamlandırılabildi. “İç ve dış düşmanlar” söylemi travmatik yaşantının nedenini dışsallaştırarak kendini temize çıkarabildi. Başımıza gelen kötü şeylerden biz değil, ama yerine göre Kürtler, Ermeniler, Rumlar, solcular, komünistler, İslâmcılar sorumluydular. Şimdi ortada Körfez depremi ve onun getirdiği afet ve kaos var. Bu egemen zihniyet büyük bir açıklama bunalımına girdi. Ne desin, “doğal afet”ten başka? Bu açıklamaya inanmaya yakın duran birileri bile devletin kurtarma ve yardım çalışmalarında ne kadar yetersiz ve hattâ köstekleyici davrandığını görünce ortada “doğal” bir durum olmadığını göreceklerdir.

Körfez depremi yukarıda tasvir etmeye çalıştığımız zihniyeti oldukça ciddi bir şekilde ters köşeye yatırdı. “Büyük Türkiye”, “Bölgesel güç” vb. böbürlenmelerin balon gibi sönmesini izledik; “etrafımız düşmalarla çevrili”, “bizim bizden başka dostumuz yok” şiarlarının yıkılmasını izledik; Ermenistan ve Yunanistan’dan gelebilecek yardımlara karşı çıkan, yıkıntı altından başarıyla insan kurtaran AKUT’a “show yapıyorlar” diyen milliyetçi bir Sağlık Bakanı’nın milletinin sağlığını ne kadar derinden düşündüğünü anlama fırsatı bulduk. Belki de hepsinden önemlisi tek tek yurttaşların ve onların oluşturduğu kimi gönüllü örgütlenmelerin devleti beklemeden (ya da bulamadan, ondan medet ummadan) hattâ çoğu zaman devlet engeline rağmen deprem mağdurlarının yardımına koşması, bir seferberlik içine girmesiydi.

Bütün bunlar ne anlama geliyor? Körfez depremi aynı zamanda egemen zihniyet dünyamızda da bir çatlamaya mı yol açtı? İnsanlar artık işlerin eskisinden daha farklı olması gerektiğini mi fark ettiler? Bir süredir unutulduğunu/unutturulduğunu düşündüğümüz dayanışma kültürü, ötekini hissedebilmek, empatik davranabilmek tırmanışa mı geçti? Bu büyük trajedinin içinden hiç olmazsa bir kaç olumlu şey çıkabilir mi? Bizce bu soruları yanıtlamak için erken. Ancak depremin bu yönde en azından mütevazı bir imkân sunmuş olduğu ve bu imkânın değerlendirilip değerlendirilemeyeceğinin önümüzdeki dönemde ilgili aktörlerin hamleleri tarafından netleşeceğini belirtelim.

Bu kadar büyük bir yıkımdan sonra insanlar kendilerini, ailelerini, evlerini, mahallelerini ve kentlerini yeniden kuracaklar. Devasa bir yeniden inşâ faaliyeti onları bekliyor. Bütün bunları içleri kan ağlarken yapacaklar. Biz, deprem mağdurlarının acılarını hisseden ve yardım etmek isteyen biz, neler yapabiliriz? Her şeyden önce içinde bulundukları çok zor duruma rağmen deprem mağdurlarını çaresiz bir topluluk olarak görmemek ve rehabilitasyon ve onarım çalışmalarını yerel girdiler ve imkânlar üzerine kurmak, uzun dönemli kalkınmayı hedeflemek ve yerel kültürel ve toplumsal özellikleri dikkate almak çok önemli.[6] Bütün bunları yapmak da mağdurları dinlemeyi/anlamayı becerebilmekten, öncelikle kendi seslerini çıkarmalarına yardımcı olmaktan geçiyor. Ağırlıklı olarak mağdurların çıkardığı, yazdığı bir deprem gazetesi iyi bir başlangıç olabilir örneğin. Travma öncelikle insanın sesini keser, kaybeder. Yaşadıklarımızı anlatamayız, sözümüz bitmiştir. En kalıcı travma tedavisi söz kurma ve yaşananları anlamlandırma üzerinden gider. Bu konularda körfez insanına yardım etmeliyiz. Onlarla birlikte somut projeler geliştirip uygulayarak; ve toplumsal eleştirilerimizin kapsamı ve derinliğini arttırarak.

Balta, E (1998) Earthquake and Social Change: The Case of Dinar. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi ODTÜ.

Curson, P (1991) “Introduction” Population and Disaster Clarke, John I., Curson, Peter (der) Oxford, Cambridge:Basic Blackwell.

Degg, M. (1994) “Perspectives on Urban Vulnerability to Earthquake Hazard in the Third World” Environment and Housing in the Third World Cities Main icinde Hamnish & Williams, Stephen (der) Sussex : John Willey& Sons.

Domeisen, N. (1997) “Community Life and Disaster Reduction” DHA News Nisan- Mayis, 38-39.

Drabeck, T. E. (1986) Human System Response to Disaster: An Inventory of Sociological Training Springer-Verlag: New York.

Erikson, K. (1994) A New Species of Trouble: Explorations in Disaster, Trauma and Community, New York: W.W. Norton.

Fırat, M. (1996) “Doğal Afetler” Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi cilt:12, 420-26 İstanbul:İletişim Yayınları.

Geipel, R. (1991) “Fruili: Ten Years After the Earthquake of 6 May 1976” Population and Disaster icinde Clarke, John I, Curson, Peter (der) Oxford, Cambridge: Basic Blackwell.

Main, H. (1994) “Introduction” Environment and Housing in the Third World Cities Main, Hamnish & Williams, Stephen (der) Sussex : John Willey& Sons .

UNDRO (United Nations Disaster Relief Organization) (1986) Disaster Prevention and Mitigation: Social and Sociological Aspects, cilt:12 United Nations: New York.

West, C. T., Lenze, D. G. (1994) “Modeling the Regional Impact of Natural Disaster and Recovery: A General Framework and an Application to Hurricane Andrew” International Regional Science Review cilt:17 no:2, 121-150.

[2] Örneğin, 1976 Guatemala depreminin mağdurlarının neredeyse tümü kentin varoşlarında oturanlar (hattâ bu deprem sosyal bilim sözlüğüne yeni bir terim eklemiş; dünyanın yarılmasını anlatan earthquake terimi yerine sınıfsal yarılmayı anlatan classquake).

[3] Cumhurbaşkanı Demirel, depremden sonra devlete çok yüklenilmemesi gerektiğini nihayetinde bunun bir “doğal afet” olduğunu söyledi. Diğer devlet görevlileri de zaman zaman bu gibi açıklamalarda bulundular. Kimileri de “doğal afet” derken araya “Allah’ın takdiri” yollu kaderci mesajlar eklemekten de geri durmadılar.

[4] Radikal, 14 Eylül 1999.

[5] Bu durum daha küçük yerleşim birimlerinde, kasabalarda ve köylerde bir nebze değişiklik arz ediyor. Daha küçük yerleşim birimlerinde daha varlıklı kesimler çok katlı binalarda oturmaktayken, daha az varlıklılar, daha yoksullar tek katlı evlerde oturuyorlar. Ayrıca toprağa bağlı olma durumundan dolayı daha verimli, alüvyon ve genelde depremden daha çok etkilenebilecek bölgelerde görece daha varlıklı aileler oturuyor. Taşlık arazide ve tek katlı evlerde oturan kasabaların daha yoksul kesimleri depremden daha az etkileniyor. Örneğin Dinar depreminde kasabanın yoksul mahalleleri depremden neredeyse hiç etkilenmezken, çok katlı evlerin olduğu ve verimli arazide kurulan kent merkezinde yaşayan orta sınıf ve daha varlıklı kesim depremden daha çok etkilenmişti (Balta, 1998).

[6] Bu konuda bir anekdot Dinar depremi sonrasına dair verilebilir. Dinar küçük bir kasaba ve bu kasabada depremden önce apartman yaşamı kentin merkezindeki birkaç aileyle sınırlı. Deprem sonrasında maliyet düşüklüğü gibi nedenlerden olsa gerek, devlet Dinar’a dört katlı, her katta dört daire bulunan, ufak balkonlu, bahçesiz ve çekirdek ailenin oturabileceği evler yapıyor. Apartmanın kiminle paylaşılacağı kura usulü belirleniyor. Dolayısıyla tam bir sınıfsal ve sosyal kaynaşma durumu öngörülüyor. Burada ilgi çekici olan nokta konutlar uzerindeki asıl tartışmanin bir afet sonrasında beklenilebileceği gibi sağlamlık, cürüklük üzerinden değil, modernlik ve gelenek üzerinden yürümesiydi. Halkın bir kısmıbu konutların Dinar’ın modernleşmesine hizmet edeceğine inanırken, bir diğer kısmı da bunun Dinar’ın yaşam tarzıyla hiç uyum göstermediğini iddia ediyordu. Bu ayrımı etkileyen değişkenin siyasi tutum olmaso da hayli ilgi çekiciydi. Modernist-elitist diye adlandırılabilecek ilk grup bu konutları olumlu buluyor ve Dinar’ın modernleşmesi için bu apartmanlara ihtiyaç duyulduğunu, insanların bu yaşama alışması gerektiğini iddia ediyordu. Modernist-popülist diye adlandırılabilecek ikinci grup ise bu apartmanları Dinar’ın geleneksel yaşamına uygun bulmuyorlardı (Balta,1998). Bu nokta afetler üzerine yapılmış diğer çalışmaların bulgularıyla kısmi bir uyum gösteriyor. Genelde afet sonrasında merkezi otorite afetlerin toplumsal ağlarda ve mekânda açtığı boşluğu o alanda istemediği şeyleri yok ederek doldurmaya çalışıyor. Merkezî otorite için afetler bir tür ütopya işlevi görüyor, böylece örneğin köylere apartman götürüp onları modernleştirebiliyor. O bölgeyi yerleşime kapatabiliyor. Yeni kural ve kanunlar koyuyor. Bu durum afet yaşayan yerde görünür bir iyileşme durumu oluştursa da, uzun dönemde travmatik sonuçlar yarattığı muhakkak.