Medya Gerçeği Yansıtıyor mu?

Bundan yaklaşık on yıl önce, çoğunluğu gazeteci olan bir grup, adı bile olmayan, ama genellikle “Medya Tartışma Platformu” diye anılan bir inisyatif başlatmıştık. İstanbul ve Ankara’da geniş katılımlı bir-iki toplantının ardından bu girişim zamanla söndü. Bu toplantılarda Türkiye’de belki de ilk defa basın-yayın-iletişim gibi kavramlar yerine “medya” lafı ciddi olarak kullanılmış; “medya eleştirisi”nin çağımızın en önemli zorunluluklarından biri olduğu ve bu bağlamda medya çalışanlarının bir “medya etiği” veya en azından “medya deontolojisi” geliştirilmesi gerektiği dile getirilmişti.

Türkiye Gazeteciler Sendikası veya Çağdaş Gazeteciler Derneği gibi kurumlara alternatif bir yapının şekilleneceği umuduyla bazı gazete ve dergilerde (Birikim dahil) yayımlanan çağrıya icabet eden çok sayıda kişi daha işin başında çekip gitti; tabiî girişime ön ayak olanları “entel, dönek” vb. gibi sıfatlarla yaftalamayı ihmal etmeden. Zaten bunların büyük kısmı “medya” lafının sık sık kullanılmasını bile anlam veremiyorlardı. Çok değil beş yıl içinde bu terimin Türkiye toplumunun her tabakasından insanların diline yerleşeceğini kestirebilselerdi herhalde farklı davranırlardı.

Her neyse, olanlar oldu ve birkaç keyifli toplantının ardından bu girişim akim kaldı. Ama Türkiye’de medya eleştirisi birçok kanaldan yaygınlaştı. Öyle ki üniversitelerin iletişim fakültelerinde “medya eleştirisi” yapılmak durumunda kalındı; bu amaçla profesyonellere bile kürsü verilir oldu. Ragıp Duran, Kürşat Bumin gibi isimler medya eleştirisi alanında epey sivrildi. Genellikle onların kalitesine erişmemekle birlikte neredeyse her yayın organı bir tane “medya eleştirmeni” istihdam eder oldu. Kuvayı Medya, Antimedya gibi herbiri uzun uzun eleştirilmeyi hakeden yayınlar, bu işten para kazanılabildiğini bile gösterdi.

Medya eleştirisinin medyaya güvensizlik halini almasında, ülke siyasetinde medyanın rolünün iyice belirginleşmesi ve buna paralel olarak “bir kısım medya”, “kartel medyası” gibi tanımlamaların halk diline yerleşmesi çok önemli bir rol oynadı. Piyasada rakip yayın organlarının birbirleriyle sıklıkla kapışması ve her seferinde belden aşağı vurmaktan çekinmemeleri bu güvensizliği pekiştirdi…

Neyse, Ryszard Kapuscinski’nin konuşmasını çevirdim diye Türkiye’de medyanın son on yılının hızlı bir dökümünü yapma hakkını kendimde görmüyorum. Bu çok daha derinlikli ve incelikli yazıların konusu. Yalnız bu kısa girişten sonra, 15 yıldır gazetecilik yapan ve çok kısa süreli bir “şeflik” sayılmazsa hep muhabir kalan biri olarak Ryszard Kapuscinski’nin söylediklerine bazı şerhler düşmek istiyorum:

Bu yazıyı çevirmeye niyetlendiğimde “Muhabirin Ölümü” diye bir başlık atmayı düşündüm; belki ardına “Haberin de” diye ekleyecektim. Sonra metnin aslına sadık kalmak için vazgeçtim. Ama gerek okurken, gerek çevirirken hep “haberin ve muhabirin ölümü” aklımdaydı. Yani kendi ölümüm ve meslektaşlarımın ölümü.

Edebiyat paralamak değil derdim; ama teknolojinin alabildiğine geliştiği bir çağda binbir kanaldan haber akarken tek başına bir muhabirin gücü nedir ki? Kapuscinski’nin dediği gibi, siz daha olay yerine varamadan şefiniz, şefleriniz her türlü ayrıntısıyla olup bitenleri öğrenmiştir. Sonra ne olur? Olay yeri muhabirliği artık iyice gereksiz bir hal alır; şeflerin, editörlerin, yani masabaşında oturanların sayısı neredeyse muhabirlerinkini yakalar. Hele Türkiye gibi muhabirliğin maddi-manevi itibarının hemen hiç olmadığı ülkelerde belli bir kıdemden sonra kimse muhabir olarak kalmak istemiyorsa iş daha da vahim boyut kazanır.

Çalıştığım televizyon kanalındaki bir “şef” dostum şöyle yakınıyordu muhabirlerden: “Ismarladığımız haberi getiremiyorlar.” Zaten artık muhabirler eskiden olduğu gibi, sahada hangi meslektaşlarının kendilerini atlatacağından değil, masabaşında hangi şefin kendilerinin eksik-gediğini saptayacağından korkar olmuştur.

Yine Kapuscinski’nin dediği gibi, ne zamandır önemli olan, sahadan imaj (fotoğraf-görüntü) toplamaktır – ki ajanslar sayesinde bu da bir zorunluluk olmaktan çıkmaktadır. Star gazetesinin bugün yaptığı, bir zamanlar Rahmi Turan’ın Tan gazetesinde yaptığından hiç ama hiç farklı değil. Bu formüle göre, birkaç gözüpek foto muhabiri ve birkaç sıkı fotoğraf kaynağı ile onlara bakıp haber yazacak/yaratacak kalemi kıvrak birkaç editör bir gazeteyi kotarmak için yeter de artar bile. Bu tür gazetecilik için bir sürü şey söylenebilir; ama bence Star’ın yaptığı en büyük katliam gazeteciliğin en güzel unsurlarından olan “resimaltı”nı ortadan kaldırıp yerine konuşma balonları koymasıdır.

Söylenecek çok ama çok şey var. Fakat bütün hepsini bir kenara bırakıp, bu sunuşu Kapuscinski’nin son cümleleriyle tamamlayalım; çünkü onbeş yıllık gazetecilik hayatımda onun şu söylediklerinin hiç de palavra olmadığını; sayıları, dirençleri ve umutları azalsa da bu tür gazetecilerin varolduğuna bizzat tanıklık ettim ve ediyorum:

“Nihayet kimse, gazetelerin haber merkezlerinde, radyo ve televizyon stüdyolarında, duyarlı ve meziyet sahibi, çağdaşlarına saygı duyan, gezegenimizin daha yakından tanınması, anlaşılması ve kurtarılması gereken muazzam bir yer olduğunu düşünen gazeteciler bulunduğunu inkâr edemez. Bu gazeteciler, çoğunlukla, birer feragat ve fedakârlık örneği sergileyerek, şevkle ve kendilerini adayarak, kolaylıkları, imtiyazları reddederek, hattâ kendi güvenliklerini tehlikeye atarak çalışmaktadırlar. Onların tek hedefi, bizi çevreleyen dünyaya tanıklık etmektir. Bu denli tehlike ve umut doğurmaları da işte bu yüzdendir.”

RUŞEN ÇAKIR

Medya üzerine tartışmalarda teknik sorunlara, piyasanın yasalarına, rekabete, yeni buluşlara ve reytinge alabildiğine önem atfediliyor. Ama olayın insanî yönleriyle yeterince ilgilenilmiyor. Ben bir medya uzmanı değilim, 40 yıldan fazla bir süredir haber toplamaya ve yazmaya (bu arada tüketmeye de) kendini adamış basit bir gazeteciyim, yazarım. Dolayısıyla sizlere, o uzun deneyimimden çıkardığım bazı sonuçları aktarmaya çalışacağım.

İlk gözlemim haberciliğin boyutlarıyla ilgili olacak. “Bütün insanlığın” medyanın gösterdiği veya söylediği şeylere kulak kabarttığı veya izlediği yolundaki sıklıkla karşımıza çıkan değerlendirme abartılıdır. Olimpiyatların açılış töreni gibi iki milyar izleyiciyi ekran başına toplayan olaylarda bile söz konusu kitle dünya nüfusunun üçte birini bile oluşturmamaktadır. Diğer mega olaylar (Dünya futbol şampiyonası, savaşlar, ünlülerin düğünleri veya cenazeleri) büyük gürültüyle ekrana taşınmakta, fakat zar zor tüm insanların yüzde 10 veya 20’sinin ilgisini çekmektedir. Kuşkusuz bu yüzdeler başlıbaşına çok büyük kalabalıklara işaret etmektedir, yine de söz konusu olan “bütün insanlık” değildir. Günümüzde yüz milyonlarca insanın medyayla hiçbir bağı bulunmuyor. Afrika’nın birçok bölgesinde, televizyon, radyo ve hattâ gazete yok. Malavi’de tek bir gazete var; Liberya’da ise oldukça iptidai iki gazete bulunurken televizyon yok.

Birçok ülkede televizyon yayınları günde iki-üç saati geçmemektedir. Ve Asya’nın geniş bir kesiminde -örneğin Sibirya, Kazakistan ve Moğolistan’da- kuşkusuz televizyon yayınları mevcuttur, ancak insanların televizyon alıcıları yayınları izlemelerine elverişli değildir. Leonid Brejnev döneminde uçsuz bucaksız Sovyet Sibirya’sında Batılı radyoların programları karartılmıyordu, zira cihazlar yüzünden insanların bunları dinlemesi zaten mümkün değildi.

Kısacası, insanlığın önemli bir kısmı hâlâ medyanın etkisinden uzakta yaşamaktadır, dolayısıyla medyanın muhtemel manipülasyonları veya kötü etkileri için kaygılanmaya gerek yoktur.

Genellikle televizyonun yegâne amacı, özellikle Latin Amerika ve Afrika’da, eğlendirmektir. Buralarda, barlarda, lokantalarda ve otellerde televizyon bulunur. İnsanların, bir kadeh bir şeyler içip televizyona bakma gibi alışkanlıkları vardır. Ve kimsenin aklına bu medyanın ciddi olması ya da bilgilendirmek veya eğitmek gibi herhangi bir amacı olması gerektiği gelmez. Nasıl biz bir sirkten böyle bir şey ummuyorsak, Afrikalılar’ın ya da Latin Amerikalılar’ın çoğu da, televizyondan dünyayla ilgili ciddi bir yorum beklemezler.

Yeni teknolojilerdeki büyük devrim yakın zamanların ürünüdür. Bunun birinci önemli sonucu gazetecilik camiasında yol açtığı radikal değişimdir. Birinci Afrika Zirvesi’ni hatırlayalım: 1963’te Etiopya’nın başkenti Adis Ababa’da toplanan zirve için dünyanın dört bir yanından gazeteciler gelmişti. Büyük uluslararası gazetelerin, haber ajanslarının ve radyo istasyonlarının Afrika bürolarından ve merkezlerinden gelen yaklaşık 200 gazeteci vardık. Birkaç ekip, sinemaların haber bölümleri için çekim yapıyordu, fakat televizyoncu kimse yoktu. Hepimiz birbirimizi tanıyorduk. Herbirimizin ne yaptığını biliyorduk, zaten herkes biribiriyle dosttu. Nevi şahsına münhasır bazı kalemlerle büyük uluslararası sorunlar konusunda gerçekten uzman isimler biraradaydı. Düşünüyorum da o zirve -inanın asla yaşanmamış bir Asr-ı Saadet’in en ufak bir nostaljisine kapılmamakla birlikte- dünya muhabirlerinin son büyük toplantısı, gazeteciliğin yalnızca en iyilerin yapabildiği bir meslek, ilgili kişinin kendini tüm hayatı boyunca tam anlamıyla verdiği yüksek, soylu bir meşgâle olarak görüldüğü efsanevi bir dönemin sonuymuş gibi geliyor bugün bana.

O zamandan bu yana her şey değişti. Haber araştırma ve verme, tüm ülkelerde binlerce kişinin çalıştığı bir meslek haline geldi. Gazetecilik okullarının sayısı katlandı, her yıl buralardan mezun olan nice insan mesleğe katıldı. Bu hiç de yabana atılacak bir gelişme değildir. Zira eskiden gazetecilik bir iş değil, bir misyondu. Bugünse bu meslekle özdeşleşmeyen ya da hayatlarını ve yeteneklerini bütünüyle bu işe verme kararlılığına sahip olmayan sayısız insan var. Kimileri için gazetecilik, herhangi bir anda başka bir şey yapmak için yarıda bırakabilecekleri bir tür hobi. Öyle ki, günümüz gazetecilerinin birçoğu yarın bir reklam ajansında çalışabilir, ertesi gün de halkla ilişkiler alanına atlayabilirler.

Yeni teknolojiler kitle iletişim araçlarında patlamaya yol açtı. Peki bunun ne gibi sonuçları oldu? En esaslı sonuç, haberin, satış ve dağıtımından hatırı sayılır derecede kâr edilebilecek bir meta olduğunun keşfedilmesidir. Bir zamanlar haberin değerini ölçmede birtakım kıstaslar vardı ve bunların başında haberin gerçeği yansıtıp yansıtmadığı gelirdi. Bu yüzden haber, siyasal mücadelenin ciddi bir silahı olarak algılanabiliyordu. Komünizm döneminde üniversite öğrencilerinin, sokaklarda, “Basın bize yalan söylüyor” sloganları eşliğinde ellerindeki gazeteleri yakmalarının anısı belleklerimizde hâlâ tazedir. Bugünse herşey değişti. Bir haberin değeri talebe ve sağladığı kâra bağlıdır. Mühim olan satıştır. Bir haber, eğer geniş bir kitleyi ilgilendirmiyorsa, değersiz olarak damgalanmaktadır.

Haberin ticari yönünün keşfiyle birlikte büyük sermayenin medyaya akışına tanık olundu. Eskiden gazeteleri idealist gazeteciler, şu gerçeğin peşindeki tatlı hayalperestler yönetirdi. Zamanla onların yerine basın kuruluşlarının başına işletmeciler geçti.

Birbirinden farklı medya kuruluşlarının yazı işlerini ziyaret edenler rahatlıkla bu değişikliği gözleyebilirler. Bir zamanlar medya kuruluşları ikinci sınıf binaları kendine mesken tutmuştu. Odalar dar, loş ve bakımsızdı. Buralarda etrafları dosya, gazete ve kitap dağlarıyla çevrili bir şekilde işleri başlarından aşkın ve beş parasız gazeteciler çalışırdı. Bugünse büyük bir televizyon kanalını ziyaret etmek yeterlidir: baştan aşağı mermer ve ayna olan binalar görkemli sarayları andırmaktadır. Ziyaretçilere, uzun ve şatafatlı koridorlar boyunca mankenleri aratmayan mihmandarlar eşlik etmektedir. Bu saraylar, bir zamanlar yalnızca devlet başkanları ve başbakanların sahip oldukları iktidar mekânlarını andırır. Bu iktidar artık yeni medya gruplarının patronlarının ellerindedir.

Bir meta olarak değerlendirildiği andan itibaren bir haberin, doğru olup olmadığı, içinde hata bulunup bulunmadığı ve orijinal olup olmadığını anlamak için geleneksel ölçütlere başvurulmaz olmuştur. Artık o, piyasanın kurallarına göre muamele görmektedir. Bu dönüşüm, en belirgin biçimde kültür-sanat alanındaki her türden haber söz konusu olduğunda ortaya çıkar. Bunun sonucunda gazeteciliğin eski kahramanlarının yerini hemen tümü adsız sansız olan bir yığın medya çalışanı almıştır. ABD’de, bu olguyla ilgili kullanılan terimler oldukça açıklayıcıdır: gazeteci (journalist) yerine sıklıkla medya çalışanı (media worker) denmektedir artık.

Medya dünyası öylesine bir patlama içindedir ki, kendine yeterli bir varlık olarak bizzat kendisi için yaşamaya başlamıştır. Medya gruplarının kendi aralarındaki savaş, kendilerini kuşatan dünyadaki savaştan daha yoğun bir gerçeklik halini almıştır. Çok sayıda özel muhabir grubu dünyayı katetmektedir. Bu gruplar, içinde her muhabirin diğerlerini kolladığı büyük bir gürûh oluşturmaktadır. Komşudan önce habere ulaşmak gerekmektedir. Ya atlatma haber, ya ölüm! İşte bu yüzden dünyada aynı anda birçok olay vuku bulduğu anda bile medya bunlardan yalnızca birini, tüm bu güruhu kendine çekeni ele almaktadır.

Ben de birden fazla sefer bu güruhun bir parçası oldum. Bir Savaştan Diğerine adlı kitabımda zaten bunları anlatmıştım; yani güruhun işleyişini iyi bilirim. 1979’da Tahran’da ABD elçilik görevlilerinin rehin alınmasıyla patlak veren kriz buna bir örnektir. İran’ın başkentinde, pratikte hiçbir şey cereyan etmemesine rağmen dünyanın dört bir tarafından binlerce özel muhabir aylarca bu şehirde kaldı. Birkaç yıl sonra aynı güruh 1991 Körfez Savaşı sırasında bölgeye intikal etti. Amerikalıların, cepheye kimsenin yaklaşmasına izin vermemesine rağmen, hiçbir şey yapamamalarına rağmen orada beklediler. Tam da bu sırada Mozambik ve Sudan’da üzücü olaylar yaşanıyordu. Ancak güruh Körfez’de olduğu için kimsenin içi burkulmadı. Aralık 1991’deki darbe sırasındaysa gözler Rusya’ya çevrilmişti. Sahiden önemli olaylar, grev ve gösteriler Leningrad’da cereyan ederken dünya bunlardan bihaberdi çünkü medya kuruluşlarının muhabirleri, bir şeyler olacağına emin bir şekilde sükûnetin hüküm sürdüğü Moskova’dan kıpırdamıyorlardı.

Yeni teknolojiler, özellikle de cep telefonu ve elektronik posta muhabirlerle şefleri arasındaki ilişkileri radikal bir şekilde dönüştürdü. Önceden bir gazetenin belli bir yere yolladığı muhabir, bir haber ajansının ya da televizyon kanalının belli bir yerdeki temsilcileri geniş bir özgürlüğe sahiptiler ve gönüllerince inisyatif alırlardı. Haberi arar, bulur, doğrular, seçer ve şekillendirirlerdi. Muhabir şimdi, adım adım, bürosunda oturduğu yerden, ta dünyanın öbür ucundaki elemanlarını sağa sola yollayan şefinin basit bir piyonu olmaya doğru yol almaktadır. Bu şefin elinin altında bir yığın kaynaktan (sürekli haber kanalları, ajans bültenleri, internet) akan haberler vardır ve bu sayede oturduğu yerden olup bitenler hakkında akıl yürütebilir ve kuşkusuz onun değerlendirmesi, olayı yerinde gözleyen muhabirinkinden epey farklı olmaktadır.

Kimi zaman şef, muhabirin işini tamamlamasını bekleyecek kadar sabırlı olmayabilir. Bu yüzden muhabiri olayların gelişiminden o haberdar eder. Şefin olay yerine yolladığı muhabirinden beklediği tek şey, zaten kendisinin olay hakkında oluşturmuş olduğu fikrin onun tarafından onaylanmasıdır. Hal böyle olunca birçok muhabir, kendi başına gerçeği araştırmaktan çekinmektedir.

Meksika’da bir Amerikan televizyon kanalı için çalışan bir arkadaşımla karşılaşmıştım. Sokak ortasında öğrencilerle polis arasındaki çatışmayı çekiyordu. “Neler dönüyor John?” diye sordum. “Vallahi bilmiyorum,” dedi çekimine ara vermeden ve şöyle devam etti: “Ben sadece kayıt yapıyorum. Görüntü almakla yetiniyorum. Sonra onları kanala yolluyorum, onlar da malzemeyi istedikleri gibi kullanıyorlar.”

Muhabirlerin ele almaları gereken olaylar hakkındaki cehaletleri bazen şaşırtıcı boyutlardadır. Ağustos 1981’de Dayanışma sendikasını doğuran Gdansk’taki grevler boyunca olayla ilgili olarak Polonya’ya gelmiş olan yabancı gazetecilerin yarısı bir dünya haritasında Gdansk’ın (eski Danzig) yerini göstermekten acizdi. 1994’teki katliamlar nedeniyle geldikleri Ruanda ile ilgili bilgileri çok daha azdı. Çoğu ilk kez Afrika kıtasına ayak basıyordu ve doğrudan, az buçuk nerede olduğunu bildikleri BM denetimindeki Kigali Havaalanı’na yollanıyorlardı. Hemen hemen hiçbiri çatışmanın nedenleri ve gelişimi hakkında bilgi sahibi değildi.

Ama kabahati muhabirlere yüklememek gerek. Onlar, patronlarının, medya gruplarının ve büyük televizyon şebekelerinin küstahlığının önde gelen kurbanlarıdır. Geçenlerde büyük bir Amerikan televizyon kanalının kameramanı şöyle diyordu: “Benden daha fazla ne isteyebilirler ki! Bir hafta içinde üç farklı kıtada beş ülkede çekim yaptım!”

Medyanın bu başkalaşımı temel bir soruyu gündeme getiriyor: Dünyayı nasıl anlayabiliriz? Şimdiye kadar tarihi, seleflerimizin bize bıraktığı bilgiler, arşivler ve tarihçilerin bulguları sayesinde öğreniyorduk. Bugünse küçük ekran yeni (ve pratikte yegâne) tarih kaynağı haline geldi ve tarihin televizyon tarafından kavramsallaştırılıp geliştirilmiş versiyonunu damıtıp duruyor. Belgelere ulaşma hâlâ zor olduğu için, televizyonun yaydığı yetersiz ve üstünkörü bu versiyona talim etmek zorunda kalıyoruz. Bu konuda en çarpıcı örneğin, yakından bildiğim Ruanda olduğu söylenebilir. Dünyada yüz milyonlarca insan, büyük çoğunluğu tepeden tırnağa yanlış olan yorumlar eşliğinde etnik çatışmalar sonucu öldürülen insanların görüntülerini gördü. Acaba izleyicilerden ne kadarı, bu görüntülere ek olarak güvenilir kaynaklardan konuyla ilgili olarak bilgilendirildi? Tehlike, medyanın, kitaplardan çok daha kolay bir şekilde tüketilebilmesinden kaynaklanmaktadır.

Medeniyet her geçen gün tarihin, televizyon tarafından tahayyül edilmiş versiyonuna bağımlı hale geliyor. Bu versiyon büyük ölçüde yanlış ve temelsizdir. İzleyici kitleleri, günlerin akışı içinde “televizyon eliyle karartılmış” tarihten başka bir şey bilmeyecekler. Yalnızca çok küçük bir grup insan tarihin daha sahici bir başka versiyonunun olduğu bilgisine sahip olacak.

Büyük kültür teorisyeni Rudolph Arnheim, daha 1930’lu yıllarda Film as Art adlı kitabında, insanların kendi duyu organlarıyla algıladıkları dünya ile düşünce tarafından yorumlanan dünyayı birbirine karıştıracaklarını ve görmenin anlamak olduğunu sanacaklarını öngörmüştü. Arnheim televizyon için “bilgimiz için en ilginç sınavlardan biri olacak. Ruhlarımızı zenginleştirebileceği gibi onları rehavete de sevkedebilir” demişti.

Genellikle bilinçsizce olan “görmek ile bilmek” ve “görmek ile anlamak” arasındaki karışıklık televizyon tarafından insanları manipüle etmek için istismar edilir. Bir diktatörlükte sansüre başvurulur, demokrasideyse manipülasyona. Bu uygulamaların hedefi aynıdır, sıradan yurttaş. Medya onlardan söz ederken biçimi öne çıkararak temeldeki sorunu maskeler, felsefeyi teknikle ikâme eder. Medyanın derdi kurguyu, yazıyı ya da baskıyı nasıl yapmak gerektiği üzerine odaklanır. Montaj, veri tabanı ya da CD’lerin kapasitesi gibi sorunlar üzerine kafa yorar. Bunun sonucunda, işlenmesi söz konusu olan malzemenin içeriği artık bir mesele olmaktan çıkmıştır. Mesaj sorununun yerini mesajın nasıl iletileceği sorunu almıştır. Maalesef Marshall McLuhan’ın korktuğu gibi iletişim teknikleri iletinin içeriğine dönüşme yolunda hızla ilerlemektedir.

Yüzyılımızın sonunun tartışmasız en yakıcı sorunu olan dünyadaki açlığı örnek olarak inceleyelim. Bu konu büyük televizyon kanalları tarafından nasıl işlenmektedir? Açlığı kıtlık dramıyla eşanlamlı bir sözcük olarak sunmak manipülasyonun ilk adımıdır. Halbuki insanlığın üçte ikisi, dünya zenginliklerinin eşitsiz dağılımı nedeniyle sefalet içinde yaşamaktadır. Buna mukabil kıtlık, belirli anlarda ve bellibaşlı bölgelerde ortaya çıkar, çünkü bu, tamamıyla yöresel bir dramdır. Üstüne üstlük birtakım somut gerekçeleri vardır. Kimi zaman kuraklık ve seller yüzünden, kimi zaman da savaşlar nedeniyle kıtlık başgösterir. Şunu da eklemeliyiz ki, açlığa karşı geliştirilen anlık ve kısmî mücadele yöntemleri bir yere kadar etkili olabilmektedir. Örneğin açlığı altetme adına zengin ülkelerden fazla gıda malzemeleri toplanmakta ve ihtiyacın aleni bir hal aldığı ülkelere toplu halde yollanmaktadır. İşte bize televizyon ekranlarından gösterilen, Sudan ve Somali’de olduğu gibi bu tür açlığa karşı mücadele operasyonlarıdır. Bununla birlikte dünya çapındaki sefaletin üstesinden gelmeyle ilgili tek bir laf bile edildiğini görmeyiz.

Sefalet manipülasyoncuları programlarda açlığı öylesine coğrafi, etnik ve turistik bir perspektiften sunarlar ki, bu da başlıbaşına bir manipülasyondur ve insanlara yeryüzünün yeni egzotik bölgelerini keşfettirirler. Bu yolla sefalet egzotizmle eşleştirilir ve televizyon, sefaletin dizboyu olduğu yerlerin aslında egzotik bölgeler olduğu mesajını yayar. Bu açıdan bakıldığında sefalet merak uyandıran bir olgu, turistik bir cazibe halini alır. Bu tür görüntülerle özellikle Travel, Discovery gibi kanallarda bol miktarda karşılaşırsınız.

Bu manipülasyoncuların son kurnazlığı sefaleti istatistik bir veri, gerçek dünyanın tiksinç bir parametresi olarak sunmalarıdır. Sefaletin bu tür algılanışı onu kalıcı olmaya mahkûm eder. Böylelikle insanoğluna sefaleti uygarlığa yönelik bir tehdit olarak görmek ve onunla birlikte yaşamayı öğrenmekten başka yapacak bir şey kalmaz.

Başlangıç noktamıza geri dönelim: medya dünyayı yansıtır mı? Evet, ama maalesef çok yüzeysel ve bölük pörçük bir şekilde. Genellikle devlet başkanlarının ziyaretleri ya da terör eylemleri zerinde yoğunlaşır. Hattâ bu konuların bile medyayı giderek daha az ilgilendirdiği görülüyor. Şu son dört yıl içinde önde gelen üç Amerikan kanalının izleyicileri arasında ana haber bültenlerini izleyenlerin oranı yüzde 60’dan yüzde 38’e düştü. Haberlerde ele alınan konuların yüzde 72’si de şiddet, uyuşturucu, saldırganlık ve diğer suçları kapsayan yerel olaylar. Haberlerin ancak yüzde 5’i dış olaylara ayrılıyor. Hattâ birçok bültende böyle bir bölüm bulunmuyor. 1987’de haftalık Time dergisinin Amerikan baskılarında, uluslararası konular 12 kez kapaktan işlendi; on yıl sonra, 1997’de ise yalnızca bir tek kez. Haberler, “ne kadar kan, o kadar satış” ilkesine göre seçilir oldu.

Çelişkili bir dünyada yaşıyoruz. Bir yandan bizlere, kitle iletişim araçlarının gelişiminin, gezegenimizin tümünü biraraya getirip “global bir köy” yarattığı söyleniyor, öte yandan uluslararası konular medyada daha az yer buluyor. Onların yerini yerel haberler, sansasyonel başlıklar, dedikodular, “insanlar”, yani sosyete haberleri ve her türden metalaşmış haber alıyor.

Fakat gerçeği kabul etmeli: medyadaki devrim tam gaz sürmekte. İnsanlık için yeni bir olgudur söz konusu olan. Öylesine yenidir ki, kendisinin yaratmış olduğu, manipülasyon, kokuşmuşluk, küstahlık, pornografinin yüceltilmesi gibi hastalıklarla başedebilecek antikorları henüz üretebilmiş değildir. Medya üzerine yazılanlar genellikle epey eleştirel, hattâ yer yer acımasızdır. Er ya da geç bu eleştiri, medyanın içeriğini, kısmen de olsa etkileyecektir.

Ayrıca, insanların çoğunun televizyonlarının karşısına, tam da kanallarının kendilerine sunduklarını bulma umuduyla oturduklarını da kabullenmeliyiz. Daha 1930’lu yıllarda İspanyol felsefeci Ortega y Gasset, Kitlelerin İsyanı adlı kitabında toplumun, kendilerinden, zevk ve seçimlerinden hoşnut insanların müşterekliği olduğunu yazmıştı.

Muhakkak ki, medya dünyası farklılıklar içeriyor. Medya birçok katmanlı bir gerçekliktir. “Çöplük medyası”nın yanısıra mükemmel örnekler de bulunuyor. Örneğin dahiyane televizyon programları, müthiş radyo programları ve mükemmel gazeteler de var. Sağlam bilgi temelinde işlenmiş ağırbaşlı haber ve derinlikli düşünce arayanlar için nitelikli medya hiç de eksik değil. Hattâ insan, kimi zaman sunulanlardan tam olarak istifade edebilmek için gerekli zamana sahip olamıyor. Aslına bakarsanız medyanın bu denli hor görülmesinin ardında içine düştüğümüz edilgenlik ve ölgünlüğü onaylama arayışının da payı yüksektir.

Nihayet kimse, gazetelerin haber merkezlerinde, radyo ve televizyon stüdyolarında, duyarlı ve meziyet sahibi, çağdaşlarına saygı duyan, gezegenimizin daha yakından tanınması, anlaşılması ve kurtarılması gereken muazzam bir yer olduğunu düşünen gazeteciler bulunduğunu inkâr edemez. Bu gazeteciler, çoğunlukla, birer feragat ve fedakârlık örneği sergileyerek, şevkle ve kendilerini adayarak, kolaylıkları, imtiyazları reddederek, hattâ kendi güvenliklerini tehlikeye atarak çalışmaktadırlar. Onların tek hedefi, bizi çevreleyen dünyaya tanıklık etmektir. Bu denli tehlike ve umut doğurmaları da işte bu yüzdendir.

Çeviren RUŞEN ÇAKIR

Ülkemizde Şahların Şahı [Metis Yay., 1989] adlı kitabıyla tanınan Polonyalı Ryszard Kapuscinski kendine özgü stiliyle halen dünyanın en önde gelen gazetecilerinden biridir. Bu metin 19 Kasım 1998’de, Stockholm’de Stora Gazetecilik Ödülleri töreninde yazar tarafından yapılmış konuşmanın metnidir. Metin Le Monde Diplomatique’in Ağustos 1999 tarihli 545. sayısından çevrilmiştir.